Şu rock’n’roll var ya… Rock’n’roll bir türlü yok olmuyor. Bazen kış uykusuna yatar, bataklığına geri çekilir. İçinde var olduğu evrenin döngüsel doğası ona bazı kurallara uymayı zorunlu kılar. Ama o hep orada, bir köşenin hemen ardında bekler. Çamurun içinden yeniden yolunu bulup hiç olmadığı kadar iyi görünerek geri gelmeye hazırdır. Evet, rock’n’roll bazen solmuş gibi görünebilir ama asla ölmeyecek. Ve bunun için yapabileceğiniz hiçbir şey yok.
Bu sözler Alex Turner’ın 2014 BRIT Awards konuşmasından. Rock müziğin döngüsünü bundan daha iyi anlatmak ise mümkün değil. Tam da bu sözleri düşünürken Live Nation’ın “rock ve metal hiç olmadığı kadar talep görüyor” manşeti gözüme çarptı. Ben ise verilerin ötesinde, bu müziğin bugün bizde nasıl karşılık bulduğuna değinmek istiyorum. Çünkü müzik hakkında her şeyi sayılarla ölçüp yapaylaştırdığımız bu çağda, veriler kadar hislerin ve ruhun da önemli olduğunu düşünüyorum. Rakamlar bize çok şey söylese de bu, müziğin bizde bıraktığı hisleri açıklamaya yetmez. O yüzden sormak lazım: Bu yükseliş gerçekten yeni bir çağ mı, yoksa nostaljinin basit bir kışkırtması mı?”
Live Nation’ın son verileri, ağır müziğin ana akım sahnede gözle görülür biçimde genişlediğini söylüyor: Arena ve stadyum konserlerinin hatırı sayılır bir bölümü artık rock/metal bayrağı altında. “Heavy” kategorisindeki konser sayıları da geçtiğimiz yıl belirgin biçimde arttı. Bring Me The Horizon, Bad Omens, Ghost, Sleep Token, Turnstile gibi yeni nesil oyuncular pop yıldızlarıyla yarışan kalabalıklar topluyor. Öte yandan devler—Korn, System Of A Down, Linkin Park, Metallica—hem streamlerde hem de dev sahnelerde hâlâ ağırlığını koyuyor. Welcome To Rockville, Aftershock, Inkcarceration gibi festivaller de her yıl üzerine koyarak büyümeye devam ediyor.
Özetle, kâğıt üzerinde bu “geri dönüş” için kanıt bol.
İkisi de aynı akışta ilerliyor. Bir yanda 2000’lerin enerjisine duyulan özlem var; diğer yanda, bugünün dinleme biçimine uyum sağlayan, daha melez ve keskin bir anlatı. Bugünün dinleme alışkanlıkları, müziği hızla tüketilebilir kılıyor: kısa videolar, algoritmalar, çalma listeleri… Rock bu gerçekliği görmezden gelmiyor; nakaratların daha doğrudan kurulması, breakdown’ların -yani şarkının en sert anda patlayan bölümlerinin- “drop” anı gibi parlaması bundan. Ama rock bu düzenin kölesi olmuyor. Çünkü asıl hikâye hâlâ albümün bütününde, konser sahnesinde terle sınandığında tamamlanıyor. Sosyal medyada gördüğümüz videolarda yakalanan o an yalnızca bir davet; şarkının kalıcı olup olmayacağı, kulaklıktan çıkıp canlı performansta da aynı etkiyi yaratıp yaratmadığıyla belli oluyor. Yani rock bugünün hızına ayak uyduruyor ama ona teslim olmuyor. Tam da bu yüzden hâlâ “canlı”.
Yakın zamanda İstanbul’daki Limp Bizkit konserinde de bunun bariz bir örneğini gördük. Konser gecesinin ardından konuşulan şey çoğunlukla performansın teknik detayları değil, seyircinin yarattığı atmosfer oldu. Aynı anda yükselen uğultu, her iniş çıkışta büyüyen enerji dalgası, uzun süredir birikmiş bu açlığın bir patlaması oldu diyebiliriz. Rock’ın ruhu ise hâlâ burada, omuz omuza duran müzikseverlerin arasında. Ama kalıcılık yalnızca dev ekranlara, büyük sahnelere bağlı değil. Orta ölçekli mekânlar yaşamını sürdürebiliyorsa, yeni gruplar turne rotası çizebiliyorsa, bağımsız organizatörler risk alabiliyorsa tür asıl o zaman gerçekten güçleniyor. “Yükseliş” dediğimiz şey, taban beslendiği sürece anlam kazanıyor. Pit’te biri düştüğünde yanındakinin uzattığı el, bu müziğin en eski kuralı; görünürlük arttıkça o elin daha çok insana ulaşması da geleceğe dair en önemli işaret.
Evet, göstergeler ağır müziğin yeniden merkezde yer bulduğunu söylüyor. Ama rock’n’roll’un kaderini hiçbir zaman yalnızca göstergeler belirlemedi. Onu tamamlayan, sahnede gerilen telin dinleyicide bıraktığı hissiyat. Turner’ın dediği gibi bazen bataklığa iner, sonra başka bir bedenle geri gelir. Bugün olan da bu. Rakamlar ikna edici olsa da hikâyeyi tamamlayan ruh. Bu rock müzik için bir geri dönüşten çok, yerini ve dilini yeniden bulan bir döneme işaret ediyor.