Popüler kültür, bir toplumun ortak hafızasını hem yansıtan hem de şekillendiren dinamik bir alan. Bu alanın tam merkezinde de elbette sosyal medya var. Gündelik paylaşımlar aracılığıyla kültürel kodlar yeniden üretiliyor, kolektif tepkiler organize ediliyor, bireysel deneyimler kamusal hafızaya dahil oluyor. Ancak bu akışın ritmi Türkiye’de uzun zamandır sağlıklı işlemiyor. Çünkü burada gündem, sadece haberlerin sıralandığı bir kronolojik akış değil; zihinsel bir yük. Ülkenin politik, ekonomik ve sosyal yapısı, istisnai olanı olağan ve hatta sıradan hâle getirmiş durumda.
Seçilmiş bir belediye başkanının tutuklanma ihtimali, sabah saatlerinde ekranımıza düşen bir deprem haberi, akşamına gündem olan bir sansür kararı… Tetikte olmadığımız tek bir an yok. Sosyal medya da bu teyakkuz hissiyatının bir yansıması. Bir paylaşımın zamanlaması, içeriği, tonu artık yalnızca estetik bir tercih değil; ahlaki bir pozisyon gibi algılanıyor. Böylece bireysel hesaplar, kolektif vicdanın nöbetçisine dönüşüyor. İstanbul’daki büyük deprem konuşulurken kahve içmek ya da Ekrem İmamoğlu’na yapılanlar gündemdeyken yeni izlediğin bir filmden söz etmek sanki ayıp. Ülkenin gidişatıyla ilgili olmayan her paylaşım “gündemi değiştirmek istemiyorum ama” dipnotuyla yapılmak zorunda. İyi niyetli ama yorucu bir tutum bu.
Peki sürekli ve yalnızca travmayı konuşarak, acının içinde kalarak, “normalleşmeyerek” kaç gün, kaç ay, kaç yıl güçlü kalabiliriz?
Bugün popüler kültür üzerinden verilen referanslar, yalnızca kişisel zevklerimizin beyanı değil; temsil biçimi. Estetik tercihler bile politik hâle gelebiliyor. Hangi diziyi izlediğin, hangi karakteri savunduğun, neye güldüğün ya da neyi eleştirdiğin… Bunların hepsi, kişinin sosyal medyada kendine nasıl bir kimlik inşa ettiğini belirliyor. Ve bu kimlik, gündemle kurduğumuz ilişkiyi doğrudan etkiliyor.
Böyle bir atmosferde “Bu gündemde bir şey paylaşılır mı?” sorusu, yalnızca içsel bir sorgulama olmaktan çıkıp dijital bir etik soruna dönüşüyor. Özellikle hak arayışlarının, toplumsal tepkilerin yükseldiği dönemlerde sosyal medya bir mücadele alanı işlevi görüyor. Ancak bu alanın doğası gereği, tepkiler dalga gibi yükselip çekiliyor. Kriz anlarında zirve yapan içerikler, zamanla yerini sessizliğe bırakıyor. Ve çoğu zaman gündem değiştiğinde hafıza da silinmeye başlıyor.
Ancak kabul etmeliyiz ki direniş biçimleri değişkenlik gösterebilir. Siyasi ya da toplumsal tepkilerimizi yalnızca belirli dönemlerde yoğunlaştırmak yerine, gündelik yaşantının içine yaymak zorundayız. Bugünün dijital dünyasında görünür kalmak, sadece ses çıkarmakla değil anlatmaya devam etmekle sağlanabilir. Ve bu anlatının sürdürülebilir olabilmesi için yaşamın kendisine de yer açmak gerekir.
Çoğumuz sosyal medyada siyasal ya da toplumsal meseleler hakkında paylaşım yapmayı, bir tür sorumluluk olarak görüyoruz. Bu doğru. Çünkü görünürlük, politikayla doğrudan ilişkili. Bizi takip eden insanların neyi gördüğü, neye maruz kaldığı, hangi kelimelerle karşılaştığı kolektif bilinç üzerinde etkili. Ancak bu görünürlüğü yalnızca birkaç güne sıkıştırmak, sürdürülebilir değil. Sürekli aynı tonda devam eden paylaşımlar bir süre sonra etkisini kaybediyor. Görüntüler silikleşiyor, cümleler nötrleşiyor, içerikler bir algoritma kalıntısına dönüşüyor.
Dahası, bu tarz yoğun ve aşırı odaklanmış paylaşım biçimi, kişisel tükenmişliği de tetikliyor. Psikolojide “travma tekrarı” olarak tanımlanan bu durum, zihinsel dayanıklılığımızı aşındırıyor. Bir süre sonra tepki verme refleksi kayboluyor. Sessizlik, yorgunlukla karışıyor. Ve bu hâl, yalnızca bireysel değil toplumsal bir kırılma yaratıyor. Çünkü hatırlamanın yolları tükendiğinde, unutmak kaçınılmaz hâle geliyor.
Sosyal medya, bireysel hikâyelerin kamusal alandaki yankısı. Ancak biz bu alanı sadece büyük felaketlerin, adaletsizliklerin megafonu haline getirdiğimizde kendi hikâyemizi yitiriyoruz. Yediğimiz bir yemek, dinlediğimiz bir şarkı, çiçek açan bir ağaç… Tüm bunlar toplumsal mücadeleden kopuk değil. Aksine, “insan kalabilmenin” yolları.
Bu yüzden gündemi değiştirmek değil, gündemin içinde kalmak ama kendimizi de unutmamak gerek. Bu bir denge meselesi. Adalet arayışını gündelik hayatla birlikte yürütmek, onu sadece kriz anlarında değil, yılın her günü konuşabilir hâle getirmek.
Belki de yeni direniş biçimimiz tam da bu: Paylaşmaya devam etmek.
Peki bu gündemde ne paylaşılır?
Aslında her şey.
Bir adaletsizliği görünür kılmak da dinlediğiniz bir albümü ya da pişirdiğiniz bir yemeği paylaşmak da bu bütünün parçası. Çünkü hayatımız zaten bu kadar karmaşık. Ve sosyal medya da bu karmaşıklığın aynası. Bazen sıradan görünen bir paylaşım, devam etmek için ihtiyaç duyduğumuz enerjiyi kazanmanın en etkili yolu olabilir. Hayatı göstermenin kendisi, unutmaya karşı bir direnç noktası oluşturabilir.
Hannah Arendt’in ifadesiyle, totaliter rejimlerin en çok tehdit ettiği şeylerden biri “kamusal hafıza”dır. Hatırlamayı sürdürmek, unutturmaya direnmektir. Ve bu da ancak gündelik hayatın içine dağılmış, süreklilik kazanmış bir paylaşım kültürüyle mümkün.
Bu noktada sosyal medya kullanımını reklamcılıktaki “native içerik” anlayışıyla eşleyebiliriz. Yani içerik, platformun doğasına uygun, onun akışına entegre bir biçimde sunulmalı. Bir belediye başkanının tutuklanmasına dair düşüncelerini paylaşırken aynı gün bir sinema salonunda yaşadığın deneyimi anlatmak, bu iç içeliği sağlayabilir. Böylece siyasi bilinç gündelik olanla birlikte yürür; sönümlenmez, törpülenmez.
Tarih de bunu söylüyor aslında. 20. yüzyılın en büyük yıkımlarından biri olan II. Dünya Savaşı sırasında bile Avrupa’da sanat üretimi devam etti. Virginia Woolf, Londra bombalanırken yazdı. Bertolt Brecht sürgündeyken tiyatro yaptı. Çünkü hayat devam etmezse direnişin de anlamı kalmaz.
Yaşanan her şeyin yükünü bir döneme yığmak, o dönemi ağırlaştırır.
Sonrasında gelen sessizlik ise, her şeyi silip süpürür.
Bunun yerine, farkındalığı hayatın içine dağıtarak sürdürebiliriz.
Çünkü hatırlamak bir seferlik değil; ritmik bir eylemdir.
Unutmamak için, unutturulmamak için, paylaşmaya devam etmeliyiz.
Hem kendimizi kaybetmeden yaşamak hem de hafızayı kaybetmeden direnmek için.
Ve evet, gündelik hayatınızı da paylaşabilirsiniz.
Bir espriyi, bir gezintiyi, sevimli bir kediyi… Bunlar sizi mücadeleden azade kılmaz.
Aksine, size devam etme gücü verir.
Çünkü direniş sadece yüksek sesle değil, istikrarla da olur.
Hayatın içinde kalmak, bu karmaşada insan kalabilmek zaten başlı başına bir politik tavırdır.