
Bir seneyi geride bırakırken hangi konu başlığı altında olursa olsun dönüp bir yıla bakmayı, birçok köşe taşı ânın hızlıca gözlerimizin önünden geçtiği bir gürültü kapsülüne benzetebiliriz. Normal şartlar altında bu tür yazıların, artılarıyla eksilerinin yan yana geldiği ve nihai karar olarak senenin “iyi bir yıl” ya da “kötü bir yıl” olduğuna hüküm verilen bir format olsa da uzun zamandır sadece daha az negatif madde başlığı saymakla avunabildiğimiz bir hâle dönüştüğünü söyleyebiliriz. “Hollywood değişmiyor da çöküyor mu?”, “Ana akım sinema kültürüne ne oldu?”, “Avrupa’nın büyük film festivalleri dünyadan ne kadar kopuk?”, “Asya kıtası kültürel hegemonya kapışmasına mı giriyor?”… Bu gibi soruların, içine girdiğimiz her türlü sinema muhabbetini işgal ettiği, işin sanatsal kısmından ziyade ancak enine boyuna ekonomik ve politik tartışmalarla üzerine konuşabildiğimizi fark ettiğimiz, her yanıyla garip bir yılı geride bıraktı yedinci ve en genç sanat.
Yapay zekânın sektöre ve yaratıcı üretime neler getirebileceğine dair konuların bile fazlasıyla ağdalı ve “derin” kalabildiği, alabildiğine materyalist ve patavatsız bir zamandan geçiyoruz. Yönetmen ve oyunculardan daha çok şirket CEO’larının isimlerinin sinema haberlerinde geçmeye başladığı, devlet başkanlarının filmler ve sinema kişileri üzerine laf söylemekte beis görmedikleri, böylesi doğrudan ve kaba bir iletişimin hüküm sürdüğü günümüz sektöründe yılın en konuşulan ve beğeni toplayan filminin Paul Thomas Anderson imzalı Savaş Üstüne Savaş (One Battle After Another) olması da hiç şaşırtıcı değil. Her ne kadar tüm albenisi ve meziyeti günümüz Amerikası hakkında dert edindikleri üzerinden işlese de film yarattığı etkileşim dalgasıyla uluslararası seviyede takdir topladı.
Başlamışken Amerika’dan devam edelim ve yılın son bölümünde sinema gündeminin manşetlerini başarılarıyla değil satışıyla dolduran, sektörün en büyük aktörlerinden Warner Bros.’ın giderayak sinema salonlarına bıraktığı diğer filmlerden bahsedelim. Fruitvale Station ve Creed ile çıkış yaptığı kariyerine Black Panther filmleriyle devam eden Ryan Coogler’ın son filmi Günahkârlar (Sinners) yılın en büyük hitlerinden biri oldu. Bir korku filmi olmasına rağmen tür sinemasının imkânlarını aşıp ana akımda bir karşılık bulabilmesini ve ödül sezonunda görülmesini sağlayansa yine ABD’nin kendisine ve kültürel tarihine dair bakışıyla öne çıkan senaryo departmanıydı. Tüm zamanların en çok satan video oyunu ünvanına sahip, dev bir kültürel marka hâline gelen Minecraft da bu yıl ilk sinema filmine kavuştu ve sinema gişelerinden de beklediğini aldı. Az önce andığımız ilk iki Warner Bros. filminin ödül sezonunda ve eleştirilerde bulduğu karşılığa sahip olamasa da Bir Minecraft Filmi (A Minecraft Film) gişe rakamlarında —neredeyse— herkesi geride bıraktı.

Yılın bitimine yalnızca iki gösterim haftası kalmışken ve James Cameron’ın rekortmen serisinin üçüncü filmi Avatar: Ateş ve Kül (Avatar: Fire and Ash) vizyona girerken 2025’in küresel hasılat raporu oldukça ilgiye değer okumalara malzeme veriyor. Öyle ki sinema tarihinde (pandemi yılı hariç) ilk kez ABD yapımı olmayan bir film tüm dünyanın en yüksek hasılatını elde etmiş görünüyor. Çin yapımı Ne Zha 2 (Nezha: Mo tong nao hai) bu yıl bizim de aralarında yer aldığımız 65 ülkede geniş dağıtım şansı bularak dünyada toplam 1,9 milyar dolar hasılatı aştı. Hasılatının çok büyük bir kısmını Çin içerisinden elde etse de bu animasyon filmin, yıl boyunca, birçok ülkeden insanı Çin’e getirdiği ve turistik ziyaret oranlarını artırdığına dair haberler gelip durdu. Çin’in ana akım sinema ve kültürel içerik pazarında özellikle son 10 yılda hızla yükseldiğine dair analizlere göre belki çok da sürpriz bir sonuç olarak görülmese de uzun metraj bir Çin animasyonunun tüm Hollywood devlerini bütün dünyada geri bırakarak lider olabilmesi tarihi bir kırılma noktası. Bunun önemi, yalnızca ABD-Çin düellosunda göstermelik maç galibiyeti olmasında değil, bizzat Ne Zha’nın ardında kalan dev Amerikan şirketlerinin Çin’deki pazar olasılıklarını artık öncelikli hedefleri hâline getirip kendilerinin de nemalanacağı stratejiler geliştirmesinde. Buna en iyi örnek olarak geçtiğimiz Şükran Günü haftasında tüm dünyada gösterime giren Zootropolis 2’nin (Zootopia 2) tüm zamanların en iyi gişe açılışı yapan animasyon filmi rekoruyla başlayan inanılmaz gişe sonuçlarını verebiliriz. Şu an itibarıyla vizyondaki üçüncü haftasını geride bırakan Disney filmi, hızla ulaştığı 1,1 milyar dolar hasılatın yarısını Çin’deki sinemalardan elde etti. Bir Amerikan filminin Çin’de bir aydan az bir sürede 500 milyon hasılat edebildiğini gören Disney bu hafta vizyona giren Avatar: Ateş ve Kül için belirlediği stratejilerde de bu dev pazardaki fırsatı kaçırmayarak yeni bir tüm zamanlar rekorunu hedefliyor.

Muhtemelen Zootropolis 2 ve yeni Avatar filminin geride bırakacağı bir diğer yılın başarılı Disney filmi Lilo ve Stiç’i (Lilo & Stitch) de anarak sinema salonlarını hâlâ çocuklara yönelik filmlerin ayakta tuttuğunu da not düşelim. Çağımızın neredeyse küresel bir karşılığı olan çalışma ve günlük rutinleri içerisinde sinemanın çocukların götürüldüğü bir aile etkinliği olarak görevinin uzun bir süre daha değişmeyeceğinde hemfikiriz sanıyorum. Buna rağmen aile filmi türünde Pixar dışında özgün büyük proje görmekte çekilen sıkıntıya da değinmek zorundayız. Artık kendileri ebeveyn olan kuşağın çocukluklarında ilk kez çıkmış Lilo ve Stiç gibi Ejderhanı Nasıl Eğitirsin (How to Train Your Dragon) de yeni bir versiyonuyla çok izlenenler listelerine girebildi. Yeniden çevrim ya da devam filmlerinden tabii ki diğer türler de muzdarip: Jurassic World: Yeniden Doğuş (Jurassic World: Rebirth), Fantastik Dörtlü: İlk Adımlar (The Fantastic Four: First Steps), Mission: Impossible – Son Hesaplaşma (Mission: Impossible – The Final Reckoning) ve Wicked: İyilik Uğruna (Wicked: For Good) çoğunlukla serilerindeki önceki filmlerin başarılarına erişemeseler de yılın en çok izlenen filmleri arasında yer aldılar. Tabii ki gişe raporlarından ve devam filmlerinden söz ederken korku filmlerinden bahsetmemek imkânsız. Artık sıkı hayranlarına bile göz devirterek seriyi sürdüren Korku Seansı 4: Son Ayin (The Conjuring: Last Rites), aynı adı taşıyan video oyunundan uyarlanıp serileşen Freddy’nin Pizza Dükkanında Beş Gece 2 (Five Nights at Freddy’s 2) ve uzun bir aranın ardından yeni filmiyle hayranlarının yüzünü güldüren kült serinin altıncı filmi Son Durak: Kan Bağı (Final Destination: Bloodlines), bu yıl Sinners ve Silahlar’ın (Weapons) doldurduğu “yükseltilmiş korku” kontenjanı dışında türün çok izlenen ve konuşulan örnekleriydi.
Yazıda şu ana kadar andığımız tüm bu bol seyircili filmlerin bizde de sinema salonlarında gösterime girmesine rağmen Türkiye gişelerinde liderliği başrollerinde Feyyaz Yiğit ve Haluk Bilginer’in paylaştığı Yan Yana yer aldı. Dünya çapındaki özgünlük eksikliğinden bahsetmişken, şu anda toplam 2,2 milyon seyirci sayısını geride bırakan tam adıyla Soyut Dışavurumcu Bir Dostluğun Anatomisi Veyahut Yan Yana’nın da 2012 yapımı Fransız gişe hiti Can Dostum’un (Intouchables) uyarlaması olduğunu not düşelim. Türkiye’deki 2025 gişe raporları açısından asıl çarpıcı sonuç ise ikinci olan Bir Minecraft Filmi dışında 1 milyon seyirci barajına yaklaşabilen başka bir film olmaması (Zootropolis 2 bu hafta erişebilir) ve 2024’ün toplam seyirci sayısının yaklaşık 10 milyon altında yılı kapatacak olmamız. Bakanlık tarafından ekim ayında alınan kararla çarşamba günleri ülke genelinde sabit ₺120’ye çekilen bilet fiyatlarının salonlardaki seyirci hareketliliğini arttırdığını da bu hesaba eklersek yıl genelinde büyük bir düşüş gözlemlemek mümkün.

Tüm bu gişe verilerini konuşmak bildiğiniz üzere artık yılın en popüler büyük yapımlarından bahsetmek için yeterli olmuyor. Çünkü birçok yıldız kadrolu, büyük bütçeli, ünlü yazar/yönetmenli film neredeyse sinema perdesi göremeden video dağıtım hizmeti sağlayan platformların kataloğunda seyirciyle buluşuyor. Bu yıla bölüm sonu canavarı olarak damga vuran Netflix, HBO Max, Apple TV, Disney+ ve Prime Video başta olmak üzere dijital platformların kendi orijinal yapımlarına dair duymayı sürdürdüğü bir prestij kaygısının devam ettiğine de değinmek lazım. Öyle ki çeşitli açıklamalarla geleneksel anlamda sinema kültürünün değişmeye mecbur olduğunu dile getirseler de o geleneğin sahip olduğu ödül ritüelleri ve festival döngülerinden eksik kalmaya da razı olmuyorlar. Bu sebeple ödül organizasyonlarının “sinema filmi” olduklarına dair bir delil beklentisiyle koştuğu gösterime girme şartı yüzünden dijital içerik platformlarının göstermelik vizyon koklatmasına tabi tuttuğu filmleri de anmamız lazım. Guillermo del Toro’nun rüya projesini gerçekleştirdiği Frankenstein, son dönemin en sevilen dedektiflik serilerinden Knives Out’un üçüncü filmi Bıçaklar Çekildi: Ölü Adamın Uyanışı (Wake Up Dead Man: A Knives Out Mystery), Sundance’deki açılışından aylar sonra Netflix’te yayınlanmasıyla gündeme oturan Tren Düşleri (Train Dreams) ve Apple orijinal filmlerinden vizyona girip hem olumlu eleştiriler hem de yüksek hasılat alan F1 Filmi (F1: The Movie) yılın öne çıkan filmleri arasında adlarından söz ettirdiler.

Dünyanın en köklü film festivalleri de uluslararası üne sahip yıldız oyuncu ve yönetmenlerin en son işlerini, yılın en iyileri listelerinde ve ödül sezonunda adı anılacak, yılın en konuşulacak filmlerinin prömiyerini yaptığı etkinlik olma amacıyla söz konusu dijital platform yapımlarına programlarında yer veriyorlar. Tabii ki bu festivallerin çoğunun en büyük arenası olan yarışma bölümleri hâlâ uluslararası düzeyde sinema filmleri için en büyük prestij nişanı olmayı sürdürüyor. Yine de belirli bir süre için tüm sektörün gözlerinin kilitlendiği kırmızı halı, sesini duyurmak ve mesajını iletmek isteyenler için en cazip sahneyi sunduğunu da unutmamak lazım. Yılın ilk büyük festivali olan ocak ayındaki Sundance’de gördüğü ilgiyi yıl sonu listelerine kadar taşıyabilme marifetine sahip filmler özeldir. Alireza Khatami’nin tamamını Türkiye’de çektiği son filmi Öldürdüğün Şeyler (The Things You Kill), Eva Victor’ın senaryo ödülüyle ayrıldığı ilk filmi Üzgünüm, Bebeğim (Sorry, Baby) ve birkaç hafta sonra Berlin’de ana yarışmada başrolündeki Rose Byrne’e en iyi oyuncu ödülü kazandıracak olan Bacaklarım Olsaydı Seni Tekmelerdim (If I Had Legs I’d Kick You) dünya prömiyerlerini Sundance Film Festivali’nde yaptılar. Şubat ayında gerçekleşen Berlin Film Festivali ise skandallarla geçen bir önceki yılın hasarını giderme paniğiyle bir film festivalinden çok marka yönetimi konusunda sektör içi profesyonel yaklaşımlara şahit olduğumuz bir platform görünümündeydi. Programda yer alan filmlerden daha çok boykot çağrıları, katılan sanatçıların tepkileri ve yeni yönetimin durumu idare etme çabaları konuşuldu. Önceki sene aldıkları kararlarla birçok katılımcı sanatçıyı mağdur eden festivale karşı uluslararası film çalışanları ve aktivistler “Uluslararası Berlin Film Festivali, Alman hükümetinin Gazze’deki soykırımda İsrail ile ortaklığına suç ortağıdır ve Filistinlilerle dayanışma içinde olan sinemacıları koruyamamaktadır.” diyerek boykot çağrısında bulunmuştu. Boykot etmeyerek, açılış töreninde onur ödülünü almak üzere festivale katılan Tilda Swinton ise etkileyici bir konuşmayla Filistin’de yaşanan savaş suçuna dikkat çekmiş ve dayanışmaya bu platformu kullanarak katılmayı tercih ettiğini belirtmişti.
Bir yanda Amerikan kültürünün yarattığı en ikonik kahramanlardan Superman’i yeni filminde gündeme dair politik taraf olarak görürken öte yandan Filistin’in adını geçirmekten ödü kopan kurumları ciddiye almaya çalıştığımız uçuk bir seneyi geride bırakıyoruz gerçekten. Avrupa’nın üç büyük festivali arasında, önceki yüzyıldan kendine “politik duruş sahibi” gibi bir karakter edinmiş olan Berlinale’nin bu duruşsuzluğu iyiden iyiye gün yüzüne çıkınca doğal olarak sinemaseverlerin odağı da filmlerden uzaklaştı. Norveçli yönetmen Dag Johan Haugerud’ün önceki yıl başlayan üçlemesinin son ayağı Hayaller’in (Drømmer) Altın Ayı ödülünü kazandığı festival, programındaki filmler açısından sessiz sedasız geride kaldı. Berlin’deki bu panik hâlinin Cannes ve Venedik’in duruşlarını akladığı gibi bir çıkarım da mümkün değil tabii ki. Yine de piyasanın en büyük tekerlerinden birinin döndüğü, zengin programı ve plaj görkemiyle bir iki haftalığına dünyevi gündemi unutturan Cannes Film Festivali yine yılın en konuşulan filmlerine ev sahipliği yapmayı başardı. Büyük ödül Altın Palmiye’yi İranlı usta yönetmen Cafer Panahi’nin son filmi Görünmez Kaza (It Was Just An Accident) alırken Norveçli yönetmen Joachim Trier’in Manevi Değer’i (Sentimental Value) Jüri Büyük Ödülü, Gizli Ajan (O Agente Secreto) ile Brezilyalı Kleber Mendonça Filho en iyi yönetmen ödülü ve Çinli Bi Gan son filmi Resurrection ile özel ödül alırken Jüri Özel Ödülü’nü ise Oliver Laxe imzalı Sırat (Sirāt) ve Mascha Schilinski’nin Düşüşün Tınısı (In die Sonne schauen) paylaştılar. Ağustos ayındaysa Sho Miyake’nin Two Seasons, Two Strangers ile Altın Leopar aldığı Locarno Film Festivali’nde yılın en iyi filmlerinden Alexandre Koberidze imzalı Kuru Yaprak (Dry Leaf) özel mansiyon ödülünü aldı. Jim Jarmusch’un yıldız kadrolu yeni filmi Baba Anne Kız Kardeş Erkek Kardeş’in (Father Mother Sister Brother) Altın Aslan’ı kucakladığı Venedik Film Festivali’nde ise; Rajab’ın Sesi (The Voice of Hind Rajab), Benny Safdie’nin kardeşi olmadan çektiği ilk filmi Dövüş Efsanesi (The Smashing Machine), Park Chan-wook’un son filmi Başka Yolu Yok (No Other Choice) ve Ildikó Enyedi imzalı Silent Friend (Stille Freundin) öne çıkan filmler oldular. Telluride ve hemen ardından Toronto Film Festivali’nde prömiyerini gerçekleştiren Chloé Zhao’nun Hamnet’i de yılın bir diğer flaş filmi olarak adını duyurdu.

Festivaller, vizyon takvimleri, dijital platformlar ya da yerel gösterim merkezlerindeki özel programlar aracılığıyla olsun, günümüzde de izleyiciler ilgiye değer filmleri bulup diğer sinemaseverlerle paylaşmaya, anlar ve sohbetler yaratmaya bir şekilde devam edebiliyor. Bunca kalabalık gündemi konuşurken çokça unuttuğumuz, filmlerin temelde yapılma amaçlarına dair bu anlar, sinema izleme ve sevme rutinlerimiz elbette şekil değiştiriyor ve değiştirecek. Yukarıdaki paragraflarda adını geçirdiğimiz bu yılın farklı yönleriyle adından söz ettirebilmiş filmlerinin her birine bakınca ne kadar farklı yaratım motivasyonları ve ne kadar fazla üretim yolu olduğunu bir kez daha fark ediyoruz. Gişe hasılatlarında bilet sayısı birimiyle anılsalar da en az o kadar farklı seyirci çeşidi olduğunu da hatırlamak lazım. Tüm bu filmler arasından en sevmedikleriniz bile birilerinin yıllar boyunca anacağı, belki favori filmlerinden biri olarak sayacağı bir film olabilir. Birlikte izleyebilir ve deneyimlerimizi paylaşabilir olduğumuz sürece sinema yaşamaya devam edecek. Seyirciyi önemsemeyen özensiz filmler yapan bir şirketin, seyirciyi önemsemeyen özensiz filmler yapan başka bir şirketi satın alması ekonomik ve politik açılardan çok şey değiştirebilir belki. Ancak tüm bunların farkında, üretim ve tüketim motivasyonlarına hâkim, önüne konulanlardan fazlasını talep eden, gerekirse boykot eden, gerekirse katılımcı olan bir sinema izleyiciliği sinemayı ayakta tutacak asıl faktör olacak. Beyazperdenin önünde ve arkasındaki büyülü dünyayı en iyi anlatan, zamanın havaya yaydığı elektriği yakalayıp önümüze koyabilmiş, bu sanatın gelmiş geçmiş en özel icracılarından biri olan David Lynch’i bizden alan 2025’i geride bırakırken artık biraz da onun için, tüm bunların bilincinde, gündemin gürültüsü arasında turtamıza ve kahvemize sahip çıkarak çok sevdiğimiz filmleri bulmaya devam edeceğiz.