
Édouard Louis, 1992’de Fransa’nın kuzeyinde, sanayi kasabasının gri ve soğuk sokaklarında doğdu. Babası bir fabrika kazasında kelimenin tam anlamıyla belini kırdıktan sonra aile, sosyal yardımlar ve annesinin arada sırada yaptığı işlerle ayakta kalmaya çalıştı. Louis’nin çocukluğu kolay değildi; dayak, ihmal ve sınıf farklılıkları hayatının hemen her ânına sindi. Ancak bu zorlu deneyimlerden yola çıkarak edebiyata adım attı. İlk romanı “Eddy’nin Sonu” ile kendi çocukluğunu, eşcinsel olarak büyümenin acımasız gerçeklerini ve sınıf mücadelesini anlattı. Ardından gelen kitaplarında babasının ve çevresinin yarattığı şiddeti, kendi cinsel kimliğini ve toplumsal sınıflar arasındaki uçurumu derinlemesine işledi. Denebilir ki Louis’nin “otokurgu” eserleri hem bireysel hem de kolektif bir tarihin ürünü.
Ve işte son eser, “Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri” hem edebiyat dünyasında uyandırdığı yankı hem de sahneye uyarlanmasıyla Louis’nin yazarlık serüveninde farklı bir boyut kazandı. Moda Sahnesi tarafından Kemal Aydoğan yönetmenliğinde sahneye taşınan tek kişilik gösteri, neredeyse iki saati aşan süresiyle izleyiciyi adeta Eddy’nin annesi Monique’in yaşamının içinde gezdiriyor. Oyun, Louis’nin annesi Monique’in dönüşümünü evlilik, şiddet, yoksulluk ve sınıf mücadelesiyle örülü yaşamının en keskin ve dokunaklı anlarıyla işliyor.

Monique’e sahnede can veren Onur Ünsal, tek kelimeyle “mükemmel” performansında bir kadının yaşadıklarını anlatmakla kalmıyor, izleyiciyle kadın arasındaki bağları da görünür kılıyor. Hınçla yıkanan bulaşıklar, ütü yaparken söylenmeler, yer silerken fırlatılan bezler ve ocakta unutulan yemek izleyiciye kendi annesini hatırlatıyor. Oyun sırasında sağımdan solumdan gelen “Benim annem de böyle.” fısıltıları ya da “Aynısı ya annemin aynısı.” cümleleri eşliğinde atılan kahkahalar bunun ispatı. Çünkü neredeyse hepimizin annesi patriyarkanın kurbanı oldu ve bize bir yanıyla buruk bir yanıyla da neşeli bir şekilde hayatta kalmayı öğretti, hem de otoriteye ve toplumun akıl almaz geleneklerine rağmen. Monique’in yaşam öyküsü de aynı toprakta filizleniyor: Mutsuz evlilikler, arka arkaya gelen çocuklar, sadakatsizlik, şiddet, hakaret ve tüm bunlara karşı, yitip giden bir yirmi yıl için sessizce yakılan ağıtlar…

Alt sınıf ve üst sınıf arasındaki uçurum, queer deneyim ve sosyal hareketlilik temaları da kendini gösteriyor oyunda. Louis’nin kendi hayatında deneyimlediği “sınıf ihaneti” ve bu süreçte yaşadığı suçluluk duygusu da annesinin hikâyesi üzerinden sahneye yansıtılıyor. Bu, izleyicinin sadece Monique’in değil, Louis’in hayatındaki çatışmaları ve dönüşümleri de anlamasını sağlıyor. Finalde izleyici Monique’in geçtiği dar dehlizlerin bittiğine ve kendi kimliğini bulduğuna şahit oluyor. Bu arada küçük bir sitem: Keşke Monique’in o kısa mavi elbiseli ve ömrü boyunca arzuladığı makyajlı yeni kimliğini sahnede biraz daha görebilseydik.
Özetle “Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri”nde duygular çıplak, anılar yoğun ve gerçek. Daha da önemlisi yıllarca sömürülmüş bir kadın en nihayetinde kendi yaşamının öznesi olmayı başarıyor. Yazarımız Eddy’nin çocukken annesi için bir şato inşa etme isteği de zaferin en görkemli işareti olarak bu metinle tarihe geçiyor.
Ve son olarak, Ayberk Erkay’ın çevirisinden, tadımlık:
“Yakınlaştılar, bu defa işlerin farklı yürüyeceğini, babamla ya da ilk kocasıyla olduğu gibi olmayacağını anladı: ‘Bu defa kontrol bende. Kuralları ben koyuyorum.’ Aşk, ömrü boyunca, daima emir verilen ya da emir alınan, iktidar ilişkilerinin asla askıya alınmadığı bir alan olmuştu. Televizyonda bir sunucu kadının ‘kadınlık onuru’ndan bahsettiğini duymuştu ve artık yaptığı seçimlerle verdiği kararları izah ederken bu ifadeyi kullanıyordu. Kendi tarzınca, siyasi bir özneye dönüşüyordu.”