İrem Sak: “Kadınların işi zor değil, kadınların işi zorlaştırılıyor”
Modern Kadın ile yapılacaklar listesinin “senaristlik” kutusuna da bir tik atan İrem Sak, onda daha ne cevherler olduğuna dair keskin bir ipucu vermiş oldu. Diğer yandan Modern Kadın projesinde senaryo ekibine dahil olması İrem Sak için madalyonun görünen yüzü aslında. Dizinin ikinci sezonu çekilecek, bu kesin. Merakla bekliyoruz. Ve elbette, bir şeyler yapmak için mücadele veren bütün kadınlara “İrem Sak’ın Modern Kadın Mücadelesi” gibi bir hikâye diliyoruz.
Yayımlanmasını 3,5 sene beklediği Modern Kadın projesi için; platformlarla kendisi birebir görüşmüş, sponsorların kapısını çalmış, işin kurgusuna da girmiş, hatta yetmemiş şarkı bile söylemiş. Dizide oynadığı Pınar karakterinin yalnızlığına projesi için mücadele ederkenki İrem yalnızlığı eklenince ortaya çok güzel bir şarkı, su gibi duru bir anlatım, oldukça samimi ve etkileyici bir hikâye, öngörüleri çok sağlam karakterler, kısacası mis gibi bir iş çıkmış. “Kader, gayrete aşıktır” derler ya tam anlamıyla o durum aslında.
İrem Sak, şu anki durumda, vakti zamanında karşılaştığı tüm zorlukları ayağına getiren ve dönen koltukta son derece afili bir dönüş yapıp “Bir zamanlar fakir ama gururlu bir Modern Kadın vardı” diyen o kişi konumunda. Dizinin ikinci sezonu çekilecek, bu kesin. Merakla bekliyoruz. Ve elbette, bir şeyler yapmak için mücadele veren bütün kadınlara “İrem Sak’ın Modern Kadın Mücadelesi” gibi bir hikâye diliyoruz.
Hem dizinizde hem de röportajlarınızda memleketiniz Sivas’a, Çerkez oluşunuza bir paragraf mutlaka açıyorsunuz. Benim ilk sorum bu aidiyet duygusu ile ilgili olacak. Aidiyet kavramı sizde nasıl bir karşılık buluyor? Yaratıcılık tarafında sizi besleyen mi yoksa sizi sınırlandıran mı bir etkiye sahip?
İkisi de oluyor ama hangisi daha baskın derseniz beslediğini söyleyebilirim. Sivas’ın çok ayrı, çok özel bir il olduğunu düşünüyorum. İnternette vs bu minvalde o kadar çok şey görüyorum ki, “Sadece ben değilmişim, böyle düşünen insanlar olarak biz bir hayli kalabalığız” diyorum. Hani bir görsel var ya, bir kişi arabasının arkasına “Keşke biraz daha Sivaslı olabilsem.” yazmış. Yani bize yetmeyen bir Sivaslılık söz konusu. Elbette bu durum, orada doğup büyüyenlerle ilgili. Ve ben onlardan biriyim. Sivas’ta doğdum ve 18 yaşıma kadar orada yaşadım. Mizahı çok güçlü bir şehir, insanı çok komik olan bir şehir ve o anlamda beni çok geliştirdi. Ama elbette zor da bir şehir Sivas. En azından benim yetiştiğim yıllarda öyleydi. Şimdi gittiğimde görüyorum, gençler daha rahat hareket edebiliyor. Biz eski Sivas’ın zorluklarını yaşadık elbette. Ama yine söylüyorum, beslediği taraflar çok daha fazla.
Kendimi mizahla ayakta tutuyorum
“Modern”: Çağdaş, çağcıl. Dizide de geçtiği üzere Türkiye’de modern, Alaçatı ile Sivas arasında bir kavram gibi. Şehirde poz vermek zorunda olan köyde ise elini ayağını nereye koyacağını bilemeyen insan profili ne kadar modern olabilir? Bu anlamda, varsa eğer, sizce modern nedir ya da kimdir?
Modern, kelime anlamı olarak “Çağa uygun” demek. Çağın gerekliliğine uyum sağladığınızda “Ne kadar modernsin” etiketine de sahip oluyorsunuz. Ve fakat ben modern kelimesinin pek çoklarınca yanlış kullanıldığı inancındayım. “Rahat ve geniş olmak” modernlik gibi algılanıyor. Aksine mesele özünde çağdaş olmaktan ibaret. Ben de Sivas’ta doğup büyümüş biriydim ve sektöre ilk girdiğim zamanlarda İrem olarak o döngüye ayak uydurmaya çalıştım. Ama bunu bir yere kadar olabileceğini gördüğüm zamanlar da yaşadım.
Zamansız bir sektör bizimkisi ve her dönemde, her çağda diğer sektörlerden farklı. Modern Kadın’da Pınar’ın bir beyaz yaka olmasını tercih etmemizin de altında bu yatıyor. Evet, bizim sektörümüz gayet renkli ve zevkli bir sektör ama öyle herkesin tercih edebileceği, uyum sağlayabileceği bir yapısı da yok. Sorsanız herkes içinde olmak ister ama zordur, çok zordur. Galalar, çekimler renkli görünür ama arka taraftaki işler oldukça yıpratıcıdır. Bu anlamda biraz daha niş kalır. Beyaz yaka olarak çalışan insan sayısı ise hemen her ülkede çok daha fazla. Bu anlamda biz de başrolün beyaz yaka olup daha fazla insana hitap etmesinin daha doğru olacağını düşündük.
Aidiyet, modernlik derken üçüncü kavram olarak mizahın kapısını çalmak isterim. Mizah, düşünce sisteminizde nasıl bir alana karşılık geliyor? Mizahın meseleleri çözme gibi bir gücü var mı sizce ve eğer öyle düşünüyorsanız siz bu gücün ne kadarını kullanıyorsunuz?
İyi kullandığında mizah oldukça güçlü bir kavram. En kötü anında bile iyi ve komik tarafından bakmaya çalışıp sığınabileceğin bir liman. Günlük hayatımda da fazlasıyla başvurduğum bir alan. Çevremdeki insanlar buna çokça maruz kalır. Sevdiklerime nahif, sevmediklerime ofansif olmak üzere mizaha başvurduğum zamanlar olur. Kendimi mizahla ayak tutuyorum gerçekten. İnsanlar hayatın zorluklarıyla mizah olmadan nasıl baş ediyor, inanın merak ediyorum. Ben her olayda iyi bir taraf aramaya çalışıyorum, bu da beni kurtarıyor.
Dizinin baş karakteri Pınar için bizim en çok dikkatimizi çeken unsur dürüstlüğü oldu. Karşılaştığı olaylarda hiç amiyane tabiriyle kıvırmaya gitmiyor. Aksine herkese her şeyi olduğu gibi anlatıyor. Bu dürüstlük kısmı özellikle yapılmış bir şey mi?
Bilen bilir, ben o kadar net bir insan değilimdir. Ama istedik ki Pınar tam bir Yiğido olsun. Pınar, oldukça net ve dürüst bir kadın.
Story atmak yerine not almaya başladım
Senaristlik konusunda ilk tecrübeniz. Düşüncelerinizi, notlarınızı bir senaryo formuna dönüştürürken nasıl bir yöntem uyguladınız? Ayrıca çok iyi öngörüler olduğunu görüyoruz. Karakter tahlilleri muazzam. Bunların hepsini bir potada eritmeyi nasıl başardınız?
Benim yıllardır yaptığım meslek oyunculuk. Ben bu yıllar içerisinde, eğer yeteneğim varsa bir şekilde işin yazma kısmına da yöneleceğimi her zaman biliyordum. Beşer Beşer’de, İnsanlar Alemi’nde bir-iki skeç yazma deneyimim oldu. Elbette oradaki dengeler çok farklı ama bu, bana “yazabiliyorum” inancını verdi. Tabii o dönem oyunculukta daha çok şey yapmak istediğim bir yaşta olduğum için yazma işini “Bir ara bakarım” diye rafa kaldırmıştım. Ama hep notlar alıyordum, bir şeyler yazıp kenarda tutuyordum. Böyle böyle bir baktım ki şu an iki film senaryosu yazmışım. Hatta kısa bir süre önce bir tanesine bakıp “E tam sete girmelik aşamadaymış bu.” dedim.
Murat Kepez bana “Sana tek kişilik bir tiyatro oyunu mu yapsak?” diye geldiğinde ben hemen “Çok iyi olur, yapabilirim” dedim. Nasıl bir şey yapalım kısmına geldiğimizde ise ben bir kadın hikâyesi olması yönünde görüş bildirdim. Fikrim şuydu: Bir kadının bir cumartesi gününü görelim; dışarı mı çıksa, evde mi kalsa, evde kalmak mı, evde kalmak iyi bir şey mi, herkes dışarıda sosyalleşirken o ömrü boyunca evde mi kalacak, dışarıda ne var ki zaten… Bu ikilemi yaşayan 35 yaşında bir kadın hikâyesi oluşturmaya başladık. O zamanki düşüncemiz global bir iş yapıp başka ülkelerde de oynamaktı. Biz tam da bu planları yaparken kader de boş durmuyor ağlarını örüyormuş, pandemi oldu. Tiyatrolar kapandı. Peki ne zaman açılır diye soruşturuyoruz ama herkes sonuçta pandemiyi ilk defa tecrübe ettiği için kimse tam bir cevap veremiyor, arada “belki yıllarca” diyenler çıkıyor vs. Sonra dijital diziler patladı. Bu aşamadan sonra biz de bu fikri dijital bir diziye çevirme kararı aldık. O kadının tek bir cumartesi günü değil de günlerini, aylarını, yıllarını anlatalım dedik ve Modern Kadın böyle ortaya çıktı. Murat Kepez, “Bu proje ile birlikte yazarlığa başlarsın artık.” diyerek beni cesaretlendirdi. Abim Ayberk Sak da New York Film Akademisi Yönetmenlik mezunu. O da beni cesaretlendiren bir başka isimdi. Ben de zaman içinde çok fazla kadın hikâyesi biriktirmiştim zaten. Gupse Özay o ara bana, “Sen çok iyi fikirler yakalıyorsun ama hepsini story atarak harcıyorsun.” dedi. Bu uyarı bende birtakım ışıkların yanmasını sağladı açıkçası. Ondan sonra story atmak yerine not almaya başladım. İşte o notlardan böyle bir şey doğdu.
Hatta izleyenler bilecektir, regl bölümünü ben TikTok’ta görmüştüm. “Reglinin bir insan hüviyetinde evin içinde dolanması ne iyi bir fikir.” diyerek “Reglinin bütün gün, bütün hafta benimle birlikte dolaşması fikri.” şeklinde bir not almıştım. O bölümün fikri oradan gelmişti. Su Şanad’ın oynadığı Gözde karakteri de hakeza. Yani benim pek çok arkadaşımda gördüklerimin bir potada eritildiği bir karakter o. Kadınlar anne olduktan sonra “Ben çok yoruldum.” diyemiyor mesela. Çünkü o artık bir anne, yorulamaz(!). Halbuki anne olmuş bir kadın hem bir anne hem bir kadın; kimlik olarak ikisi de kalmalı. Eşleri nezdinde de “eş” olmaktan çıkıp “çocuğumun annesi” moduna geçiriliyorlar. Dolayısıyla bunlar benim gerçekten bildiğim hikâyeler. Gözde’de bunu işlemeye çalıştık.
Modern Kadın’ın 3,5 sene bekleme durumu olmuş. Bu bekleme sürecinde bir yandan belirsizlikle boğuşurken diğer yandan “Daha iyisi olabilir miydi?” düşüncesi oluşmuştur. Bununla nasıl baş ettiniz?
Normalde bizde işler şöyle ilerler: Bir şey çekeriz, en fazla bir yıl içinde yayına girer. Hatta genelde, sinema filmi yaptıysan altı ay içinde, dizi yapıyorsan da çektiğin hafta yayına girer; ucunu alamazsın. Modern Kadın’da araya 3,5 yıl girince beni en çok düşündüren “Acaba eskidi mi?” sorusu oldu; şakalar, mekânlar, bizler, gözlemler… Çünkü aradan geçen sürede Türkiye’de pek çok şey değişti. Farkındaysanız, 3,5 sene önce çekildiği için dizimizde vize problemi hiç geçmiyor. Şu an herkesin dilinde vize ile ilgili yaşadığı problemler var ama Özgür Çevik’in oynadığı Can karakterinin öyle bir derdi yok belli ki. Ama şu an karşımızda öyle bir gerçek var. Yine diğer taraftan bizim dizimizde kira diye bir dertten bahsedilmiyor. Çünkü o zaman kira konusu bu kadar büyük rakamlara karşılık gelmiyordu. Olsaydı mutlaka işlerdik. En azından kızlardan bir tanesi, “Ev sahibim yüzünden sinirim tepemde.” gibi bir şey derdi. Dediğim gibi bur eskime düşüncesinden çok korktum. Ama kendi adıma, oyunculuk performansım anlamında geriye dönüp bakmıyorum çünkü ancak bu kadar oynayabilirdim ve oynadım. Bir ara birileri “Belki yayımlanmaz.” demişti. O benim için masada hiç olmaması gerek opsiyondu. Bazen öyle olur; bir dizi çekersin yayımlanmaz, bir film çekersin vizyona girmez… Ben her zaman yaptığımız işi savundum. Çok güzel olduğunu ve insanlar tarafından da sevileceğini söyledim. 3,5 yıl boyunca devam projeler hariç (Ölümlü Dünya, Kuş Uçuşu) hiçbir yeni projede bulunmadım. Pınar’ı aldatmadım yani. Çünkü böyle bir senaryoda oynadıktan sonra en azından bununla uyumlu, hayat görüşümle uyumlu işlerde bulunmak istedim. O da bizim sektörde giderek zorlaşıyor.
Bir hikâye tamamlama, hikâye anlatma isteği her zaman var bende
Taklit etmenin çok yanlış olduğu inancına karşı ben, insanın çok sevdiği kişileri taklit ede ede kendi özgün tarzına ulaşabileceği inancındayım. Bu bağlamda siz hangi kalemleri kendinize rol model olarak aldınız, alıyorsunuz? Bir de isim vermek isterim: Gülse Birsel. Kariyerinize onun bir projesinde başlamanızın bugünlere etkisi oldu mu?
Her Türk genci gibi benim de bir Avrupa Yakası bağımlılığım var. Türk sit-com tarihinin en önemli eseri bence. Hâlâ her gün apartman boşluğunda Avrupa Yakası’nın jeneriğini duyuyorum, birileri mutlaka izliyor. Bunun için hem bir oyuncu hem bir üretici hem de bir seyirci olarak Gülse Birsel’e hakkını teslim etmek isterim. Globalde de elbette Fleabag. Mizah olarak da yazım kalitesi olarak da örnek aldığım bir iş. Oyunculuk tarafından izleyince de “Allahım bizde neden böyle işler olmuyor?” diye hayıflandığım bir dizi.
Yalan atmayı becerebilmek bir senaristin işinin kaçta kaçı? Çocukken attığınız yalanların senaryoya nasıl katkıları oldu?
Küçükken olmayan şeyleri insanlara olmuş gibi anlattığım oldu. Mesela, anneme bir gün, o gün sınıfta asla olmayan bir hikâyeyi anlattım. “Şöyle oldu, böyle oldu ve sonra o da ağladı…” şeklinde giden bir hikâye. Annem de çok etkilendi. “Ay ne kötü olmuş, çok kötü olmuş.” gibi tepkiler havada uçuşuyor. Bendeki tepki ise şu: “Aaa etkilendi, demek ki yapabiliyorum.” Tabii sonrasında annem gidip bu olayı teyit ettirmeye kalkınca yakalandım. Ama biz buna yalancılık demeyelim de “Hikâye anlatmayı sevmeye başladığım yıllar.” diyelim. Oyuncularda bu durum var. Bizde kafa hep bir hikâye kurmaya gidiyor. Bir süre sonra, “Şöyle olsa, bu da böyle olsa…” gibi düşüncelerle kafamda sürekli hikâyeler kurduğumu fark ettim. Aynı şekilde bana gelen senaryoları da kafamda farklı farklı tamamladığımı fark ettim. Okuyorum, okumanın ortasında sonu tahmin etme çalışmalarım başlıyorum. “Büyük ihtimal şöyle bitecek.” diyorum mesela. Öyle bitmediği durumlarda bu sefer neden sorusu devreye giriyor ve bu böyle olsaydı daha mı iyi olurdu gibi fikirler alıp başını gidiyor. O yüzden bir hikâye tamamlama ve hikâye anlatma isteği her zaman var bende. Bu tabii ki senaryo yazımında bana çok yardımcı oluyor.
Modern Kadın 2’yi yapmak istiyoruz elbette
Senarist olarak gelecek projelerinizde neler var?
Seyircimizin de çok beklediği üzere Modern Kadın 2’yi yapmak istiyoruz elbette. Üstesinden gelebilmeyi diliyorum. En yakın plan o gibi duruyor. Yine bir tane, toksik bir çifti anlatacağım bir hikâye var. Ama bunu karamsar bir dille değil de mizahi bir dille anlatmak istiyorum. Bir de bir roman mahallesinde geçen bir film projesi var ki onu yapmayı çok istiyorum. Yarısını tamamladım. Hedefim, önümüzdeki yaz ona bir şeyler yapabilmek. Çünkü o dünyayı anlatan bir film yapmak, benim hayatımda hep “ertelenen” listesinde yer aldı. Beni çok çeken ve çok heyecanlandıran bir dünya. Şimdiye kadar o mahallelerin hep yanlış değerlendirildiğini düşünüyorum. Kafamda çok tatlı bir film fikri var.
Algı değişmese de en azından dengeler değişiyor
Gelelim kadın-erkek meselelerine. Türkiye’de kadınların bir yandan “Benim annem de kadındı” diğer yandan “Bir yönetici adam gibi adam olacak” arasında kalması durumunun bir çözüme kavuşması mümkün mü? Mümkünse sizin çözüm öneriniz nasıl olur?
Bunun çözümü keşke bizde olsa ama çözüm, karşı tarafta. Çünkü sorunların kaynağı karşı taraf. En son çıkan ifşalarda da aynı durum oluştu; yine sadece kadınlar konuştu. Erkeklerde yine ses yok. Ben bekliyorum ki erkekler ayaklansın. “Biz niye böyleyiz?”, “Böyle bir şey yapma hakkını kendimizde nasıl görüyoruz?” vs düşünmeleri, konuşmaları lazım. Biz kadınlar olarak senelerdir konuşuyoruz. “Kadınlar çiçektir” diyerek için içinden çıkamazsınız; çözüm oralarda değil. Kadınlar olarak söylenecek her şeyi söyledik. Ben dizide tekrar hatırlatmış oldum aslında. Bakın bize böyle şey yapılıyor, bunlar söyleniyor, böyle davranılıyor diye hatırlatmak istedim. İsterim ki kadınlardan ziyade erkekler bu diziyi izlesin, kendisine sorular sorsun. “Benim ‘canım, canikom’ vs demem iş yerindeki kadınları rahatsız ediyor olabilir mi?” ya da “İnsanların fiziğiyle ilgili yorumlarım onları rahatsız ediyor olabilir mi?” gibi gibi sorular sorsun istiyorum. Kendilerini bir eleştirsinler istiyorum. Çünkü benim de başıma çok geliyor; bir yapımcıyla, bir yönetmenle ya da bir oyuncuyla görüşmeye gittiğimde kimi zaman sınırları aştıkları oluyor. Saçımla, kilomla ilgili yorumlar vs. Pardon ama bu hak size ne zaman tanındı? Ben hiçbir erkeğe “Aaa saçların ne ara bu kadar döküldü?” demem. Ama onlar her zaman bizim fiziğimizle alakalı, oturup kalkmamızla alakalı çok rahat konuşabiliyor.
Komedi tarafında da bir kadın önyargısı olduğunu düşünüyorum. Örneğin bir stand-up yapan erkek, o kişiye komik gelmediğinde “Bu ne ya?” diyerek videoyu kapatıyor. Ve fakat stand-up yapan kadın ona komik gelmediğinde videoyu kapatmıyor; paylaşıyor ve üzerine “kin” soslu bir mesaj atıyor. Hatta kadın stand-upçıların “çirkinlik” üzerinden değerlendirildiği bir ortam da var. Komik olmak için illa erkek mi olmak gerekiyor, ne yapmalı?
Algı, “Kadın, çirkin olduğu için komik olarak kendini kurtarıyor.” şeklinde. İnsan bunu demeye bir utanır. Erkekler için de aynı minvalde yorumlar yapılıyor. Kadınların işi zor değil, kadınların işi zorlaştırılıyor. Şakası beğenilmediğinde hemen bir zorbalama durumu başlıyor. Çünkü var oluşumuzdan, dikiş tutturmamızdan, işlerimizle öne çıkmamızdan rahatsız olunuyor. Kadından beklenen; uslu başlı otursun, oturmasını kalkmasını bilsin, çalışmasın, yemek yapsın vs. Bu mantık DNA’ya işlemiş maalesef. Bunun değişmesi mümkün mü, elbette mümkün. Zira eşitiz; “Sen bir insansın, ben de bir insanım.” gözüyle bakıldığı an her şey çözülecek aslında. İşin tarihi bir altyapısı da var tabii. Oy kullanma hakkının çok daha geç verilmesinden tutun bazı kadın edebiyatçıların eserlerini erkek isimleriyle neşretmelerine kadar… Değişen bir şey var mı derseniz, bende bu sorunun cevabı “evet”. Algı değişmese de en azından dengeler değişiyor. Türkiye’nin en iyi komedi yazarlarından birinin kadın olması –Gülse Birsel– bizim de elimizi kolaylaştırıyor aslında. Stand-up tarafında da baktığımızda eskiden stand-up yapan kadın yoktu; şimdi var. Kadınların hikâyelerini anlatan, “Bir şey tespit ettim ve çok komik.” deme cesaretini gösteren -ki maalesef bu cesaret oluyor- kadınlar var artık. İyi ki de varlar.
Modern Kadın’ın elinden tutup bir platforma yazdırmaya götürdüm
Sormadan geçemeyeceğim iki şeyden biri yönetmenlik. O tarafta da var olma gibi bir düşünceniz var mı?
İleride kesinlik kamera arkasında da olmak istiyorum. Elbette bu denize bodoslama atlamayacağım. İlk önce bir yönetmenin yanında pişerim. Hemen olmaz yani, haddimi biliyorum. Ama öte yandan ömrünün sonuna kadar karavanda ezber alan, “Benim setim geldi mi?” diyen kişi de olmayacağımı biliyorum. Yazdığım bir senaryoyu, belki bir konuk oyuncu kadar oynayarak çekmek istiyorum.
Diğer konuda müzik. Bir de müzik için paragraf açmak isterim. Dizi için şarkı söylediğiniz bir paylaşımınız var ve orada “Bu benim işimse her şeyi kendim yapmak isterim” minvalinde bir açıklamanız var. Öncelikle şarkı söyleme fikri nasıl oluştu ve bu, her şeyi yapma düşüncesi sizi yormuyor mu?
Aslında buna mecbur kaldım. Biz bir dizi çektik ve benim işin senaryo ve oyunculuk tarafındaki kişi olarak bundan sonrasını işin ehillerine emanet etmem gerekiyordu. Ettim de. Çünkü iş tamamdı ve sadece yayımlanması kalmıştı. Fakat burada da o meşhur “3,5 yıl” devreye girdi. Modern Kadın’ın yayına girmediği bu süreçte bunun nedenini sorduğum herkesten bir türlü net cevaplar alamadım. Ben de projeye her zaman inanmaya devam ettiğim için yayımlanması adına elimden geleni yapmaya karar verdim. Bir oyuncu bunları yapmaz normalde, yapmamalı da. Evladının elinden tutup okula yazdırmaya götüren anne gibi ben dizimin elinden tutup bir platforma yazdırmaya götürdüm. Modern Kadın, benim “Havada kaparlar.” dediğim bir işti ve fakat sektör, benim bu inancımı kırmayı başardı.
Bir süre sonra platformu buldum. Bu sefer de sponsor arama mesaisi başladı. Çok bilinen bir marka, birinci ve üçüncü bölümü izleyip “Bizim için sakıncalı.” diyerek sponsor olmayı kabul etmedi mesela. Bunu hâlâ anlamış değilim. Onun gibi pek çok marka o dönem sponsor olmak istemedi. Ama şimdi mail kutum kaynıyor. Markalar benimle YouTube içeriği çekmek istiyor vs. Ben de şu an, “Biz bir senaryoyu oluşturalım, ikinci sezonda görüşürüz.” diyorum.
Hakeza kurguda da aynı durum yaşandı. Kurgu için işi teslim ettik. Sonra bana bir-iki kurgu geldi ki ne diyeceğimi bilemedim. “Onu şöyle mi yapsak, bunu şuraya mı koysak?” derken bütün hikâye altüst olmuş. Bu bölüm bölüm ilerleyen bir iş. İkinci bölümde Kubilay Aka var mesela ama Kubilay’ı daha sonra hiç görmüyoruz. Çünkü onunla ilgili olay o bölümde oluyor ve bitiyor. Bana bir kurgu geldi ki Özgür Çevik ikinci bölümdeydi. Bu dizinin sevilmesinin nedeni bizim Pınar’ı izleyiciye yavaş yavaş sevdirmemiz aslında. Bölümler ilerledikçe Pınar’ın ne kadar yalnız, ne kadar ailesine düşkün, ne kadar iş yerinde hırpalanan ve ne kadar mutlu olmayı hak eden bir insan olduğuna karar veriyor izleyici. Pınar’ın hayatına Can girince izleyici de mutlu oldu; “Bu kız mutlu olmayı hak ediyor.” diye. Sen Can’ı ikinci bölüme koyarsan bu bir date dizisine döner.
Müzik konusunda da şunu söyleyebilirim: Hem ses hem de ritim duygusu noktasında kendime güveniyorum. Altıncı bölümdeki yalnızlık duygusunu tam verebilmek için de şarkıyı ben söyledim. Zaten Modern Kadın’ın tüm süreçlerinde yalnız bırakılmıştım. O yalnızlık bu yalnızlığa eklendi, şarkıyı da duyguyla söyledim.
Daha sonraları da açıp açıp izleyebileceğim projelerim olsun isterim
Bir o mu, bu mu sorusunun tam zamanı galiba. Ölümlü Dünya mı, Yalan Dünya mı?
Ölümlü Dünya sinema açısından kült bir film. Her zaman söylüyorum, özellikle ilk film benim bebeğim gibi. Meltem Kaptan ile birlikte iki kadın olarak, yoğun erkek popülasyonunun içinde gururla yer aldığımız bir işti. Öte yandan Yalan Dünya, beni İrem Sak yapan dizi. Hâlâ sokakta “Tülay” diye seslenenler oluyor. Ve dizi o dönemde de popülerdi ama zamanla değeri daha çok anlaşılıyor gibi geliyor bana. Gerçekten ikisini ayırmam mümkün değil, ikisi de bebeklerim.
O gün gelip bu işlerden elinizi ayağınızı çektiğinizde, sinema dünyasında nasıl bir İrem Sak profili kalsın isterseniz, İrem Sak denilince insanların aklına ne gelsin?
İyi anılmak için çok çalışıyorum. Yılmaz Erdoğan’ın bir sözü vardı, “Kariyerinizi hayır dediğiniz projeler belirler.” diye. Gerçekten “hayır” demek zorunda kaldığım, dediğim o kadar çok iş var ki. Elbette, çok şükür. İçinde bulunacağım işlere çok dikkat ediyorum. Çünkü dikkat etmemiz gereken bir ülkede yaşadığımızı düşünüyorum. Özellikle son dönemlerde bir sanatçının görevi çok daha ağırlaştı bence. “Bana ne olanlardan, ben alacağım paraya bakarım.” düşüncesi bence çok yanlış. Bu bağlamda duruşuma dikkat ediyorum. Bir projede kötü karakteri oynayabilirim elbette ama günün sonunda o karakter insanlara ne anlatıyor, bu çok önemli. O yüzden çok büyük sorumluluk hissediyorum. Gençlerin sokaklardaki yürüyüş tarzları, mafyacılığa özenmeleri vs. “Yaptığımız işlerler buna biz özendirmiyoruz değil mi?” sorusu beni çok geriyor. Sokaklar çok tekinsiz. Bir yerde coğrafya da kader. Başka ülkelerde böyle olduğunu düşünmüyorum açıkçası. Bir şeyi izlediğin zaman bunun kurgusal bir şey olduğunu anlaman lazım. Mafyayı anlatan bir dizide oynayan bir oyuncunun mafya olmadığını, onu canlandıran kişi olduğunu ayırt etmen lazım. Ülkemizde, dizi karakterleri haddinden fazla benimseniyor maalesef. Yani padişah oynayan bir kişi padişah değildir; bunun farkına varalım.Hâlbuki ben oyuncuyum; oynarım ve biter. Ben bir psikopatı, çocuklarını öldüren bir anneyi de oynayabilirim. Benim işim bu. Ama “Bu senaryolar gerçekten olması gerektiği gibi anlaşılıyor değil mi?” noktasında ikilemde kalıyorum. Ve artık bunlara çok dikkat ediyorum. Ne anlatıyor, nereye varıyor, insanlar izleyip ne düşünecekler vs. Bu sorumlulukları üstümde hissediyorum ve bu, beni çok yoruyor.
İrem Sak’ın nasıl anılacağına dönelim. Bir müzem olsun istemem. Çok güzel bir CV oluşsun ve saygınlık duyulsun isterim. Bütün işlerimi izleyebileyim; Yalan Dünya gibi mesela. Daha geçen gün karşıma Yalan Dünya’dan sahneler çıktı. Durdum ve izledim. İşte bunun gibi, daha sonraları da açıp açıp izleyebileceğim projelerim olsun isterim.