İnceleme

Gölge ile yüzleşme: "The Things You Kill"

İran asıllı yönetmen Alireza Khatami’nin yeni filmi “The Things You Kill” ataerkil toplumun normatif yapısını sorunsallaştırırken herkesi gölgesi ile tanışmaya davet ediyor.
Aysu Uzer - 29 Nisan 2025
post image

Alireza Khatami’nin Türkiye’de, Türkçe çekilen Sundance Film Festivali’nde prömiyerini yapan ve Dünya Sineması Dramatik Bölümü Yönetmenlik Ödülü’nü kazanan üçüncü uzun metraj filmi “The Things You Kill”, Hazar Ergüçlü, Ekin Koç, Erkan Kolçak Köstendil, Ercan Kesal ve Güliz Şirinyan’ı beyaz perdede bir araya getiriyor. Görüntü yönetmenliğini Bartosz Swiniarski’nin üstlendiği filmin kurgusu ise Khatamiile Selda Taşkın’nın imzasını taşıyor.

Işığı öldür

Hazar (Hazar Ergüçlü)’nün rüyasını anlatmasıyla başlayan film, gerçek ile rüyanın, bilinçdışı ile bastırılanın, gölge olanın sınırlarını buğulandırıyor. Hazar, eşi Ali’ye (Ekin Koç) rüyasında babasını gördüğünü, kapıyı çalıp eve girdiğini ve yatarken ona ışığı öldürmesini söylediğini anlatıyor. İkilinin birbirinin derdiyle pek de hemhal ol(a)madığını anladığımız sahnenin ardından Ali, kendi kendisine yürümekte zorlanan, yürüteç ile ayakta zor duran ve sağlığı günden güne kötüye giden annesi Sakine’yi (Güliz Şirinyan) ziyarete gidiyor. Ütülü gömlekleri, kumaş pantolonları, derli toplu saçı ve sakalıyla Ali, tıkanmış tuvaletin giderini açmaya çalışıyor, bahçeye bakıyor, mutfağı topluyor ve tüm bu karmaşanın ortasında bahçede nihai sonun habercisi bir silah buluyor. Ailesinin evinde ilk kez gördüğümüz ve karakterin ailesinin yaşamındaki işlevinin, bu ilk yaptığı eylemle metaforik olarak sembolize edildiği sahnede, Ali’nin derli toplu giyimine rağmen perişan olmuş görünümüyle seyirciye, ailesi için tıkanmış giderleri açacağı fısıldanırken annesine “Bu boruların tamamının değişmesi lazım, hiç çalışmıyor bu…” demesinin ardından annesinin verdiği cevap “Bu evde ne çalışıyor ki?” oluyor. Hemen ardından babasının nerede olduğunu sorduğunda aldığı cevap da aynı çaresiz ifade ile geliyor: “Baban ne zaman evde ki?”

Sorunların çözülebilmesi için ilk adım sorunu tespit edebilmek, dolayısıyla sorunla yüz yüze gelmektir. Dolayısıyla, giderlerin tamamında sorun olduğunu fark etmek için önce bir pompa ile klozeti dürtmek ve kurtulamadığın atıklarla burun buruna gelmek gerekir. Ali ise on küsür yıl yaşadığı Amerika’dan yeni dönmüş aile evine yabancı hali, her zaman ütülü kostümleri, kendisinden sekiz yaş küçük ve güzel eşi, birlikte yaşadıkları özenle döşenmiş evleri ve üniversitedeki öğretmenlik kariyeri ile ailesinin evinde tamir ve tadilat gerektiren çok şey olduğuyla, annesinin kendi başına tuvalete dahi zor gidebildiği gerçeğiyle, babasının o evde bir hayalet olduğuyla ve eve ne zaman gelip ne zaman gittiğinin bilinmediği gerçeğiyle yeni tanışıyor. Bu yüzleşmenin, gideri açmadan önce giderde biriken tüm diğer atıkları su üstüne çıkarması ise şart görünüyor.

İstersen tırnaklarımı kes

Neredeyse yatalak diyeceğimiz hasta annesinin, hiçbir tadilatı ve bakımı yapılmamış bu evde bir başına bırakılmış haliyle tanıdığımız Ali, ütülü gömleğinin kollarını sıvıyor ve annesine onu yıkayacağını söylüyor. Ataerkil düzenin kalıplarıyla hesaplaşmaya çalışan filmin iki kız kardeşinin bildiğimiz varlığına rağmen anneyi yıkama görevini Ali’ye vermesi, bana göre toplumun bilinen kalıplarından birini daha bu ilk anda kırıyor; ancak bu teklif annesini biraz tedirgin ediyor. Ve annesi Sakine, gözlerimi yaşlarla dolduran bir cevap veriyor ona: “Beni yıkama ama … çok istiyorsan tırnaklarımı kes?” Bu cümlenin yaşlı bir ebeveyni olan herkese tanıdık geleceğine en içten duygularımla inanıyorum. Bülent Üstün’ün yıllarca çizdiği ve severek takip ettiğim “Gittin Gideli Bebek” serisinde, dedesinin onunla kalmaya başladığı günlerden bahsettiği bir bölümde dedemin tırnaklarını kestim dediği küçük bir karesi bile vardı.

The Things You Kill

Şirinyan’ın izleyen herkesin gözünde ananesinin, annesinin canlanacağına emin olduğum samimi ve duru oyunculuğu ile bu “sana hayır diyemiyorum ama beni de oğluma karşı mahcup etme” naifliğindeki repliği birleştiğinde, annesinin oğlu için onun yolundaki bütün çukurları bir adım önden gidip doldurduğu, çarpabileceği her köşeyi pofuduk minderler ile sarmaya çalıştığını anlıyoruz. Ta ki, korkunç, ataerkil, bencil, vurdumduymaz, kaba ve şiddet eğilimli baba Hamit eve girene kadar. Eve döndüğü anda bakıma muhtaç eşi ve evine karşı tüm sorumluluklarından kendisini bertaraf etmiş babanın kendi keyfine göre kurduğu yaşam düzeni sorgulandığında bir anda terörize ettiği bu duygusal sahne, İran asıllı Kanada’da yaşayan bir yönetmenin kaleminden çıkmasına rağmen o kadar tanıdık ki… Bu dehşet uyandıran benzerlik hem içinde yaşadığımız toplumun yapısını hem de yeryüzünde kabul görmüş tüm normalleri gözden geçirmemize sebep olacak bir pencere açıyor.

Çeviri kelimesinin kökenleri

Ali, üniversitede verdiği derste “çeviri” kavramının etimolojik köken ve anlamı üzerine konuşuyor. Önceki filmini de İspanyolca çeken yönetmenin Farsça yazdığı senaryoyu Türkçeleştirip perdeye aktarmasıyla çeviri eylemi üzerine sık sık düşünecek fırsat bulduğu açık. Filmin seyirciye bizzat karakteri ile derdini anlattığı bu sahnede, “Translatus” kelimesinin, “trans – across, beyond, ötedeki” ve “latus – carry, taşınan” kökünden geldiğini, yani olduğu gibi taşımak değil, yorumlamak anlamı taşıdığını söylüyor. Latin kökenine (Akadça) rağmen derste bir öğrenci Arapça kökenden bahsediyor: “taşlamak, lanetlemek, öldürmek.” Bu köke yapılan vurgu ile, “Öldürdüğün Şeyler” olarak isimlendirilmiş film belki de seyirciye, yaşama kendisi olarak devam edebilmesi için öldürülmesi gereken şeyler olduğunu hatırlatıcı bir görev üstleniyor.

Dertlenmek hep kadınlara mahsus

Karısı ile çocuk yapma deneyimlerinin başarısız olduğunu öğrendiğimiz çift, üç yıldır doktor doktor gezip testler yaptırmış. Son sonuç geldiğinde Ali, kendisinin çocuk sahibi olamayacağı gerçeğini eşinden saklıyor. Tam da bu sıralarda, annesinin ölüm haberini alıyor.

“Bu metaforların tümü, Ali’nin ailesini rahatsız eden ve Ali’nin umutsuzca karşı çıkmaya devam ettiği, çoğunlukla kabul edilmeyen sosyal ve kişilerarası işlev bozukluğuna işaret ediyor.”*

Çocuğu olamayacağı bilgisiyle hem kendisinin hem de evliliğinin geleceğinden şüphe etmeye başlayan Ali, annesinin vefatı ile geleceğini de kaybetmiş hissediyor. Cenaze evinde tek bir damla göz yaşı dökmeyi bırakın, üzgün bile görünmeyen ve “Kes ağlamayı! Sırası gelen gidecek. Kurtuldu!” diyen babasına “O zaten senin karın falan değil, kölendi!” diye bağırıyor ve geçmişiyle yüzleşeceği olay zincirinin fitilini böylece ateşlemiş oluyor. Çok geçmeden kardeşi Nesrin’den babasının annesinin kafasına defalarca vurduğunu, onu hastanelik ettiğini ancak annesinin bunu ona duyurmamak istediğini, bunun için onlara yemiler ettirdiğini öğreniyor. Kardeşinin bunu “Dertlenmek hep kadınlara mahsus ya…” diye hayıflanarak itiraf edişinin ardından annesinin cenazesinin evde yüz üstü bulunduğu ancak ölüm raporunda kafasının arkasına darbe aldığını görmesiyle kuşkuları artmaya başlıyor.

Bu kuşkuların ve dertlerin arasında annesinden kalan kurak araziye gitmeyi ve bahçeyle uğraşmayı iş ediniyor. Bahçe ile uğraşırken bile uzun kollu gömlekleri ve kumaş pantolonlarından vazgeçmeyen Ali’nin karşısına sonsuz, çorak araziden elinde boş su şişesi ile Reza çıkageliyor.

Türkiye’ye çekilmesi ve diyalogların Türkçe dile gelmesi ile ikilinin tanışma sohbetinin filmin ağırlaşan yükünü küçük kahkaha seslerine bıraktığı diyaloglarda, ikili üç bin beş yüz liraya Reza’nın bahçeye bakması konusunda anlaşıyor:

  • Sen anlıyor musun peki bu bahçe işlerinden?
  • Senden çok anladığım kesin.
  • Yani çalıştın mı daha önce bağda bahçede?
  • 3.500 lira için şimdi iş görüşmesi mi yapacağız sahiden? Gel biz 4.000’de anlaşalım, seninle el sıkışana kadar zaten her şeye zam gelecek, iki katına çıkacak her şey.
  • Alkolik filan değilsin, değil mi?
  • 3.500 liraya mı? Keşke…

Böylece ikilinin arasında gelişen tuhaf dostluk, Ali’nin babasının sevgilisini eve getirdiğini görmesiyle önü alınamayan bir ortaklığa varıyor.

Aynalar ve yansımalar

Yönetmenin, yakın zamanda kaybettiğimiz dahi yönetmen David Lynch’e (Kayıp Otoban) olan büyük hayranlığıyla, bu büyük ve trajik dönüm noktasında ana karakteri değiştirmesinin, seyirci için takibi zor ancak mutlaka gerekli bir anlam yarattığını, bu tercihin ise henüz üçüncü filmini çeken bir yönetmen için oldukça cesur bir hamle olduğunu belirtelim. Ali’nin kendisiyle, korkularıyla ve hep kaçmaya çalıştığı geçmişiyle yüzleşmesini aynalar ile başarılı bir biçimde işlemiş film.

Filmin kendiliğin katmanlarını sorgulama bağlamı ve gölge yan ile yüz yüze gelme imgeleri için kullandığı muazzam başarılı ayna ve yansıma sahnelerinin, üniversitelerin “sinemada anlam yaratmak için ayna kullanımları” başlıklı dersinde örnek olarak kullanılabilecek nitelikte olduğunun altını çizmekte fayda var.

Karakter değişiminin ardından “Yasalar yalnızca fakirler içindir.” diyen Reza, bahçesine kuyu açtırmak için kamu görevlisine rüşvet veren, ondan referans mektubu isteyen kadın öğrencisini evine götüren yepyeni kişiliğiyle, bildiğimiz tüm etik değerlerinin de dışına çıkıyor.

“Filmin oyunbazca gerçeküstü dokunuşları — özellikle son birkaç sahnede çarpıcı bir şekilde yoğunlaşan — yalnızca ataerkil gücün pençesinden kurtulmanın zorluklarını değil, aynı zamanda bu ideolojinin, ondan kaçmaya ya da onu yok etmeye çalışırken insanın kendi eylemlerine sinsice sızmasını engellemenin güçlüğünü de yansıtıyor.” *

Film yalnızca aynalarla değil, bahçede bakılan metaforik öfkeli köpeği, sonradan sahiplenilen minik yavru köpeği, üniversitede işine son verilme konuşmasında korkularından bahsederken netliği kaybolan Ali’nin yüzü gibi nüanslarla, film dilinin tüm olanaklarından faydalanmaya çalışması sayesinde son zamanların en ilgi çekici işlerinden biri olmaya aday.

Son derece kişisel

Ryan Lattanzio’nun, “’The Things You Kill’, kötü, ter içinde bırakan bir kâbus gibi — insanı sersemletip ateşler içinde bırakan bir deneyim — ve aynı zamanda, zehirli ataerkilliğin hem erkeklerin hem de kadınların damarlarına nasıl sızdığını kara bir bakışla gözler önüne seriyor. Ali, bu sistemi kavramış bir erkek feminist gibi, her şeyi çözdüğünü sanıyor. Ama aslında Ali de rayları döşüyor ve Khatami’nin burada ustaca yaptığı şey, o rayları mayınlarla döşeyerek her şeyin, o son, ölmekte olan cümleye kadar patlamasına yol açmak: ‘Işığı öldür.’ Gelen şeyi durduramazsın — ve gelen şey, sandığından çok daha kötü.” cümleleriyle IndieWire’da özetlediği film, yönetmenin kendi otobiyografisinden esinleniyor. Film bunu gizlemiyor; akışı içinde ikiye bölünen (ya da sonsuzluktan gelen ikinci yarısıyla bütünleşip birleşen) karakterlerin isminin Ali ve Reza olması gibi örneklerle aksine bunu işaretliyor.

Alireza Khatami film için “Henüz aileme izletmedim. Kız kardeşlerime adadığım bu film o kadar otobiyografik özellikler taşıyor ki, açıkçası nasıl tepki vereceklerini bilmiyorum.” diyor. Filmin sonuna geldiğimizde Ali, sınıfta tekrar çeviri kelimesinden bahsederken “Metni belki de bir cinayet mahali olarak görmeliyiz.” diyerek kelimenin Arapça kökenine geri dönüyor. Söyleşide “Bu filmi çekmeseydim belki de katil olurdum.” diyerek bu filmin üretim motivasyonunu açıklamasıyla hikayesinin son derece kişisel (bir o kadar da hepimiz için tanıdık) oluşunun altını bir kez daha çiziyor.

Film, yalnızca yönetmen ve hikâyeyi seyreden izleyici için değil, yaratım sürecinin paydaşı olan tüm ekip için de kişisel bir bağlama oturmuş. Öyle ki, anne Sakine karakterine hayat veren Güliz Şirinyan’ın sete kendi annesinin çamaşırlarıyla gelip hem kendi annesinin anısına hem de yönetmenin annesine bir saygı duruşu gibi sergilediği performansı için yürüteçle yürüme talimleri yaparken elleri nasır tutmuş.

Henüz vizyondayken bu akıllara durgunluk veren yüzleşme hikayesini seyretmeniz için sizi sinema salonlarına davet ediyor ve iyi seyirler diliyorum.

İlgili Yazılar
Development by Bom Ajans