Müzik

Eurovision: Belki bir gün, yeniden o sahnede oluruz

Eurovision’u yalnızca bir müzik yarışması olarak görmek, bu hikâyenin büyük bir bölümünü gözden kaçırmak olur. Bu yarışma aynı zamanda uluslararası ilişkilerin, kültürel kimliklerin ve politik duruşların dolaylı bir sahnesidir.
Ayşe Demir - 29 Nisan 2025
post image

Takvimler mayısı gösterdiğinde, baharın da gelişiyle birlikte Avrupa’dan yükselen müzik sesi her zamankinden daha yüksek çıkar: sahneler kurulur, eğlenceler düzenlenir, milyonlarca insan tek bir şey için televizyon başına geçer.

Eurovision Şarkı Yarışması, ilk bakışta yalnızca renkli sahneler, melodiler ve eğlence dolu bir etkinlik gibi görünür. Ancak biraz daha dikkatle incelendiğinde, perde arkasında çok daha karmaşık ve katmanlı bir hikâye barındırır. Türkiye’nin Eurovision’daki yolculuğu ise bize yarışmanın politika ile sanat arasındaki ince çizgisini keşfetmek için eşsiz bir pencere sunuyor.

Bir yumuşak güç meselesi

Eurovision hiçbir zaman sadece müzikten ibaret olmadı. Ülkeler sahneye yalnızca şarkı göndermiyor; aynı zamanda ulusal kimliklerini, kültürel miraslarını ve hatta politik mesajlarını da taşıyorlardı. Oylamalarda yaşanan dinamikler bunu açıkça ortaya koyuyordu. Yunanistan ve Kıbrıs’ın her yıl birbirine en yüksek puanı vermesi, Balkan ülkeleri ve İskandinav ülkeleri arasında gözlemlenen bölgesel dayanışmalar, yarışmanın yüzeydeki eğlencesinin altında işleyen diplomatik ilişkilerin bir yansımasıydı. Bazı yıllarda bu politik göndermeler çok daha belirgin hâle geldi.

Örneğin 2016’da Ukrayna, Jamala’nın “1944” şarkısıyla Kırım Tatarları’nın sürgününü anlatarak ve dolaylı bir biçimde Rusya’yı eleştirerek birinciliğe uzandı. 2022’de ise Rusya’nın Ukrayna’yı işgali sürerken, Ukrayna yarışmaya güçlü bir tepki mesajıyla katıldı ve yine birinciliği kazandı.

Tüm bu örnekler, uluslararası ilişkilerde kültür ve sanatın nasıl bir yumuşak güç (soft power) aracı olarak kullanıldığını gözler önüne seriyor. Joseph Nye’nin geliştirdiği bu kavram, ülkelerin askeri ya da ekonomik baskı kullanmadan, kültür, sanat ve değerler yoluyla etki alanı kurmasını açıklar. Eurovision sahnesi de tam olarak bunu sağlar: Ülkeler burada yalnızca seslerini değil, siyasi konumlarını, özgürlük anlayışlarını ve Avrupa’ya ait olduklarını dünyaya ilan ederler. Mikrofonlar şarkılar için tutulmuş gibi görünse de, perde arkasında uluslararası diplomasinin tüm renkleri ve çatışmaları dolaşır.

Türkiyenin Eurovision hikayesi

Türkiye, Eurovision macerasına 1975 yılında başladı. Semiha Yankı’nın söylediği “Seninle Bir Dakika” ile sahneye ilk adımımızı attık… ve o yıl sıfır puan alarak sahneden indik. Bu ilk deneyim, Türkiye’nin Avrupa ile kurmaya çalıştığı kültürel ilişkinin başlangıcı gibiydi: biraz çekingen, biraz dışlanmış ama çabalamaktan vazgeçmeyen bir tavır.

Ardından yıllar içinde inişli çıkışlı bir grafik çizdik. 1997’de Şebnem Paker’in ‘Dinle’siyle üçüncülük, 2003’te ise Sertab Erener’in ‘Everyway That I Can’ şarkısıyla tarihi birinciliğimiz geldi. Sertab’ın birinciliği sadece müziksel bir zafer değildi; yüzünü Batı’ya dönmüş bir Türkiye imajının, Avrupa değerleriyle uyum içinde olma arzusunun da bir yansımasıydı.

2000’ler boyunca Türkiye, Eurovision sahnesinde güçlü ve özgüvenli bir profil çizmeye başladı. mor ve ötesi’nin ‘Deli’si, Athena’nın ‘For Real’ı, Hadise’nin ‘Düm Tek Tek’i gibi parçalarla; modern sound’lar, dinamik sahne şovları ve profesyonel performanslarla Avrupa sahnesinde yerimizi sağlamlaştırdık. Artık yalnızca katılan bir ülke değil, iddialı bir oyuncu olarak yarışmanın önemli bir parçası haline geldik. Fakat bu görünürlük uzun sürmedi. 2013 yılında Türkiye, aniden yarışmadan çekildiğini açıkladı. TRT, oylama sisteminin adaletsizliğinden ve yarışmadaki bazı sahne performanslarının “ahlaki değerlere uymadığından” şikayet ediyordu. Ama işin gerçeği bundan çok daha derindi. Bu çekilme, yalnızca bir yarışmadan vazgeçiş değil, Türkiye’nin Batı’yla arasına koyduğu mesafenin sanatsal bir yansımasıydı.

Türkiye’nin Eurovision’dan ayrılışı ve değişen kültürel iklim

Türkiye’nin Eurovision’dan çekilişi, yalnızca bir “teknik protesto” olarak açıklanmadı.
TRT yetkilileri, yarı yarıya halk oylamasına geçilmesi ve jüri sisteminin adaletsizliği gerekçesiyle yarışmadan memnun olmadıklarını söylediler. Ayrıca, son yıllarda yarışmada artan LGBT+ görünürlüğü ve sahne şovlarının “Türk aile yapısına” uymadığı da açıkça ima edildi.

Fakat bu gerekçelerin arka planında daha derin bir dönüşüm saklıydı: Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinde yaşanan kırılmalar ve içeride yükselen muhafazakâr iklim. 2010’ların başında Türkiye, artık Avrupa ile aynı sahnede görünmek istemiyordu. Bu çekilme, bir yandan sessiz ama çok net bir politik protestoydu: “Sizin değerlerinizle aynı yerde durmuyoruz.” Diğer yandan, Eurovision’un temsil ettiği özgürlükçü, çoğulcu ve kültürel çeşitliliği savunan atmosferden bilinçli bir kopuşun da ifadesiydi. Türkiye’nin Eurovision’dan çekilmesi yalnızca müzik dünyasında değil; sanat, diplomasi ve kültürel politika alanlarında da büyük bir boşluk yarattı. Bu boşluk ise bugün hâlâ hissediliyor. Her yıl yarışma zamanı geldiğinde, hem Türkiye’deki müzikseverler hem de diğer Avrupa ülkelerinin halkları, Türkiye’nin sahneye geri dönmesini diliyor. Çünkü Türkiye, yarışmaya sadece ses değil; renk, dinamizm ve güçlü sahne enerjisi katıyordu.
Ama artık bu sahneye uzaktan bakıyoruz; hem fiziken hem de zihnen.

Çekilmenin ardından Türkiye’de kültür ve sanat alanında yaşanan değişim de bu kararın bir uzantısı gibi ilerledi. Yıllar içinde festivaller ve konserler iptal edildi, sinema sansürlendi, tiyatro oyunları yasaklandı, müzisyenler eserleri yüzünden yargılandı. Sanatın özgür ifade alanı daraldı, yaratıcı üretimler üzerinde görünmez bir otosansür iklimi kuruldu. Tüm bu gelişmeler, Eurovision’dan çekilmenin bir istisna değil, daha geniş çaplı bir kültürel kapanmanın işareti olduğunu gösteriyordu. Ve en acısı, bu kapanmanın hem sanat dünyasında hem de toplumun kolektif ruhunda kapanmayacak, derin izler bırakmasıydı.

Tarafsız olan taraf olmaz

Bir kesim sanatın apolitik olması gerektiğini savunur: sanat yalnızca güzellik ve eğlence için var olmalıdır derler. Oysa gerçek şu ki, sanat, hayatın ta kendisidir ve hayat politikadan ayrı düşünülemez. Eurovision gibi dev bir kültürel etkinlikte sanat, ister istemez politik bir araç hâline gelir: kimi zaman özgürlük taleplerini, kimi zaman ulusal kimlikleri, kimi zaman da direnişi sahneye taşır. Sessiz kalmak bile bir politik duruştur; tarafsızlık, çoğu zaman mevcut düzenin sessiz destekçisi olmaktır. Bu yüzden sanatçılara, kurumlara ve izleyicilere büyük bir sorumluluk düşer: Sanat, hayatı olduğu gibi göstermekten çekinmemeli, yalnızca var olanı değil, olması gerekeni de hayal edebilmelidir.

Eurovision’un rengârenk sahneleri, ışıklar altında yalnızca şarkılarla değil, kimliklerle, tarihlerle ve duruşlarla da yankılanır. Her performans, görünmeyen bir hikâye taşır; her melodi, sınırların ötesinde insanları birbirine bağlayan görünmez bir köprü olur. Eurovision yalnızca bir müzik yarışması değil; kültürel kaynaşmanın, ortak duyguların ve dayanışmanın sahnesidir. Ayrıca ev sahibi ülkelere sağladığı turizm gelirleri, kültürel prestij ve uluslararası görünürlük gibi ekonomik ve diplomatik katkılar da göz ardı edilemez.

Türkiye’nin Eurovision’dan çekilişi, sadece bir yarışmayı terk etmek değil; kültürel bir hikâyeyi yarım bırakmak anlamına geldi. Her sene yarışma tarihi geldiğinde, sahneye çıkan her sanatçı ile o eksiklik, yoğun bir özlemle yeniden hissediliyor. Ama sanat, yalnızca geçmişin izlerini değil, geleceğin umutlarını da taşır. Bize de şu anlık umudumuzu canlı tutmak dışında bir şey düşmüyor. Ve belki de bir gün, yeniden o sahnede oluruz. Şarkılarla, hikâyelerle, hayallerle…

İlgili Yazılar
Development by Bom Ajans