Geçtiğimiz haziran ayında, hayatımın en unutulmaz yolculuklarından birine çıktım. İrem ve üç harika kadınla birlikte İspanya’daki Camino de Santiago rotasını yürüdüm, üstelik bu yolculukta karnımdaki bebeğim de eşlik etti bize. Nasıl olur, yapabilir miyim derken İrem’in desteği ile şimdi dönüp baktığımda “iyi ki yapmışım” dediğim, beni hem duygusal hem de fiziksel anlamda güçlendiren, aynı anda bir arada ve tek başına olmanın tarifsiz güvenini ve hazzını hissettiğim bir deneyimdi.
İrem’le tanışmamız yaklaşık 25 sene öncesine dayanıyor aslında. Sinek Sekiz yayınevini kurarak yayıncılık alanında müthiş bir şevkle yürüttüğü çalışmaları ile British Council’ın Yılın Genç Yaratıcı Yayın Girişimcileri ünvanını kazanmıştı. O dönem benim de organizasyonunda yer aldığım bu yarışma kapsamında İrem’le birlikte İngiltere’de sektör turuna katılmıştık. O günlerden sonra iletişimde kalmadık ama İrem’in hayat yolculuğunu sosyal medya sayesinde takip etmeye devam ettim. Aradan yıllar geçse de nihayetinde yollarımız İrem’in bu sene düzenlemeye başladığı “Camino de Santiago: Kadınlar İçin Bir Yürüyüş İnzivası” vesilesi ile yeniden kesişti.
İrem’le düzenlemeye devam edeceği bu yürüyüşler ile sonbaharda yeniden başlatacağı “Dişi Beden Yol Kitap Kulübü”nün yeni sezonunu konuşmak üzere bir araya geldik. Tabi söyleşi sırasında laf lafı açtı ve feminizmden göç kavramına, Ege kıyılarından İspanya’ya uzanan keyifli bir sohbet yaptık.
Selamlar İrem. Biz seni kurucusu olduğun “Sinek Sekiz” yayınevi ile tanıdık. Feminizm, yerel ekonomiler, toplumsal değişimler ve alternatif ebeveynlik üzerine Türkçe’de yayınlanmamış 20’nin üzerinde önemli kitabın editörlüğünü yaptın ve yayımladın. 2015’te yayınevini Ege’ye taşıdın ve orada yayıncılık faaliyetlerine paralel olarak, kendi kelimelerinle aktaracak olursak, dezavantajlı üreticiler, kadınlar ve kırılgan kırsal ekonomilere destek sağlayan projeler yürüttün, mimarlık geçmişin de olduğu için köy evleri ve kamusal yapıların yeniden kullanıma kazandırılması alanlarında çalıştın, restorasyonlar yaptın.
Seni aynı zamanda ‘kadın hareketliliği’ diyebileceğimiz bir başlıkta yaptıklarınla da tanıyoruz. Asya ve Avrupa’da yürüyerek ve bisikletle yolculuklar yaptın. İstanbul’dan İspanya’ya bisikletçi olarak, kuzey Avrupa’da o zaman 3 yaşındaki kızınla taşımalı bisikletle anne olarak, İspanya ve Portekiz’deki Camino de Santiago rotalarında solo yürüyüşçü olarak gerçekleştirdiğin yolculuklar üzerine birçok konuşma yaptın. Tüm bu süreçte ayrıca sosyal medyayı bir nevi arşiv ve günlük gibi kullanarak hem yaptığın işleri geniş kitlelere anlattın hem de kendine tutkuyla yaptığın bu işlerden bir ekonomik model oluşturmayı başardın.
2024 yılından beri de kızınla birlikte İspanya’da yaşıyorsun. Patriyarkal dinamikler ve temsiliyet biçimleri, kadınların hareket özgürlüğü ve annelikle ilgili toplumsal normlar üzerine yazmaya ve çalışmaya devam ediyorsun.
Bu özetin ardından sohbete şu anda yaptıklarından başlamak istiyorum. Camino de Santiago rotasında kadınlarla birlikte yürümek fikri nasıl doğdu? Ve bu etkinliğin kadınların hareket özgürlüğü açısından sendeki anlamı nedir?
Çocukluğumdan beri özgürce hareket etmeyi seven bir tiptim. Özgürlük ve hareketin bana kattığı çeşitli güçlenmelerin farkına erken vardım ve bunlardan beslenmeyi öğrendim. Küçükken erkeklere her zaman açık olan alanların kadınlara çoğunlukla kapalı olması dikkatimi çekerdi. Çok basit şeylerin, mesela sokakta top oynamak, yürüyerek gidip denize girmek ya da bisiklete binip şehirde dolaşmak gibi… Bunları bir kız çocuğu yaptığında “aman evladım yapma, dikkat et ya da ne yapıyorsun, aa ayıp, yanlış” gibisinden türlü negatif ama çok doğallaştırılmış tepkilerin verildiğini görerek büyüdüm Türkiye’deki her kadın gibi.
Türkiye toplumunun kız çocuklarından beklentisi sabit durmak, evde oturmak ve diğerlerine bir hizmet sunmak. Fakat aslında bu bir tuzak çünkü merkezinde bir nevi gözetme gibi hissettirilen şey aslında korkuyu ve kendinden önce başkalarını öncelemeyi kızların içselleştirmesine yarıyor. Bu yüzden kızlar, güçlenebilecekleri alandanlardan uzak tutuluyor ve sistemin istediği bir biçimde şekilleniyorlar. Bu sırada erkek çocuklarının hareketleri ise destekleniyor, boş boş dolanmak olsun, spor aktiviteleri olsun, her ne yaparlarsa makbul erkeklik kimlikleri içine dahil edilerek pohpohlanıyorlar. Neşeleniyor, bedenleri güçleniyor, beyin-el koordinasyonları gelişiyor aynı zamanda da tüm bunları bir arada yaptıkları için grup dinamiklerini öğreniyorlar ve tüm bu toplam hayatlarına pozitif etki ediyor.
Çocukluğumda kişisel bir farkındalık ve aydınlanma ile başlayan, patriyarkanın işleyişini öğrendikçe daha bilinçli bir şekilde başka kadınlarla birlikte hareket hakkımızdan vazgeçmeyerek birlikte yürümelere evrilen bir yol.
Ezcümle toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin ilk gözüme çarptığı yerdi diyebilirim ‘hareket’. Bunu erken yaşta fark ettim ve kendi hayatımda bu eşitliği talep etmeye küçükken başladım. Zamanla doğru sayılan toplumsal normların dinamiklerini öğrendim, ana yolları görüp onlardan sapıp kendi patikalarımı bulur oldum.
Denedim, yanıldım, düştüm kalktım ve süreçten hep yeni şeyler öğrendim. Bedenimi ve gerektiğinde bisiklet, motor, arabayı kullanmayı hayatıma dahil ettim, yürüdüm, dağlara çıktım, solo yolculuklar yaptım, kamp kurdum; tüm bunları yaparken kendimi ve dünyayı tanıdım -yani erkeklerin binlerce yıldır yaptığı ve yapmakta iyice ustalaştıkları şeyleri yapma hakkını kendime tanıdım. Bir noktada hem entelektüel gelişimim belli bir seviyeye geldikçe, hem de dünyayı tanıdıkça anladım ki aslında dünyanın en basit eylemi gibi gözüken ‘çıkıp yürümek’ aslında o kadın ve diğer kadınlar için çok devrimci bir eylem. Bu yüzden zamanla bunları kadınlarla birlikte yapabileceğim deneyimlerin de hayalini kurar oldum.
Dolayısıyla bu benim çocukluğumda kişisel bir farkındalık ve aydınlanma ile başlayan, patriyarkanın işleyişini öğrendikçe daha bilinçli bir şekilde başka kadınlarla birlikte hareket hakkımızdan vazgeçmeyerek birlikte yürümelere evrilen bir yol aslında.
Bu özetin ardından sohbete şu anda yaptıklarından başlamak istiyorum. Camino de Santiago rotasında kadınlarla birlikte yürümek fikri nasıl doğdu? Ve bu etkinliğin kadınların hareket özgürlüğü açısından sendeki anlamı nedir?
Çocukluğumdan beri özgürce hareket etmeyi seven bir tiptim. Özgürlük ve hareketin bana kattığı çeşitli güçlenmelerin farkına erken vardım ve bunlardan beslenmeyi öğrendim. Küçükken erkeklere her zaman açık olan alanların kadınlara çoğunlukla kapalı olması dikkatimi çekerdi. Çok basit şeylerin, mesela sokakta top oynamak, yürüyerek gidip denize girmek ya da bisiklete binip şehirde dolaşmak gibi… Bunları bir kız çocuğu yaptığında “aman evladım yapma, dikkat et ya da ne yapıyorsun, aa ayıp, yanlış” gibisinden türlü negatif ama çok doğallaştırılmış tepkilerin verildiğini görerek büyüdüm Türkiye’deki her kadın gibi.
Türkiye toplumunun kız çocuklarından beklentisi sabit durmak, evde oturmak ve diğerlerine bir hizmet sunmak. Fakat aslında bu bir tuzak çünkü merkezinde bir nevi gözetme gibi hissettirilen şey aslında korkuyu ve kendinden önce başkalarını öncelemeyi kızların içselleştirmesine yarıyor. Bu yüzden kızlar, güçlenebilecekleri alandanlardan uzak tutuluyor ve sistemin istediği bir biçimde şekilleniyorlar. Bu sırada erkek çocuklarının hareketleri ise destekleniyor, boş boş dolanmak olsun, spor aktiviteleri olsun, her ne yaparlarsa makbul erkeklik kimlikleri içine dahil edilerek pohpohlanıyorlar. Neşeleniyor, bedenleri güçleniyor, beyin-el koordinasyonları gelişiyor aynı zamanda da tüm bunları bir arada yaptıkları için grup dinamiklerini öğreniyorlar ve tüm bu toplam hayatlarına pozitif etki ediyor.
Ezcümle toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin ilk gözüme çarptığı yerdi diyebilirim ‘hareket’. Bunu erken yaşta fark ettim ve kendi hayatımda bu eşitliği talep etmeye küçükken başladım. Zamanla doğru sayılan toplumsal normların dinamiklerini öğrendim, ana yolları görüp onlardan sapıp kendi patikalarımı bulur oldum.
Denedim, yanıldım, düştüm kalktım ve süreçten hep yeni şeyler öğrendim. Bedenimi ve gerektiğinde bisiklet, motor, arabayı kullanmayı hayatıma dahil ettim, yürüdüm, dağlara çıktım, solo yolculuklar yaptım, kamp kurdum; tüm bunları yaparken kendimi ve dünyayı tanıdım -yani erkeklerin binlerce yıldır yaptığı ve yapmakta iyice ustalaştıkları şeyleri yapma hakkını kendime tanıdım. Bir noktada hem entelektüel gelişimim belli bir seviyeye geldikçe, hem de dünyayı tanıdıkça anladım ki aslında dünyanın en basit eylemi gibi gözüken ‘çıkıp yürümek’ aslında o kadın ve diğer kadınlar için çok devrimci bir eylem. Bu yüzden zamanla bunları kadınlarla birlikte yapabileceğim deneyimlerin de hayalini kurar oldum.
Dolayısıyla bu benim çocukluğumda kişisel bir farkındalık ve aydınlanma ile başlayan, patriyarkanın işleyişini öğrendikçe daha bilinçli bir şekilde başka kadınlarla birlikte hareket hakkımızdan vazgeçmeyerek birlikte yürümelere evrilen bir yol aslında.
Bu yürüyüşleri aslında feminist bir outdoor faaliyeti olarak iş görmeleri için tasarladık.
Haziran’da gerçekleştirdiğin yürüyüşe katıldığımda dikkatimi çeken bir şey oldu, aslında sen sadece yolculuğu düzenlemiyorsun -rotayı belirleyen, güvenli yürüyüşü sağlayan, konaklama ayarlayan- katılımcıların her birine özel olarak “rehberlik” etmeye, anlamaya, hayata dair destek olmaya çalışan da bir konumun var. Kendimi bir nevi kadın çemberinde hissettim seninle yürürken. Bu yürüyüşlerde kendini, gruptaki rolunü nasıl konumlandırıyorsun?
Bu yürüyüşleri aslında feminist bir outdoor faaliyeti olarak iş görmeleri için tasarladık. Benzeri bir duyguyu bir kadın çemberinde deneyimlediğin için benzetmeni anlıyorum. Birbirini gözetmek, dayanışmak, yardımlaşmak ve birlikte katettiğimiz bir yolun sürecinden birlikte dersler çıkarmayı içerdiği için benzerlikler bulabilirsin. Kadın olarak güvende hissedebileceğimiz bir grup içinde olmamızın bize katabileceklerini biliyor, bu yüzden de bunun en iyi şekilde olabilmesi için uğraşıyorum. Dolayısıyla dediğin gibi evet, çok doğru gözlemlemişsin.
Türkiye’de ve dünyanın birçok yerinde outdoor faaliyetlerindeki alışıldık rehberler erkekler. Ve onlar da genellikle makbul erkeklik kimliklerine uygun hareket ediyorlar. Nedir bunlar? Örneğin sadece hedefe odaklanmak, rekabetçi bir ortamı mümkün kılmak, zayıfı yok saymak, deneyimi güç ve kapasite odaklı bir biçimde şekillendirmek, herkesi yönetmeye çalışmak, lideri merkeze koymak gibi şeyler. Halbuki bu çok patriyarkal, kadınların zaten illallah ettikleri şeyleri içeren bir rehberlik biçimi.
Ben yaptığım her şeyde; yazılarımda, derslerde, yürüyüşlerde yatay ilişkilenmeleri, döngüselliği, süreçlerden, kendimizden, dünyada oluşumuzdan keyif almayı, hazzı, hatalarımızı ve dayanışmayı önemsiyorum. Camino yürüyüşü de bunları içeren bir deneyim. Değişime açık bir şekilde, kendimizi ve birbirimizi gözeterek yürüyoruz. Orada bir devleti, bir spor kulübünü, ideolojiyi vs temsil etmiyoruz. Başarımız birileri adına yapılan bir şey değil, tamamen kendimiz için yaptığımız bir şey. Ve bu sırada kadınlar olarak binlerce yıldır bize yüklenegelmiş şeylerden ne kadar azade olabilirsek, doğal olarak o kadar da iyi geliyor hepimize.
Bu anlattıkların yürüyüşte çok net hissediliyor. Birebir herkesle ilgileniyor olman, aynı zamanda yürürken herkese kişisel alan açman… Gerçekten çok iyi bir gözlemcisin; yürüyüşten sonra daha iyi anladım bunu. Bu deneyimi feminist bir yürüyüş yapan şey senin aslında bu tırnak içindeki rehberliğin… Şu ana kadar iki grupla yürüyüş yaptın, nasıl tecrübelerdi bunlar? Ve bu sene gerçekleştireceğin diğer yürüyüşlerin tarihleri nedir, nasıl bir program bekliyor katılımcıları?
Bu yürüyüşleri tek başıma organize etmiyorum aslında; bir partnerim var; eski dostum, bisikletli kadın inisiyatifi ve bir zamanlar İstanbul’daki ilk uzun yol bisikletçiliği dükkanı olan “Bisiklet Gezgini”nin kurucusu Seçil Öznur Yakan. Seçil’le uzun süre böyle bir organizasyonun detaylarına kafa yorduktan sonra, 2025’in Mayıs ayında ilk uzun yürüyüşümüzü yaptık. İlk yürüyüşte 22 kadındık. İkincisini de hemen sonra, Haziran’da 5 kişilik bir grupla gerçekleşti. Üçüncü yürüyüşümüz 23 – 31 Ağustos, dördüncü ve bu senenin son yürüyüşü ise 4 – 12 Ekim tarihlerinde olacak. 2026’da yine bahar dönemiyle yürüyüş takvimimiz açılacak. Önümüzdeki sene Ege adalarındaki bazı rotaları da takvimimize eklemeyi düşünüyoruz.
Organizasyonlarımız genellikle 8 gün 9 gecelik bir zaman dilimini kapsıyor. Ortalama 130-135 kilometre yürüyoruz. Ağustos ve Ekim’de gerçekleşecek yürüyüşler için kayıtlar hala açık. İlgilenenler @camino_dostlari instagram hesabımızdan bizimle iletişime geçebilir, önceki yürüyüşlerle ilgili fotoğraflara, yorumlara ve detaylı programlara ulaşabilir.
Peki bu Camino dediğimiz yol nerededir? Önemi nedir?
Kısaca “Camino” dediğimiz bu yol, İspanya’nın kuzeyinde sonu Santiago de Compostela’da biten ve dünyaca bilinen bir hac rotası. “Camino” İspanyolca’da “yol” anlamına geliyor. Bu rotada yürümek çok güvenli, çok iyi bir altyapısı var. Konaklaması, işaretlemesi, yeme içmesi, bütün olanakları çok iyi bir şekilde hazırlanmış. Ve her çeşit insanın, her dinden, her bedenden, her yaştan insanın yürüyebileceği bir rota. Düz, konforlu, insani ölçekte ve çok yeşillik ve çok güzel manzaralar içinde ilerliyor. Tüm bu özellikleri dolayısyla ilk yürüyüşleri orada düzenlemek istedik. Aslında çok daha uzun bir rota, biz bir haftalık kısmını yürüyoruz.
Bu yürüyüşler üzerine Türkiye ve yurt dışında söyleşiler gerçekleştiriyorsun, hatta en son geçtiğimiz ay Barcelona’ya davet edildin. Bu söyleşiler nasıl geçiyor merak ediyorum.
Barcelona’daki etkinliğe katılanların hepsi Türkiye’den, halihazırda İspanya’da yaşamakta olan, yolu duymuş ama daha çok bilgi edinmek isteyen, bir noktada da yürüyüşe çıkmayı düşünen insanlardı. Temelde bu yüzden geldiler. Ben bu söyleşileri neden mi yapıyorum? Dediğim gibi hareket etmek aslında genel olarak kadınların geri planda bırakıldığı bir alan.
Kadınlar olarak kendimize benzeyen kadınlarla bir arada olmaya, onların yaptığı bir şeye bakıp öğrenmeye, rutinlerimizden uzaklaşmaya hakkımız ve ihtiyacımız var.
Kadınların seyahat deneyimlerini aktarması ve “ben şurda şunu yaptım” demesi diğer kadınlara bir örnek oluşturuyor. O yüzden konuşulması, deneyimin aktarılması, paylaşılması gerektiğini düşünüyorum.
Bir kadın, toplumsal normları biraz esnetip, onlardan özgürleşebilme alanları açıp, yaptıklarını anlattığında, bir başka kadın için ilham verici olabiliyor, aklında bir ışık yakıyor. O yüzden aktarmayı önemsiyor, bunu toplumsal feminist bir bilinçle yapıyorum.
Yaklaşık 20 senedir, fırsat buldukça yaptığım yolculuklar hakkında çeşitli biçimlerde konuşuyorum. Her seferinde, çok fazla kadından ”ben sizden şunu duydum, o yüzden sonra şuraya gittim, ben şunu şöyle yapmazdım, ama yapmaya başladım” gibi şeyleri duyuyor ve çok mutlu oluyorum.
Evet, çok önemli bir noktaya değindin, düşünsel anlamda bunları zaten biliyormuşuz gibi geliyor ama bilsek bile hayattaki pratiğimizde öyle olmuyor. Sosyal baskı ağır basıyor, bu nedenle yapılabildiğini etrafında görmek çok önemli ve bir de kadınlarla bir arada olmaya da ihtiyacımız var…
Evet. En basit örnek; erkekler maçlara gidiyorlar değil mi? Kaçıncı maçlarını izliyorlar? Belki 50. Her seferinde kendilerine bu vakti ayırıp gidiyor, her seferinde bir keyif alıyor, bir deneyim yaşıyor, sosyalleşiyor ve sonra rutin hayatlarına zihinlerini boşaltmış olarak dönüyorlar. Bizim de kadınlar olarak kendimize benzeyen kadınlarla bir arada olmaya, onların yaptığı bir şeye bakıp öğrenmeye, rutinlerimizden uzaklaşmaya hakkımız ve ihtiyacımız var.
Azınlık kalmaya alışınca kendi yapmak istediklerine otosansür uygulamaya başlıyorsun ama birilerinin yaptığını gördüğünde o zaman işte o cesaret tekrar tekrar geliyor. O anlamda bence senin rolün çok önemli. Bir de bazı “engeller” var, özellikle Türkiye’de yaşayan kadınlar için, vize almak gibi, tek başına seyahat etmek gibi mesela, ama sen onları da bir engel olarak görmüyorsun.
Engelleri engel olarak görüyorum elbette çünkü varlar, gerçekler. Sadece işi o noktada bırakmamaya, aşmak için elimden geldiğince çabalamaya çalışıyorum. Bu çabalar hayatıma anlam katıyor. Bunu yapa yapa, tüm hayatında istediğin şeyleri elde etmek için hareket etmeyi öğreniyorsun. Konu bu zaten, yoksa her zaman “olmayacak bu iş” diyebiliriz. Ama deneyip sonunda olmayacaksa da olmadığını görmek daha iyi bence. Bir engele takıldığımızda birlikte kafa yoralım istiyorum. “Bir şeyi oldurmak için bunları yapıyorum ama şurada takıldım. Yardım eder misin?” Böyle birlikte kafa yorarak, halihazırda bizi gözetmeyen bir sistem içinde, bize iyi gelecek yolları açabileceğimizi düşünüyorum.
Biraz da kitap kulübünden bahsetmek istiyorum. Kitap kulübü faaliyetlerine “@dişi.beden.yol” adı altında instagramda kurduğun toplulukla başladın ve kitap kulübü ilk sezonunu tamamladı. Şimdi Eylül’de yeni program başlıyor. Bize biraz anlatabilir misin yeni programda nasıl değişiklikler var ve katılmak isteyenler programı nasıl takip edebilir?
Ben yakın zamana kadar bir yayınevim vardı ve kitaplarla ilgili bir hayatım vardı. Yayın yönetmeniydim; kitap buluyordum, kitap basıyordum, kitap dağıtıyordum, kitap yapıyordum. Bu şekilde 15-16 sene boyunca hep kitaplarla bağlantılı işlerde çalıştım ve ürettim.
Kitap Kulübü benim yayınevini kapatmamla doğdu. Kitap üretmekten çıkınca bildiğim, sevdiğim, bana yol göstermiş kitapları anlatabileceğim ve insanlarla bir araya girebileceğim bir formatın güzel olabileceğini düşündüm. Özellikle seyahat, kadınlık deneyimi, güçlenme, patriyarka gibi bizim ana meselemiz olan konular etrafında farklı kitapları bir araya getirip onlar üzerinden bu konuları anlatmaya karar verdim. Kitap Kulübü işte böyle ortaya çıktı. Bir kitabı birlikte okuyup, düşündürdükleri üzerinden ilerliyor ve bol bol konuşuyoruz.
Amaç çok iyi bir okur olmak değil. Kitaptaki merkez meseleyi ve o yazarın niye bu kitabı yazdığını tartışmak, konuşmak. Geçtiğimiz sezon yazar odaklı ilerledik. Şimdi ise bir tema var ve biz bu temanın etrafında o konuda kadınların üretimlerini okuyarak dolaşıyoruz. Bu senenin ana meselesini seçtim bile: “Bir kurum ve deneyim olarak annelik”
Bu konuyu psikoloji, edebiyat, felsefe, referans kitaplar, kurgu, kurgu dışı gibi farklı metinlerden okuyabileceğimiz bir kitap listesi belirledim. Konuyu anne olan kadın değil de annelikle ilgili ilişkimiz gibi bir yerden ele almak istiyorum. Bunu bir bahçe gibi düşün. O bahçenin her köşesinde, karanlık çalı diplerinden, açmış çiçeklerine, üzerine tırmandığımız ağaçlara kadar her tarafında birlikte dolanabilelim istiyorum.
Geçen sene olduğu gibi bu yıl da sonbaharda başlamayı planlıyorum kulübünün yeni dönem buluşmalarına. İlgilenenler @dişi.beden.yol instagram hesabından duyuruları takip edebilir ve bana ulaşabilirler.
Bir yandan da editörlük ve çeviri işlerine devam ediyorsun. Hatta geçtiğimiz günlerde çok sevindirici bir haber aldık, Angela Saini‘nin “The Patriarchs – How Men Came to Rule” isimli kült kitabını Türkçe’ye çevirdiğini duyduk, Minotor Kitap için. Kitap hakkında ‘cinsiyet eşitsizliğinin kökenlerine bir yolculuk’ demiş yazar. Sanırım kitap konuyu çok kapsamlı ele alıyor senin de çevirirken bile çok heyecanlandığını hissedebiliyorum sosyal medya paylaşımlarından. Senin için ne ifade ediyor yazarın anlattıkları?
Angela Saini’nin yazarı olduğu “The Patriarch” 2023’te yayınlandı. Ben tezimi yazarken kitabı keşfetmiş, çok beğenmiştim; “Sonunda bir kadın böyle bir konuyu, bu kapsamda hem de bu kadar akıcı bir şekilde yazmış, oh be!” demiştim. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin tarihinin “Sapiens”i gibi bir kitap diyebilirim.
Patriarkanın yani erkeklerin dünyaya hükmettiği, erkek merkezli bir düzenin nasıl başladığını, bugünlere geldiğini, kökenlerini ve yarattığı küresel etkileri ele alıyor. Anlatım biçimi çok akıcı, geniş ve kapsamlı bir meseleyi iyi toparlıyor. Anadolu’nun eski çağlarına da Türkiye’nin güncel durumuna da değinen bölümleri var. Bütün kadınların okuduklarında hayatlarındaki birçok sorunun nereden kaynaklandığını göreceklerini, çok faydalanacaklarını düşündüğüm bir kitap. Çeviriyi çok keyifle yapıyorum, kısa süre sonra da raflarda olur diye tahmin ediyorum.
Yaşam nerede devam ediyorsa ben de yaşamın olduğu taraftayım; aitliğim aslında yaşamın kendisine.
Önce Ankara’dan İstanbul’a, sonra Ege’nin ücra bir köyüne, oradan da İspanya’ya göç ettin. Yine yürüyüşümüz sırasında konuştuğumuz konulardan biriydi bu, gittin ama Türkiye ile bağın belki eskisinden bile daha sıkı. Ben de yeni göç etmiş biri olarak bazen elim kolum bağlı hissediyorum, bir faydam olamıyormuş gibi, halbuki seni gözlemlediğimde tam tersi bir etki görüyorum. Bu konuyla ilgili bana ilham veren bir bakış açın var, bu yeni göçmen kimliğinden ve Türkiye ile bağından bahseder misin?
Sana bunları yazarken önümden sonsuza uzanan denize bakıyorum ara sıra. Ülkeler deniz gibi değil, onları biz icat ediyoruz diyorum içimden; deniz hep vardı, hep var olacak. Ama ülkeler bin yıllardır kuruluyor ve yıkılıyor; ve ülkeler çoğunluğunu erkeklerin oluşturduğu, onların kurallarını belirlediği ve yönettiği insan toplulukları tarafından var ediliyor. Ben de annem babam bir ülkede yaşadığı için orada doğuyorum, yaşıyorum, ilişkiler kuruyorum, üretiyorum, süreç elbette beni epey şekillendiriyor ama özünde ben bir devlete ya da kuruma ait değilim, özünde basit bir canlıyım ve en temeldeki ihtiyacım da yaşamak. Yaşam nerede devam ediyorsa ben de yaşamın olduğu taraftayım; aitliğim aslında yaşamın kendisine. Eğer bir yerde insanların çok büyük bir kısmı yaşamı yok edecek şeyler yapıyorlarsa, o zaman orası benim için yuva olmaktan çıkıyor. Sadece en,‘güçlü’lerin değil çocukların, hayvanların, yaşlıların, doğanın iyilik halini gözeten bir kolektif gücün parçası olmayı önemsiyorum.
40’lı yaşlarına kadar Türkiye’de yaşamış büyümüş bir kadın olarak, onu hem çok seviyor hem de onu sevenlere yaptıklarına çok üzülüp öfkeleniyorum. Ama durum o kadar adaletsiz ki, benim, kızımın hayatını da yok etmesi açısından bu duyguların beni ele geçirmemesine uğraşıyorum. Türkiye’de yaşadığımız bütün sorunların özünde, sağlıklı varoluşunu yitirmiş, krize girmiş, yaşamı değil katli yücelten ve sürekli yeni kurbanlar isteyen ve alan, aldıkça daha da canavarlaşan bir erkeklik/iktidar olduğunu düşünüyorum. Buna rağmen ondan korkmadan ve sevebilen, hissedebilen kısımlarımızın acılaşmasına izin vermeden var olmaya, kızımı büyütmeye, birlikte bu canavarın kurbanı olmadan yaşamımızı sürdürmeye çalışıyorum.
Senin eşyalarla olan bağının çoğumuzdan farklı olduğunu görebiliyorum, bu bahsettiğin yaşamı seçerken sana engel olabilecek hiçbir eşyaya yer vermiyorsun. Sadece iki bavulla Türkiye’den İspanya’ya da taşınabildin.
Eşyanın ne olduğu, nasıl olduğu… bunların hepsi çok genel geçer şeyler. Onları kutsallaştırmak, yaşamın akışının önüne koymak elimizi kolumuzu çok bağlayabiliyor.
Sanırım buna da çok alıştık ama kısa zaman önceye kadar böyle değildi. Mesela sosyal medya ya da internetin olmadığı bir dönemi biliyoruz. O yüzden telefonsuz olduğumuz bir zamanı hatırlıyoruz ve daha az kullanmalıyız diyoruz. Ama kimse daha az eşyalı olduğu bir dönemi hatırlamıyor. Hatırlamadığımız için de herkes mevcudu baz alıyor. Sen de ben de 80’ler çocuğuyuz, tam da eşya, nesne, bir şeylere sahip olma işinin dünyada en delirdiği dönem. Halbuki bu aslında en fazla iki nesillik bir delilik.
Annem istifçi seviyesinde eşyaya tutunan bir insan. Ben böyle bir evde, ‘duygusal yemek’ gibi ‘duygusal eşya sahiplenmek’ diye birşey olduğunu görerek büyüdüm. Bu durum yüzünden büyürken kendime ait bir alanım olamadı, eşyaların çok olmasına karşı bir hassaslık da geliştirdim. Herhalde bu yüzden eşyaya karşı çok mesafeliyim. Duygusal ihtiyaçlarımı cansız nesnelerden çok olabildiğince çok yaşamla doldurmayı tercih ediyorum.
Dünya hala patriyarkal bir yer ve kadınların korkuyu içselleştirmesinden çok besleniyor.
Cesaret üzerinden bir soru sormak istiyorum. Bu sana çok soruluyor biliyorum, hatta seninle yürüdüğüm için bu soruyu sormak garip geliyor çünkü yaptıklarını sadece “cesur” olmana bağlamak çok edilgen bir şey, halbuki cesaret ya da korkusuzca gibi görünen şeyin altında yatan emeği ve korkunun sonradan öğrenilmiş bir duygu olduğunu görebiliyorum. Senin yorumunu duymak isterim, sence bu bir cesaret meselesi mi?
Bunun hakkında geçenlerde bir yazı yazdım Aposto’ya. Orada uzun uzadıya korku/cesaret ve bunun toplumsal cinsiyet bağlamlarından bahsettim. Ayrıca birşey daha eklemek isterim: Johann Hari, “Çalınan Dikkat” kitabında mesela dünyanın şu anda kaç bin yıldır en az şiddet içeren döneminde olduğumuzun altını çiziyor. Doğru. Yani dünyada şiddet oranı hiç bu kadar düşük olmamıştı. Dünyada milyarlarca insan var ve bu milyarlarca insan arasında yüzde bir oranında şiddet olsa bile bu sosyal medya ile dev bir şiddete dönüştüğü için, bizde sürekli kesintisiz bir şiddet tehdidi varmış gibi bir algı uyanıyor. Ama öyle değil. Dünya güvenli bir yer. Öyle değilmiş gibi gözüküyor. Çünkü kitapta dediği gibi sosyal medyada en çok korku ve endişe yaratan haberlere takılıyoruz. Mesela güzel bir haberde 3 saniye duruyorsun, ama şiddet içerin bir habere 15 saniye bakıyorsun. Ve bütün algoritma senin daha uzun süre ekrana bakmana göre çalıştığı için, böyle her şey korkunç, dehşetengiz yöne doğru ilerliyor. Ama hakikat tam olarak böyle değil.
Fakat dünya hala patriyarkal bir yer ve kadınların korkuyu içselleştirmesinden çok besleniyor. Kadınlar böylelikle daha da sabitleniyor, yönetiliyor, köleleşiyor, dünyayı ya da kendilerini tanımaktan korkar, kendi ihtiyaçlarını duyamaz, karşılayamaz oluyorlar ve sistemin onlardan yapmasını istediği şeyleri yapıyorlar. Halbuki kadınlar yaşamı var eden enerjinin taşıyıcısı; dünyadaki her insan bir kadından doğuyor.
Valencia’ya yerleştikten sonra, Türkiye’de çok kanıksadığımız ama farkında bile olmadığımız kültürel kodları düşünecek olursak, nasıl farklılıklar gözlemledin?
Ben kızının sorumluluğunun büyük bir kısmını yüklenmiş bir anne olarak temelde 2 şeye bakıyorum: yaşadığım yerde belediye iyi çalışıyor mu, toplumsal cinsiyet eşitliği var mı?
İspanya’daki en büyük fark, oradaki uzun hak mücadeleleri ve politik kazanımlar sayesinde artık kadınların erkeklerle eşit vatandaş olması, cinsiyete, etnisiteye veya cinsel tercihine bağlı olmadan hayatın her alanında var olmaları ve güvende yaşayabilmeleri.
Bir diğer dikkatimi çeken şey, belediye düzeyindeki işleyişler. Türkiye’de dışarıda kamusal alanda hiç bir servis almıyoruz, herkes kendi sorunlarını kendi çözmeye çalışıyor ama hiç bir şekilde insanların hayatlarını kolaylaştıracak bir şey yapılmıyor. Bu yüzden lokal hizmet veren yerler büyük bir servis sunuyor. Çok gelişmiş bir hizmet sektörü var, işyerlerinin birçoğu inanılmaz bir alt yapı ile hızlı, kesintisiz servis veriyor. Ama bunun kamusal alanda bir karşılığı yok, devletten alınması gereken hizmetlerin yerinde yeller esiyor, sadece işletmeler işliyor ve kendi ölçeklerinde bunu üstleniyor.Bu çok adaletsiz çünkü herkes vergi veriyor ama sadece daha zenginler daha da fazla para verip özel işletmelerden ek hizmetler alarak hayatlarındaki temel ihtiyaçları giderebiliyor.
Şu anda iki aylık solo Ege gezinmelerinin ikinci yarısındasın ve bize derin mavi bir coğrafyadan sesleniyorsun. Buradaki kültürle aranda nasıl bir bağ var? Coğrafyasının, müziğinin sana hissettirdiklerini sevdiğin çok bariz.
Aslında sohbetimiz sırasında dediğim gibi, bir kadın olarak kendimi özgür, iyi, sağlıklı ve güvende hissedebildiğim coğrafyaları seviyorum ben. Atalarım tüccarmış, Ege ve Akdeniz coğrafyalarındaki ticaret rotaları hayatlarını şekillendirmiş. Buralarda hareket etme işi belki genlerimde vardır. Ben de bakıyorum; hep Türkiye, Yunanistan, İspanya arasında dolanmışım. Bu coğrafyalarda doğup çiçeklenmiş kültürlerden beslenmişim.
Ege Denizi benim için çok önemli, kıyılarında dolanmak, bir ibadet gibi içinde yüzmek benim için neredeyse manevi bir deneyim. Uzun süredir hiç tatil yapamamış, ona çok hasret kalmıştım. Bu yaz şükürler olsun ki mümkün oldu. Aylarca hazırlandım, sonunda küçük bir sırt çantası yaptım ve azıcık bir bütçeyle yola çıktım. Şu sıra çoğunlukla kamp yaparak ve yürüyürek, suyunu toprağını, sesini, kokusunu olabildiğince içime çekerek Ege’ye doymaya çalışıyorum.
Pek çok kadın takipçine bir yol açıyorsun, ilham veriyorsun, bir nevi “rol model” oluyorsun diyebiliriz. Sana benzer şekilde ilham veren, rol model olan birileri var mı?
En çok yazarlar; iyi edebiyatın tanrıları ve tanrıçaları, sonra feminist akademisyenler, gazeteciler, sonra arkeologlar, antropologlar, gezginler ve müzisyenler.
Liste uzun, tek tek isim versem bitmez ama kitaplarıyla içimde sabit bir yer edinmiş olanları en azından saymak isterim:
Ursula K.Le Guin, Jorge Louis Borges, Annie Ernaux, Paul Auster, Clarissa Pinkola Estes, Nikos Kazantzakis, Julia Kristeva, Ernest Hemingway, Tolstoy, Rebecca Solnit, Rachel Cusk.
Şu anda hangi kitapları okuyorsun?
Şu anda kitap kulübü için seçtiğim kitapları okuyorum. Sheila Heti’nin “Annelik”, Maya Angelo’nun “Annem, ben ve annem”, Rachel Cusk’ın “Bir Ömrün Emeği”, Adrienne Rich’in “Deneyim ve Kurum Olarak Annelik” kitaplarını. Onlardan önce, yaz başı Johann Hari’nin “Çalınan Dikkat” kitabını okudum ve çok beğendim -hemen Aposto’ya da yazdım hatta.
Dinlediğin müzikler neler?
Herkes gibi ben de farklı ruh hallerime göre müzikler seçip dinliyorum.
Türkiye’yle ilgili duygularda olduğumda dinlediğim playlisti’min baş taçları: Münir Nurettin Selçuk, Kutsi Erguner, Melahat Pars, Safiye Ayla, Müzeyyan Senar
Ege ve hissettirdikleriyle dolu olduğumda: Yiannis Kotsiras, Haris Alexiou, Orfeas Peridis, Nefeli Fasouli, Dimitris Mitropanos, Giannis Parios
Ispanya – Akdeniz kıyısının hissettirdikleriyle dolu olduğumda: Joaquin Sabina, Estrella Morente, Camaron, Maria Arnal, Karol G, Ojos de Brujo
Çalışırken, odaklı bir iş yaparken: Bach, Chet Baker, Nina Simone, John Coltrane
Gençliğimi andığımda ya da gençliğimdeki duyguları hissettiğimde: Pearl Jam, PJ Harvey, John Frusciante, Leonard Cohen, Jeff Buckley
Bir de podcast tavsiyelerini alalım:
Nilay Örnek / Nasıl Olunur
Deniz Yüce Başarır / Ben Okurum
Senem Timuroğlu & Feryal Saygılıgil / Sözcüklerin Cinsiyeti
Seçil Öznur Yakan / Nasıl Gidilir
Merve Emre / The Art of Editing