Iron Maiden sevgisi anlatılmaz, yaşanır. Ama biz yine de onuncu, yüzüncü, bininci kere anlatmaya çalışalım! Bilindiği üzere, grup, 50 yıl önce, 1975’in Noel tatilinde kuruldu. Bunun sebebi de Steve Harris’in ancak bu dönemki indirimli stüdyo masrafına gücünün yetmesiydi. Günümüzün para basma makinesi, holding ünvanı kazanan grubu o zamanlar sadece stüdyoyu değil, enstrümanlarını bile kiralamak durumundaydı.
İşte biz de onları her turnelerinde takip edebilmek için indirimli uçak bileti, pansiyon, airbnb vb. kovalayan bir grup insanız! Ben 1998 İstanbul konserlerinden beri her turneyi izlemeye çalışıyorum. Londra’dan aramıza katılan Hakan grubu 1990’da izleyebilen şanslılardan. Türkiye’nin Iron Maiden tribute grubu Maiden Turkey’nin kurucusu Furkan ise 2010’dan beri takipte. Aramızda son birkaç turneyle bu deliliğe başlamışlar da var. Anlayacağınız, epey kalabalığız ve işte bu tarihi turneyi izlemek üzere Budapeşte’deyiz.
Konserden önceki gün hayranların buluşması ve fotoğraf çekimi için sözleşilmişti. Iron Maiden’ın Powerslave döneminde çekildiği kült bir fotoğraf vardır, onun çekildiği turistik kale bölgesindeyiz. Ülkemizi bayrağımızla temsil ettik. Ertesi gün şehrin meşhur Heroes Square’inde resmi fotoğraf çekimi için çok daha büyük bir kalabalıkla birlikteyiz. Grubun yedinci üyesi diyebileceğimiz, menajer Rod Smallwood’un da katıldığı çekimde yine bayrağımızı dalgalandırdık! Dünyanın her yerinden insan var. Üşenmemişler, Arjantin’den, Kolombiya’dan, Guatemala’dan, Kanada’dan, bütün sıkı hayranlar Macaristan’a akmış. Maiden, gerçekten yaşayan en evrensel gruplardan biri olmalı.
Konser günü, Budapest Arena’da yine aynı evrensel tablonun içindeyiz. Millet skalası gibi yaş skalası da çok geniş. Dede, oğul, torun şeklinde üç nesil birlikte gelenler bile var. YouTube’daki Maiden kanalıyla meşhur olan CapnHarris’i görüyorum, hızlı bir muhabbet ediyoruz. Grubu dinlemeye 2010’da başlamış, buna çok şaşırdım, şaka maka aramızda 30 sene var, ama en az bizim kadar biliyor. Mekâna tekerlekli sandalyeleri veya koltuk değnekleriyle gelenleri de görüyorum. Ne mesafe tanıyor Maiden aşkı ne de başka bir engel.
Saat 19.30’u gösterdiğin ön grup Halestorm performansına başlıyor. Lzzy Hale muhteşem bir vokalist ve frontwoman. Yakın zamanda konuk olarak Skid Row’a vokalist olmuş ve orada bile Sebastian Bach’ı aratmamış bir isim. Hem performansıyla hem de “11 yaşından beri Iron Maiden dinliyorum ve bugün bir hayalim gerçekleşiyor” demesiyle kalbimizi çalıyor Lzzy.
Ve Maiden’ı beklemeye başlıyoruz. Bu turne “50. Yıl Turnesi” diye geçse de grubun altın yıllarını, yani 1980-1992 arasını kapsıyor. İlk albümden Fear of the Dark albümüne kadarki bölümden şarkılar çalacaklar. Ama hangi şarkılar? Aylardır tahmin yürütmekten helak olmuştuk. Diğer yandan, grubun klasik şovundan ziyade daha görkemli bir sahne dizaynı tasarlandığı ilan edilmişti, bu da başka bir merak konusuydu. Bir diğer büyük soru işaretinin öznesi de yeni davulcuydu tabii ki. Grubun efsanevi davulcusu Nicko McBrain bir önceki turnede sahne hayatından emekli olduğunu açıklamıştı, yerine Steve Harris’in yan projesi British Lion’ın davulcusu getirilmişti. Bir diğer değişiklik de seyircilerin cep telefonu kullanımına dair. Yasak getirmediler ama şöyle bir ricada bulundular: “Telefonlarınızı cebinizden çıkarmayın”. Tüm bunların sonucunda nasıl bir konser izleyecektik acaba?
Önce şovdan bahsedelim. Grup neredeyse ezelden beri, bazı küçük değişiklikler dışında aynı sahne iskeletiyle şovlarını gerçekleştiriyordu. Belli başlı şarkılarda, o şarkının hikâyesine uygun dev bir perde çekiliyor, grup her şarkıda yeni bir tiyatro sahnesine çıkmışçasına şarkıyı icra ediyordu. Bu defa arkada dev bir led ekran var. Bu ekran grubun şov anlayışına hem modern bir görüntü hem de hareket getirmiş. Tiyatral şovdan, hareketli görüntülerden oluşan sinemasal bir anlatıya geçmişler. Konser, grubun ilk döneminde intro olarak çaldığı ‘The Ides of March’ın banttan yayımlanmasıyla başlıyor. Bu sırada ekranda bizi Doğu Londra’nın arka sokaklarına götüren bir animasyon video oynuyor.
Derken gotik bir Paris görüntüsü beliriyor. Çünkü grubun tercih ettiği ilk parça Edgar Allan Poe’nun Paris’te geçen bir polisiye öyküsünden yola çıktıkları ‘Murders in Rue Morgue’ parçası! Bruce Dickinson, geçen sene kaybettiğimiz vokalistleri Paul Di’Anno’ya saygıda bulunurcasına onun tarzında bir deri ceketle karşımızda. Dinamit gibi bir başlangıç. Seyirci zıvanadan çıkıyor. Ardından ‘Wrathchild’, ‘Killers’ ve ‘Phantom of the Opera’ ile adeta zamanda yolculuk yapıp, grubun nispeten küçük kulüplerde çaldığı dönemde buluyoruz kendimizi. Bu blokta grubun “cep telefonu” ricasına büyük çoğunluk uyuyor. Cep telefonuyla uğraşanlar olmadığı için coşku her zamankinden de büyük, hatta agresif. Grubun 1981 tarihli Live at the Rainbow videosundakine benzer, ön sıralarda 70’lerin punk enerjisi hâkim.
Birkaç parçada bu kaotik izdihamda dayandıktan sonra gösteriyi daha rahat izleyebilmek ve sağ kalabilmek (!) için biraz gerilerde konumlanıyorum. Led ekranın gerçekten hakkını vermiş grup. Misal, Coleridge’in epik şiiri İhtiyar Denizcinin Ezgisi’nden esinlenerek yazdıkları 13 dakikalık parçada bu şiirin hikâyesini baştan sona bir sinema filmi gibi izliyoruz. Tabii ki görseller biraz yapay zekâ destekli, artık ondan kaçış yok! Ekranın en işlevsel kullanıldığı şarkı ise ‘Hallowed Be Thy Name’. Bir idam mahkumunun ölüme yürüyüşü ve Azrail’le dansı ancak bu kadar eğlenceli anlatılabilir. Tabii ekranla ilgili en yüksek rating’i yine Eddie aldı. Gelenek olduğu üzere ‘Iron Maiden’ parçasında Eddie, New York Times meydanındaki 3 boyutlu billboard’lardaki gibi seyircilere pençelerini gösterdi, kükredi, gruba kızıp kabloları kopardı. Grubun ikonik maskotunu bu yeni teknolojiyle izlemek çok hoş.
Diğer yandan Maiden’ın dijitalleşmiş bu yeni görsel dünyası bana biraz CGI destekli yeni Star Wars filmlerini anımsattı. Ama maket ve bez resim ağırlıklı sahneyi tercih ettiğimi söyleyemem, o da günümüz için artık çok demode durmaya başlamıştı. Büyük kitleler ve genç nesil bu yenilenmiş sahneyi kesinlikle daha çok sevecek. Peki ihtiyar delikanlılar tüm bu renk cümbüşü içinde nasıl görünüyor? Malum, şu an grubun lideri Steve Harris 69 yaşında, grubun en genci ise Bruce Dickinson, o da 66 yaşında. Ama hepsi gayet sağlıklı, dinç görünüyorlar. 80’lerin hızlı rock’n roll hayatından uzak durmaları ve tenis, futbol, eskrim gibi sporlarla ilgilenmelerinin karşılığını bu yaşlarda alıyorlar.
En karizmatik eleman kesinlikle 68 yaşındaki Adrian Smith. Bir de Smith, bu özel turne için efsanevi gitarlarını tamir ettirmiş, tadilattan geçirmiş, birçok parçada onları çalıyor. ‘Number of the Beast’ klibindeki Ibanez Destroyer’u da görüyoruz, Live After Death’te kullandığı Lado’ları da. Kaliforniya yangınlarında evi yanan gitaristin bazı önemli gitarlarını kaybettiği söyleniyordu ama demek ki bazılarını kurtarmış. Performans anlamında ise bu turnenin yıldızı Dave Murray. ‘Killers’ şarkısındaki slide hareketinden ‘Powerslave’in solosuna kadar hatasız çalan, bunu yaparken de yüzünden gülümsemeyi eksik etmeyen bu gitar üstadını izlemek ve dinlemek büyük keyif.
Şarkı listesine dönelim. ‘The Number of the Beast’, ‘Trooper’, ‘Iron Maiden’, ‘Fear of the Dark’ zaten epeydir demirbaş. Turnenin adı “Run for your Lives” satırını içeren ‘Run to the Hills’ da elbette şarkılar arasında. Bunlara ‘Clairvoyant’ ve ‘Powerslave’ gibi klas parçaların eklenmesi güzel olmuş. Dikkat çeken bir diğer nokta da 13 dakikalık ‘Rime of the Ancient Mariner’a ve 7’şer dakikalık Fear, Phantom, Hallowed’a rağmen, iki saatlik şova bir diğer Harris destanının, tam 10 dakikalık ‘Seventh Son of a Seventh Son’ın da sığdırılmış olması.
Bruce’un özellikle bu şarkıdaki performansı çok iyi. Fakat biste çalınan Aces High’da da bir o kadar kötü. Yirmili yaşlarında bile zorlandığı bu parçanın konserin sonlarına doğru eklenmesi talihsiz olmuş. Şarkı listesinde “No Prayer for the Dying”den bir parça olmaması ve ‘Fear of the Dark’ şarkısı dışında “altın yıllar”ı sonlandıran bu albümün temsil edilmemesi setlist’e açıkçası gölge düşürüyor. Grup bu yöndeki tepkilerden sonra, en azından turnenin gelecek yılki ayaklarına ‘Bring Your Daughter’ı ve ‘Be Quick Or Be Dead’i ekleyebilir diye düşünüyorum. Böyle bir setlist’le ülkemize gelmesi de bizi ihya eder tabii. Buradan yetkililere duyurulur!
Nicko McBrain gibi ikonik bir davulcudan ve çok sevilen bir personadan sonra yeni davulcu Simon Dawson’ın işi zordu. Ama İngiliz davulcunun ilk iki sınavda sınıfı geçtiği söylenebilir. Bruce, “Gözünüzü kapatın, Clive Burr çalıyor gibi hissedeceksiniz” demişti, buna hiç katılmasam da ilk konserlerde idare etti. Zamanla kendine güven kazandıkça, grubun ateşleyici faktörlerinden biri olduğunu idrak edebilir ve daha tempolu çalabilir. Zamanla göreceğiz…
İki konser de bitti. Ertesi gün Budapeşte sokaklarında yürüyorum, hâlâ gördüğüm on insandan birinde Iron Maiden veya benzer bir metal tişörtü. Üç gündür adeta şehri ablukaya aldık. Wolfsbane tişörtlü birini görüyorum, Maiden’ın eski vokalistinin eski grubu. “Cool t-shirt” diye laf atıyorum. “Biliyor musun?” diyor, “Aşk olsun, bilmem mi, bu albümü yeniden kaydettiler yakın zamanda.” diyorum. Şaşırıyor. “İlk defa Wolfsbane’i gerçekten bilen biriyle karşılaşıyorum, genelde Blaze’den dolayı sadece ismen biliyorlar, çok sevindim” diyor. Türk olduğumu duyunca da şaşırıyor. İngiltere’denmiş kendisi. Neden anlattım bunu şimdi durup dururken? Anlatayım!
Her Maiden Turizm olayımızdan önce yakın çevremden şu soruları alıyorum: “Kaç kere daha izleyeceksin?”, “Neden aynı grubu bu kadar izliyorsun?” Bunu elbette ben de kendime çok sık soruyorum! Bu defa yanıtım şu oldu: “Çünkü her anlamda yaşadığımı hissediyorum.” Artık gerek ülke gündemi gerek yaş gereği eski heyecanlarımızı kaybettiğimiz, hayata biraz yabancılaştığımız bir dönemdeyiz. O yüzden bu tutkuyu canlı tutmak bana önemli geliyor. Tamamen para ekseninde dönen bir futbol kulübünün peşinden maça gitmekten ya da yurt dışına gidip boş boş fotoğraflar çekip dönmekten ya da tipik bir yaz tatilinden daha gerçek bir tecrübe olduğunu düşünüyorum bunun. Hayatımın şarkısı ‘Infinite Dreams’in çalınmamasına kızmam, bu yüzden öfkelenip konser dönüşü forumlarda yargı dağıtmam bile bu yaşam tecrübesinin bir parçası!
Hiç tanımadığım, haritada yerini bulmakta zorlanacağım ülkelerden insanlarla bir arada olmak, onlarla ortak tutkumuzu paylaşmak şu hayatın bize sunduğu şanslardan biri bence. Sosyal medyaya yüklediğimiz fotoğraflara, kısa cümlelere “paylaşım” demekten gerçekten “paylaşım”ın ne olduğunu unuttuk sanki!
Böyle bakınca, havaalanında Rus arkadaşımın uçağa yetişme heyecanına ortak olmam, orada bir önceki turnede tanıştığımız Guatemalalı tayfayla arenanın fan kulüp girişini aramamız, güneşin alnında beklerken İtalyan dostlardan internet dilenmem, konserden hemen önce tişörtü sebebiyle Sırp bir davulcuyla ettiğimiz muhabbet ve konser başladığında yaşanan kaosta tanımadığımız insanlarla kâh güreştiğimiz kâh birbirimizi kolladığımız anların kıymetli olduğunu düşünüyorum. Tüm bunlar, rekabet ve sadece kâr odaklı bir spor müsabakasında pasif bir seyirci olmaktan veya arkasında kanlı savaşların yattığı bir tarihin kalıntılarını fotoğraflamaktan daha anlamlı bence.
Aslında tüm bu yolculuk, bu yaşta saatlerce ayakta dikilmemiz, tüm bu cefa, bu gruba vurulduğumuz o ilk âna duyduğumuz vefa için. Kaset kapaklarından sözlerini ezberlemeye çalıştığımız şarkıları canlı dinleyebilmek, bir gitaristin yirmili yaşlarında bilinçaltından koparırcasına çaldığı bir soloyu 68 yaşında nasıl çalacağını tekrar hissetmek, albümlerdeki insanüstü performansıyla bu müziğe tutulduğumuz Bruce’tan o eski tenor numaralarını bazı kayıplarla olsa da duyabilmek, Steve Harris’in 69 yaşında basgitarıyla oradan oraya koşuştuğuna tanık olmak ve tabii gençken defterlerimize çizmeye çalıştığımız Eddie’yi üç boyutlu görebilmek için hepsi. Bu, Iron Maiden’ın 50 yılını özetleyen bir turne olabilir, ama aynı zamanda bizim onları ilk dinlediğimiz andan bugüne kadar gelen ortak yolculuğumuzun da iki saate sıkıştırılmış bir filmi.
Turnenin adı “Canını seven kaçsın” anlamı taşısa da biz bunu şu şekilde değiştirebiliriz: “Canını seven bu turneyi kaçırmasın!”