
Artık 30 yıla dayanan bir sinema kariyeri tecrübesiyle üretmeye ara vermeden devam eden Fatih Akın her yeni filmiyle heyecan yaratma konusunda da formundan bir şey kaybetmiş değil. Bu yıl Cannes Film Festivali’nde dünya prömiyerini gerçekleştiren Amrum, belki ileride yönetmenin ismiyle anılan ilk filmlerden biri olmayacak olsa da kariyeri incelenirken dikkate değer bir adım olma niteliği taşıyor. Hemen bahsetmek gerekir ki bu film, Akın’dan önce, geçtiğimiz kasım ayında aramızdan ayrılan Alman yazar, yönetmen, oyuncu Hark Bohm’un projesi. Üniversitede öğrencisi olarak tanıştığı Bohm’la bugüne dek sürdürdükleri büyük dostluk boyunca birçok iş birliği gerçekleştiren Akın en başta bu filmi yönetmeyi planlamıyormuş. İkinci Dünya Savaşı’nın sona erişine Amrum’da çocuk yaşında şahit olan Bohm, kendi çocukluk anılarından esinlendiği bu senaryoyu kaleme alıyor. Sağlık durumu sebebiyle kendisinin yönetmen koltuğuna geçmesi zor görününce de dümeni dostu Fatih Akın’a devrediyor. Kariyeri boyunca birçok başarıya beraber imza attığı, “ustam” diye andığı dostu Bohm’un hayatının en kişisel hikâyesini, hâlâ hayattayken onunla birlikte perdeye aktarabilmek Akın için ve biz seyircileri için büyük bir şans tabii ki.
Film, Almanya’nın kuzeyinde yer alan, Avrupa anakarasından kopuk Amrum isimli adadan alıyor adını. Vahşi doğasının içinde küçük bir yerel nüfusa sahip bu ada kasabası her ne kadar koca cihan savaşının odağındaki ülkeye bağlı olsa da aynı zamanda savaşa olabilecek en uzak mesafede konumlanıyor. Annesi, teyzesi ve kardeşleriyle birlikte adada aile evlerinde yaşamını sürdüren 12 yaşındaki Nanning’in hikâyesine odaklanıyoruz filmde. O yaşta bir çocuğun dünyasını neler dolduruyorsa Nanning’in hayatı da onlarla dolu. Etrafını, doğayı, hayvanları, insanları, arkadaşlarını ve ailesini çok yakından inceleyerek hayatı öğreniyor. Ancak tabii ki o an herkes için olduğu gibi onun da dünyayı gördüğü kadraja savaşın gölgesi düşüyor. Her ne kadar ülkenin anakaradaki büyük şehirlerinden birinde olmasalar da kıyasla küçük komüniteleri içerisinde Nazi yönetimi altında ve hâlihazırda kaybetmek üzere olunan bir savaşta bulunan Almanya’nın toplumsal dinamiklerine dair hatırı sayılır bir manzaraya şahit oluyoruz. Bizimle bu manzaraya tanıklık eden Nanning’in gözleri, vatan olgusunu kavramaya, fanatiklikle hainliğin arasında giden komşuluk ilişkilerini ayırt etmeye çalışıyor. Okuldaki en yakın arkadaşıyla ya da kasabanın belli başlı tanıdık simalarıyla yaşadığı karşılaşmalar sonrasında Nanning’i diğer Amrum halkından ayıran bir özelliği de keşfediyoruz. O an savaşta görev alan babası Nazi yönetimine bizzat hizmet eden bir bilim insanı ve ailecek parti üyesiler. Ancak kâğıt üstünde herkesin “destekçisi” olmak zorunda olduğu aksi takdirde vatan haini ilan edildiği bu rejime karşı Nanning’lerin evi dışındaki Amrum halkının hiç de sıcak bakmadığını öğreniyoruz.

Söz konusu karşıtlığı özellikle annesinin hiddetli fanatik görüşleriyle fark eden Nanning tam da dünyayı tanıdığı bu yaşta çabucak “siz-biz” algısını öğreniyor. Arkadaşına okuması için verdiği. Moby Dick’i tartıştıkları sahnede gemiyi Almanya’yla eşleştirip balinanın kim olduğu konusunda fikir ürettikleri sahne bu tarafları tanımlama, karşıt cepheleri adlandırma konusuna işaret eden şık bir enstantane. Balina Ruslar mı, Amerika mı yoksa Churchill miydi diye düşünürken arkadaşı “Belki de tanrıdır” cevabıyla Nanning’in kafasındaki iyiler-kötüler denkleminde ufak bir sarsıntı yaratıyor. Kendisinin, ailesinin ve ülkesinin “iyiler” tarafında yer almama ihtimalinin dehşetiyle irkilen küçük Nanning, annesine ve annesinin kederine daha yakından odaklanmayı seçiyor. Bu esnada film, tarihsel arkaplanı senaryonun zemininde kurarken Nanning’e bir görev yolculuğu çiziyor. Hamile olan annesi, Hitler’in ve Nazi Almanyası’nın düştüğü anonsuyla eş zamanlı bir şokla doğum yapıyor ve kendini ağır bir depresyonun kucağında buluyor. Ağzına tek lokma atmayan annesinin yalnızca bir dilim ballı tereyağlı beyaz ekmeğin hayalini sayıkladığını duyan Nanning bunu kendine görev biliyor. Buradan sonrası neredeyse video oyun kültürüyle benzerlik kurulabilecek bir mekanikle ilerleyen bir başarı yolculuğuna dönüşüyor. Toplaması gereken malzemelerin her birini edinebilmek için yeni bir karakterle tanışıp onların Nanning’den istedikleri bir görevi yerine getirmeye çalıştığı bir anlatı gelişiyor. Savaş zamanı bulunması imkansıza yakın beyaz buğday unu, tereyağı ve balın peşine düştüğü bu kişisel savaşında Nanning hem Amrum hakkında hem de kendi ailesinin geçmişi hakkında daha çok şey öğrenecek.
12 yaşında bir çocuğun gözlerinden hayata, dönemin toplumsal yansımasına bakan ve tarihi bir felaketin bugüne karşı sorumluluğunu hatırlatan bu filmden ayrıldığımızda kucağımızda bir tamamlanamamışlık hissi kalıyor. Kahramanıyla aynı yaşlardaki genç sinemaseverlerle birlikte izlenebilecek bir büyüme hikâyesi olarak tasarlanmış Amrum bunu yaparken savaş, faşizm ve nefret politikaları üzerine düşündürebilecek bir zemin yaratma fırsatına sahip ki bu açıdan oldukça önemli. Ancak filmde tüm bu kendi yarattığı potansiyeli değerlendirmemek için uğraşan bir çekingenlik olduğunu söyleyebiliriz sanırım. Sinema tarihindeki benzeri klasiklerden sempatisini miras aldığı çocuk kahramanının çabası, emeği, öfkesi ve korkusu evrensel düzeyde karşılığı bulunan duygular. Böylesi bağ kurulabilir bir kahramanın hikâyesini anlatırken “Naziler kötüydü” dışında söylenebilecek her türlü lafı sakınmak doğal olarak filmi günümüz dünyasına dair geçerliliği olabilecek bir bağlantıdan mahrum bırakıyor. Kendi ailesinin kötüler tarafında yer aldığını fark eden Nanning’in, kasabadaki diğer herkesin, yani “iyilerin” ne yaparak iyi oldukları hakkında bir fikri yok mesela. Dolayısıyla biz de yalnızca Hitler’i sevmedikleri için iyi Almanlar olduklarını varsayabiliyoruz. Savaş bittikten sonraki final yolundaki kasap sahnesinde artık geçerliliği olmayan Nazi kuponları dışında herhangi bir ödeme imkanına sahip olmayan Nanning’in annesi Hille, diğer kasaba halkının nasıl ödeme yapabildiğini soruyor. Kasap da dolarla ya da takasla yapabildiklerini söyleyip Hille’ye kendi ailesininki gibi Amrum halkının ABD’ye göç eden geçmişini hatırlatıyor. Onurunu çiğneyerek hırsızlığa kalkıştığında Hille’nin etrafında ayıplayan bakışlarla görünen tüm “iyiler” temsilinin tamamıyla batmış bir ekonomi içerisinde, faşist yönetim tarafından savaşa sürüklenmiş bir sefillik ortasında neden bu kadar mutlu ve sağlıklı olduklarını anlayabilmek mümkün değil. Herkesin Hitler’in ölmesiyle yastık altından dolarlarını çıkararak bir anda mutlu mesut hayatlarına dönebildiği, yalnızca Hille gibi fanatiklerin bu sefilliği yaşadığı gülünç tablo filmin farklı anlarında karşılaştığımız parlak anların etkisini de geri çekiyor. Çılgın diktatörlerin kontrolü altındaki ülkelerde en uç köşede sürdürülen yaşamların bile nasıl mahvolabileceğini gösterme şansını, günümüz Almanyası ya da Avrupa politikalarına dair herhangi bir çıkarımda bulunulabilecek her türlü mesajdan kaçınarak tepiyor.

Kötünün de iyinin de ardına derinlemesine bakmaktan geri duran, günümüzde karşılık bulabilecek herhangi bir politik okumadan kaçınan senaryosu ne yazık ki Amrum’u potansiyelinin çok gerisinde bırakan, sözünü söyleyememiş, adını koyamamış ve yarım kalmış bir girişime dönüştürüyor. Anakaradan kaçıp adaya sığınan Alman çocuklarla kurduğu ilişki dahi derinleştirilmemişken finalde Nanning onlardan biriyle çok anlam veremediğimiz özel bir vedalaşma yaşıyor örneğin. Bu aşikâr sorunlarını bir kenara koyduğumuzdaysa Fatih Akın’ın yönetmenliği için ilgiye değer bazı yönelimlerin dikkat çektiğini de belirtmek gerek. Özellikle çocuk kahramanın sırtında yürüyen bir anlatı olmasının da getirdiği bir hassasiyetle açıklanabilecek farklı bir olgunluk seziliyor bu filmde. Dünyayı tanımlamaya çalışan gözler aracılığıyla gördüğümüz varsayılarak tasarlanmış bir kamera kullanımı ve etrafını daha çok dinleyen, seyreden, nefes alan bir kurguya sahip film. Adanın gerçekten nefes kesen doğal manzarasının da etkisiyle filmin geneline yayılmış görkemli bir sinematografi kullanımı mevcut olsa da burada bir yönetmen olarak hayatın doğal zamanını sinemada yakalama çabası estetikten öte filme biçimsel bir artı katıyor. Balı yapan arıları, gelgitin kumsalda bıraktığı izleri, solucan avlayan kumkuşlarını izliyor; ekinleri yatıran, dalgaları yaratan, savaşı bitiren rüzgârı dinleyebiliyoruz. Yarattığı dünyanın içinde etrafına bu kadar reaktif ve duyuları açık bir sinemanın izlerine Fatih Akın’ın gelecekteki işlerinde de rastlar mıyız, bilmek mümkün değil belki. Ancak senaryosunda gerçekleştiremediği bu aklıbaşında yönetimin, hafızalarımızda en az anlattığı hikâye kadar yer edeceği kesin. Günün sonunda Akın-Bohm ortaklığından izleyebileceğimiz son film olarak beyazperdeye yansıyan Amrum, Bohm’un vasiyetine yakışır incelikli bir veda.
