
21-28 Ekim tarihleri arasında Zorlu PSM’de deneyimleme şansını bulduğumuz Ars Electronica Festival, görünen ile ötesini, gerçek ile yaratılmış olanı, insan ile doğayı ikili çarpışmalarla yüz yüze bıraktı. Tam da soru işaretlerimiz tükendi sandığımız sırada, bu etkileşimden doğacak yepyeni sorulara ve potansiyel cevaplara alan açtı.
1979 yılında kültür, eğitim ve bilim enstitüsü olarak hayata geçirilen Ars Electronica, “Geleceğin Müzesi” ile Linz’de toplumun teknoloji ve sanatla ilişkilenmesini amaçlıyordu. 1995 yılında şirketleşip 1996 yılında teknolojik çalışmaları önceleyen Futurelab’ı açan organizasyon, 2009 yılında yenilenen ana merkezinde 2014’ten bu yana Ars Electronica Festival‘i düzenlemeye başladı.
Uzun uzun tarihlere dikkat çekmeye çalışmamın bir nedeni var. 1979’da kurulan, teknoloji, sanat ile toplum üçgeninde ilişkiyi ve iletişimi artırma kaygısı taşıyan bir kurum açısından bakılırsa, içinde bulunduğumuz 2025 yılında geleceği yaşadığımızı söyleyebiliriz. “Geleceğe Dönüş” filminin uçan ayakkabılarının hâlâ icat edilememiş olmasını gündelik esprilerin konusu hâline getirsek de akıl almayacak hızda ilerleyen teknolojinin her gün bizi bir öncekinden daha fazla etkilediğini ve gündelik yaşamımızda kapladığı hacmi artırdığını inkâr edemeyiz. 79 yılına kıyasla artık teknolojinin; toplumla kurduğu iletişimin yetersizliğini değil, kurulan bu ilişkinin -belki de istemediğimiz kadar iç içe ve kaçamayacağımız kadar kuşatılmış- sınırlarını, çerçevelerini ve tanımlarını temellendirme, etkilerini ve olasılıklarını inceleyip etik bir zemine oturtma çabalarını görüyoruz. Bu belirsizlikler, akıl almaz hızda ilerleyen teknolojik gelişmelerin zemin kontrolünün yapılmadan yaşamımızda aktif hâle gelmesine neden oluyor. Eğitim, hukuk sistemi, sosyal normların yapılandırılması bu hıza yetişemiyor. Elbette bu kontrolsüzlük, insan doğasının paranoya arzusunu besleyen güçlü bir damara da dönüşüyor. Büyük teknoloji şirketlerinin etik kurullarının bir anda işten çıkarılması gibi haberler, distopya hayranlarını heyecanlandırıyor.
Ancak tüm bunların yanında, dijital medya yeni bir keşif alanı sunuyor. Yeni tanımlanan bu alanda, son yıllarda kodlamalar, üretim şekilleri ve verilerin beslendiği kaynakların sorgulandığı uzun tartışmalardan geçtik. Ars Electronica Festival’in İstanbul sergisinde ise çok daha heyecan verici olduğunu düşündüğüm yeni bir alan keşfettim: Dijital sanatların insanlığı bizzat kendisine eğilmek mecburiyetinde bırakması. Ki kendisine eğilen düşünce eyleminin düşünce tarihinde bir çığır açtığını hatırlarsak festivalde deneyimlenen işlerin potansiyeli hakkında daha gerçekçi bir analiz yapabileceğimizi düşünüyorum.

Kulağa sıkıcı gelecek küçücük bir felsefi hatırlatma yapalım. Descartes, dillere pelesenk olmuş “Düşünüyorum, öyleyse varım” argümanını temellendirirken dört ana eşikten atladı. Öncelikle hiçbir şey bilmediğini hemen ardından duyu organlarıyla deneyimlediği hiçbir şeyin ona sağlam bir temel veremeyeceğini kabul etti. Çünkü buzlu bir sudan çıkardığınız elinizi oda sıcaklığında bir suya daldırırsanız o suyun sıcak olduğuna inanabilirsiniz. Sonra, rüyalarında gördüğü şeyleri uyku esnasında gerçek sandığını, bu nedenle şu an, gündelik yaşamın içerisindeyken bir anda uyanabileceğini düşünerek deneyimlerinin de güvenilir olmadığını ispatladı. En son ve biraz eğlenceli eşik ise, kötücül bir şeytanın insanın aklıyla oynayabilme ihtimaliydi, yani üzerinde etkimiz olmayan bir güç bize istediğini gösterebilir, yaşatabilir, tüm bunların gerçekliğine inandırabilirdi. Şimdi bunların tamamına baktığımızda, duyu organlarımız, düşüncelerimiz ve zihnimiz, hiçbiri bize varoluşu temellendirebilecek sağlam bir zemin vermiyor, çünkü pek sevgili filozofumuz tamamını çürüttü. Ancak elimizde kalan bir şey var, tek bir şey: Tüm bu düşünce egzersizleri (meditasyonlar) esnasında, şüphe ediliyor.
Eylemi gerçekleştiren, eyleyen Descartes, şüphe ettiğini yadsıyamaz. Eğer bu yadsınamaz bir gerçeklik ise, bir düşünce eylemi olan şüphe etmeyi eyleyen bir özne de olmak zorunda, “Düşünüyorum, öyleyse varım!” Ne kadar da dolambaçlı bir yoldan geçip insanın sorgulamasının yine bizzat kendisine döndüğünü takip edebildiniz mi? Düşünce en sonunda kendi üzerine eğiliyor, aynı Ars Electronica’daki bazı işler gibi.
Marc Vilanova‘nın “Cascade” isimli 2023 yapımı işi, yüksek ihtimalle görselliği nedeniyle de sosyal medyada en çok karşınıza çıkan eser olmuştur. Heykelsi ses enstalasyonu olarak tanımlanan bu eserde, ışık yayan optik kablolar bağlı oldukları hoparlörlerden aşağıya dökülüyor ve bir çağlayan görseli çiziyor. Kablolar, ses frekanslarıyla etkileşime girip titreşmeye başlıyıor ve böylece harekete geçiyor. Buradaki gizli analoji, göçmen kuşların göç zamanlarını anlamak için şelalelerin bizim kulaklarımızla duyamadığımız frekanslardaki seslerini duymaya ihtiyaçları oluşu. Eserin künyesinde bu duyulamayan frekanstaki seslerin, insanın her şeyin mutlak ölçütü olma otoritesini yıkma amacı taşıdığı belirtiliyor. Bu duyulamama hâli, kıpırtılarıyla cezbeden parıltılı kablo çağlayanına temas etme isteğini artırıyor. Sahiden de akıntısını hissedebildiğiniz bir nehirde gibiydim.

Vilanova, bu sesler ve frekansların, teknolojik gelişmeler ve sanayi ile iyiden iyiye bozulduğunu ve var olan seslerin de kuşlar tarafından artık duyulamadığını sembolik olarak sorunsallaştırmak için üç ayrı çağlayandan ses kayıtları almış. Buradaki işin arkasındaki emeğe, işaret ettiği soruna karşı yarattığı farkındalığa ve çoğaltabileceğimiz pek çok nedenle esere övgüler dizmeye başlayabiliriz. Ancak bence asıl etkileyici kısmı, bu çağlayan perdesinin dokunulabilir-interaktif olması. Sanatçı bu perdeye ve akışa dokunmanızı ve dahil olmanızı teşvik ediyor çünkü zaten yaşadığımız hayat gereği farkında olsak da olmasak da o perdeye, o akışın, titreşimin frekansına dokunuyor, müdahale ediyor ve bozuyoruz. Hele ki bu akışın içinden geçip, arkasına girip, ortasında kalıp değişik figürlerde poz vermek için başında fotoğraf çekilmeyi bekleyen insan yığınlarını gördükçe eserin anlamı daha da derinleşiyor.
Cod.Act tarafından geliştirilen πTon/2, bir yılana benziyor. Sanki hastanelerde nefes almamızı sağlayan solunum borularının bir anda canlandığı bir korku filmindeymişizcesine yerde yatıyor. Kendi hâlinde mi yoksa bir hamleye mi hazırlanıyor, belirleyemiyorsunuz. Bu tekinsizlik veren tuhaflık sadece görüntüsünden değil, hareketine eşlik eden seslerden geliyor. Bas klarnet sesinden türetilmiş bu seslerin o karanlık odadaki etkisini ne dersem diyeyim yeterince anlatamayacağım.

Tabii buradaki rahatsız edicilik, seslerin ve görüntünün yardım isteyen aciz bir hayvancık ile tehditkâr bilinmeyen bir canavar arasında gidiş gelişleri ve bu sırada sizin ve ruh hâlinizin nasıl konumlanacağını bilemeyişi ile kalakalmanız değil. Son derece insanlara hitap eden ve direkt (hem Türkçe hem İngilizce) iletişim kuran bir yanı var; yerdeki uyarı işaretinde “Dokunmayın, ısırabilir!” yazıyor. Dokunmak, dahil olmak, parçası hâline gelmek isteyen izleyiciyi kelimenin her anlamıyla dışarıda bırakan eserin, bu cüretkâr tehdidi, seyircinin dokunma, dahil olma arzusunun temelini sorgulayacak bir ünleme dönüşüyor.
Araştırmalarım sırasında, Kerry Skyring‘in “The machine is the message”metninde, cihazın sanatının mahiyetinin “cihazın kendisi” olarak tanımlandığını görünce bu ünlem daha da dikkat çekici bir hale geldi. Böylece Piton da Marshall McLuhan’ın “araç mesajdır” olarak bilinen (mesajın, o mesajı ileten araç seçimi ile anlamlandırıldığı) argümanından esinlenen bir cümle ile tanımlanıyor: “Cihaz mesajdır” çünkü biçim, görünüm ve işlev birbirinden ayrıl(a)mıyor.
27 ayrı kutunun içerisinde zar atan ve rastlantısallığın sınırlarını arayan bir diğer işe bakacak olursak, Mathias Gartner ve Vera Tolazzi‘nin “The Transparency of Randomness”isimli çalışması, dikenli dallar, pamuk, mantar, biber, ahşap gibi kutulara yerleşen doğa ile rastlantısallığı etkileyecek bir zemin oluşturuyor. Böylece, öngörülemeyen ve hesaplanamayan sonuçlara alan açıyor. Bu işin set-up’ında her bir zemini dokunarak deneyimleyebileceğiniz bir masa ve karekod bulunuyor. Bu kodu telefonunuzdan okutarak kendi doğal yüzeyli kutunuzu seçiyorsunuz, bu seçim ile mor rengi alan kutunuzda zarın atılacağı koordinatı ve yüksekliği kendiniz belirliyorsunuz ve ta daa, tuşa bastığınızda zarınız atılıyor.
Seyirci öznelerin, doğa ile teknolojinin rastlantısal bir belirlenim üretmeye çalıştığı bu döngünün ortasında kendisine alan açmakla kalmayıp muktedir ve belirleyici otorite olarak kendisini konumlandırmasını sağlayan bu çalışma, yine seyircinin bizzat kendisine dönüp kendisini bu konuma yerleştirmeye neden meyilli olduğunu sorgulamasını sağlayacak bir etki yaratıyor. Yani, bu sonsuz döngüde devam eden düzen içerisinde, bu düzeni belirlenemeyen sistemde, bir insan etkisine, belirleyiciliğine ve katalizörlüğüne ihtiyaç aslında hiç ama hiç yok.
Peki, seyirci konumundaki insanın?

Tüm eserlerin arasından favori üçümü seçmekte zorlandım. Ancak bahsettiğim şekliyle insanın kendi doğasına, düşüncelerine ve dürtülerine dönmesini sağlayan işlerin, zihnimde yeni bir tartışma alanı açması işimi kolaylaştırdı.
Kendi duyu organlarının yetersiz kalacağı bir seyir deneyiminden, akışın düzen bozan parçası hâline izleyiciyi taşıyacak Cascade; duygu manipülasyonlarının savurduğu seyirciye dışarıda kalma buyruğu ile bir adım daha uzaklaşan ve yapısının organik olarak tanımlandığı πTon/2 ve dahil, belirleyici, muktedir otorite olma ihtiyacını yüze vuran The Transparency of Randomness, benim görmekle kalmayıp mutlaka araştırmanızı da önerdiğim eserler.
Tüm bu saydıklarımın dışında kalan birbirinden kıymetli eserlere de kısaca bakalım.
Tayland stüdyosu BIT.studio‘nun FLOCK OF isimli cam bir fanustaymışsınız gibi hissetmenizi sağlayan uçan balıkları arasında dolaşarak bu festival deneyimine başlıyorsunuz. Balıklara dokunmuyoruz, ancak onlar kolektif davranışlarını kendileri üzerlerinde taşıdıkları sensörler ile belirliyor. Aşağıdan ayaklarımın dibine geleni mama isteyen bir kediye benzetirken bir başkası tam karşıdan başıma çarpıyor.
Hemen ardından Symbiosis, seyirciye varoluş ve yeni imkânlar deneyimi sunuyor. Belirlenmiş noktaya konumlandığınızda derin bir nefes sesi eşliğinde size bir baloncuğumsu tanımlanıyor. Sizin hareketlerinize göre şekillenen ve hareket eden bu varoluşçuk, suda yaşayan bir form gibi hissettiriyor ve sesleri de bu hissi güçlendiriyor.
Buradan devam ettiğimizde, şu anda çalışmayan -birinci- büyük siyah piton bizi bekliyor. Çalışmayan versiyonuyla lastik ve plastik çöplerinin bir noktada bize yer bırakmayacak kadar çoğalacağını söylemeye çalışan bir iklim krizi işine benzetilebilir sanki.
Arkasına geçtiğimizde mis gibi bir Türk kahvesi kokusu, şöyle küçük bir mola verelim diyenler için tam yerine konmuş. Ancak bu bildiğimiz bir kahve deneyimi değil, bu defa falınıza yapay zekâ bakıyor. Fincanınızı yerleştirdiğinizde telvedeki izleri tarayan AI, size sembollerin anlamını bir liste oluşturarak aktarıyor. Ancak bildiğimiz falların masalsı dili olmadığı için, bizzat sanatçının da belirli günler ve saatler aralığında, falınıza bakmak için orada olacağını belirtmeliyim. İnternet sitesinden takip edip sembol bilim alanında uzmanlaşmış Özcan Ertek’in falınıza bakma şansını kaçırmayın.
Hemen ardından bizi alglerin mercanlarla kurduğu mutualist ilişkinin çevre kirliliği, iklim sorunları ve benzeri nedenlerle bozulduğunu gözlemlemizi sağlayacak FadingColours, mercanların sağlıksızlığını gösteren -mercan beyazlamasını- gerçek zamanlı gözlemlemenizi sağlayan bir masayla karşılıyor.
Verinin kırılganlığı temasına en uygun ve belki de en evil genius- kötücül deha iş ise, sosyal medyayı yerinden oynatan Papa’nın montu ve Pentagon patlamasını merkeze alıyor. Anatomy of Non-Fact, AI’ın gücünü, kullanımını ve görünenin, gerçeğin ötesine geçişini ve potansiyel etkilerini merkeze alıyor. (Tarafımı seçmekte oldukça zorlandım ancak ıstakoz pençeli Papa, en başarılı olandı sanırım.) Şaka bir yana, geceleri çocuk parkında oynayan kangurular ve eve yatıya gelen ünlü politikacılar görselleriyle daha esprili, zararsız, mizahi ve nahif bir yerinde olduğumuzu zannettiğimiz gerçekliğin yeniden üretildiği görsellerin yaşamı etkileme gücünün din ve ekonomi üzerinden gerçekte ne kadar büyük bir tehlike arz ettiğini gösteren bu çoklu eser, en sonunda kendi gerçekliğinizi oluşturabileceğiniz ve pazara çıkarabileceğiniz bir çeşit konsol tanımlıyor. Oyunu oyunun kurallarına göre, oyunun içinden ve hatta oyunun kendisi olarak eleştirebilen bu dahiyane çalışma, Martyna Marciniak imzalı. Manuel konsol kullanım rehberinizi almayı unutmayın.
Burada karşınıza ayrıca Emre Meydan’ın kod tabanlı üretimleri sorguladığı “Plotter drawings from the series “clp” & “wrp”” serisi, openAI ile kuyuya atılan taşı daha çok sorgulayacağımızı ve Ceren Su Çelik’in çok kanallı olmanın aslında hiç kanallı olmak gibi bir anlamsız kaosa sebep olduğunu üç kanallı bir video ile anlattığı “The Curse of Dimensionality“si çıkıyor. Ayrıca kategorize edemediğim bir diğer en etkilendiğim çalışma, unutulmuş ve terk edilmiş mekânların izini sürüyor. İmelda Kuyumcu ile Gözde Betülay Yorulmaz’ın “Fragmentation“ı, yapay zekâ ve uydu görüntüleri ile, insanların olmadığı bir mimari gerçeklik yaratan yerleştirme, aslında modellediği tüm o eski apartmanlar, merdivenler ve merkezler ilebugünün ardında kalan dünün hafızalarda yer alamamasını da somutlaştırıyor.