
2000’li yıllar New York bağımsızlarının parlak ismi Noah Baumbach ünlü oyuncu Emily Mortimer ile birlikte kalem ortaklığına giriştiği son filmi Jay Kelly’de yeryüzündeki en ayrıcalıklı birkaç kümenin içinde yer alan kahramanının büyük hüznüne ortak olmaya davet ediyor seyircisini. Hollywood’un aktif A sınıfı yıldızları arasında ve hatta belki de tüm tarihindeki en sevilen jönlerinden biri olmayı sürdüren George Clooney, kendinden izler taşımasına izin verdiği, filme de adını veren bu kurmaca yıldızı canlandırıyor.
Yeni filminin çekimleri sona ererken tanıştığımız Jay Kelly 60 yaşında, iki çocuk babası, başarılı bir oyuncu ve hayatının önemli bir kırılma noktasına girmek üzere. Kendisini yıldız mertebesine taşıyan filmlerin yönetmeninin vefat haberiyle sarsılırken artık 18 yaşına girdiğini fark ettiği küçük kızıyla (ve sonra büyük kızıyla) geçiremediği zamanlara yakındığı bir yüzleşme dönemine şahit oluyoruz filmde. Bir nevi eleğini asma anlamı taşıyan yaşam boyu onur ödüllerine henüz sıcak bakmadığı için İtalya’daki bir festivalden gelen ödül teklifini başta reddetse de yaşadığı bu kırılmanın etkisiyle kızlarının ve geçmişinin peşine düştüğü kakofonik bir Avrupa yolculuğuna koyuluyor.
Jay Kelly’nin dahil olduğu ayrıcalıklı tabakayı açmak gerekirse; Hollywood’daki yerini çoktan sağlama almış, beyaz, erkek, emeklilik planı olarak bir sonraki adımda eyalet valiliği ya da ülkenin başkanlığını değerlendirmesi beklenen A sınıfı yıldızları kastediyoruz. Filmin bir sahnesinde Jay’in kişisel bir kriz anında ayna karşısında kendisine saydığı isimlerin başını çektiği sınırlı sayıdaki elit bir grup bu: Cary Grant, Gary Cooper, Clark Gable, Robert De Niro… George Clooney? Bu pek ayrıcalıklı mertebeye erişebilmek için çok çalışmış, hayatından çok şey feda etmiş, belki diğer insanlar gibi halkın arasına karışabileceği toplu taşımalardan mahrum kalmış ve belki de “kesinlikle” mecbur oldukları için ailesine karşı sorumluluklarını yerine getirememiş bu fedakâr yıldızları hepimiz çok severiz. En azından filmin yaratıcıları bu konuda hemfikir olduğumuzdan emin. Senaryonun sahibi Emily Mortimer ve Noah Baumbach kullandığım dildeki kinayenin aşikâr sebebi olan olumsuz imajın farkında ve bunu yok saymadan Jay Kelly’yi sempatik kılabilmenin peşindeler. Bu sebeple filmde Jay’in etrafında gördüğümüz her bir karakter onun eksiklerini ya da yanlışlarını yüzüne karşı ya da arkasından dile getiriyor. Ancak buna rağmen neredeyse hepsi Jay’i ne kadar sevdiğini de mutlaka belirtiyor. Hatta belki de kendisine karşı en müsamahasız, lafı dolandırmadan yüzleşen büyük kızı Jessica bile onsuz bir hayat kurabilmiş ve onsuz mutlu olduğunu dile getirirken hâlâ babasına karşı sevgisini gösteriyor. Peki, bu filmin izleyicileri olarak biz Jay Kelly’yi ve hikâyesini varsayıldığı kadar sevmeye razı mıyız?

Böyle bir yıldızın etrafında dönen kişiler ve hikâyeler filmi de canlı ve hareketli tutmayı sağlayan nadir unsurlar oluyor. Yıldızlık yolunda ilk adımda “doğru zamanda doğru yerde olabilme” ve şans faktörleri çoğunlukla “yetenekten” daha önemli olsa da yıldız kalabilmenin formülü açık ve çok daha rasyonel: Hayatını yönetmeleri için tutulmuş işinin en iyisi profesyonellerden oluşan bir ekip… Film, buradaki yıldız imajının perde arkasını samimiyetle göstermenin bir cazibesi olduğunu düşünüyor. Yıldızların gökten inmediğini bilecek kadar fazla “ünlüler ve hayatları” temalı hikâyeye şahit olmuş 21. yüzyıl izleyicisi için burada şaşırtıcı bir şey olmasa da filmi ardımızda bıraktığımızda en dolgun malzemenin yine bu ekip içindeki karakterlerde yattığı hissi kalıyor istemsizce. Özellikle filmde büyük yere sahip Jay Kelly’nin menajeri Ron (Adam Sandler) ile basın temsilcisi Liz’in (Laura Dern) arasında bizlere ufacık koklatılan yan hikâye kesinlikle çok daha ilgi çekici olabilecek gibi hissettiriyor. Filmde bu anlara şahit olmamızın sebebi çoğunlukla bir yıldızın, onu yıldız yapma üzerine çalışan profesyonellerin hayatlarını da ne kadar yıprattığını ve onları büyüttükçe genişleyen gölgelerinin ne kadar hayatın üzerini kapladığını gösterebilmek. Her ne kadar hayatlarını bu işle geçindirebiliyor olsalar da o hayatların içinde ailelerine gereken vakti ayıramamalarına, hatta bazen önlerine gelen koca bir yaşanacak aşk fırsatını tepmelerine sebep olabilecek bir öncelikli yoğunluk söz konusu olan.
Etrafında gerçekleşen her şeyin yalnızca onları nasıl gösterdiğiyle önem kazanabildiği bu dev personaların sürekli iyi gözükmeye devam edebilmeleri için çalışan insanları izlemek daima daha büyük bir eğlence vadedecek belki de. Ama akıllarda kalan imaj her zaman büyük perdelere yayılan o büyülü suratlar olacak. Jay Kelly de bunun farkında… Kendisi olmanın etrafı için ilgi çekici bir yanı olmadığının, kendisinin etrafındaki insanlar kadar gerçek bir hikâyesi olmadığının bilinciyle hüzünleniyor. Tam da dönüp hayatında neleri kaçırdığına bakıp kederleneceği bu dönemi kapsayan film, yer yer gerçekliği kıran kapıları açarak Yaban Çilekleri’nden (1957, Ingmar Bergman) miras aldığı bir yolculuk tasarlıyor janti kahramanına. Herhangi bir açıdan sempatik görünmeyen bir çaresizlikle kızının arkadaşlarıyla gerçekleştirdiği Avrupa seyahatine salça olan Jay, ekibini peşinde sürükleyerek İtalya’ya giden trende “sıradan” halkın arasına karışıyor. Burası artık senaryonun iyice kontrolü elinden kaçırdığı, her ânı gülünç tiplemeler, rastlaşmalar, diyaloglar ve beklenmedik sahnelerle bezenmiş, sindirmesi zor bir sekans. Tüm trenin bir baget ekmeği şeklinde gösterilmediğine şükrettirecek karikatürlükte bir yazarlıkla Jay Kelly’nin gözümüzdeki karizması şişiriliyor. Aynı anda kahramanımızı bu yüzleşme yolculuğunda yalnızlaştırmak uğruna oldukça sudan sebeplerle ekip elemanları bir bir yolculuğa veda ediyor. Bir PR ekibinin yazması bekleneceği türden kriz anı kahramanlık senaryosuyla iyiden iyiye eğlenceli olmaktan garip olmaya savrulan film ancak İtalya’ya vardıktan sonra ayaklarını yeniden yere basabiliyor.

İtalya… Trendeki Avrupalıların deyimiyle başka yerlerin çoktan yitirdiği cazibesini “insan olmaya müsaade etmesiyle” koruyan ülke. İnsan olmaya, gerçek bir hayat yaşamaya, gerçek benliğiyle sevgi görebilmeye dair bir yığın şeyi 24 saat içerisinde kafasına dolduran Jay, bu hassasiyete eriştiğini düşündüğümüz anlarda dahi etrafındaki insanları dinleyebilecek özveriye erişemiyor. Kendin olmanın ve kendini oynamanın zorluğuna dönüp duran bir odak yaratma çabası var oysa filmin. Ancak ne kahramanı Jay bununla o kadar ilgileniyor ne de biz dolayısıyla bu konunun derinliğine ikna olabiliyoruz. Sonuç olarak ister okul yıllarında arkadaşından çaldığı bir hayat olsun, isterse ailesine vakit ayırıp daha tevazu sahibi ama mutlu olabilecek versiyonunu görmesine rağmen en elitlerden biri olmak zorunda olduğuna ikna olalım, gerçek Jay Kelly bu gördüğümüzden ibaret. İnsanların hayran olduğu, organizasyonların sadece varlığını ödüllendirmek istediği kişi bu Jay Kelly. Tüm keşkelerini, kaçan fırsatlarını, yaşamayı reddettiği anlarını görmemize rağmen hayatta neredeyse hiç ciddi bir zorlukla karşılaşmadan bu yolu seçerek yazının başında bahsettiğimiz en seçkinler arasında yer almış biri. Bunun ötesinde bir gerçekliğe ihtiyacı olmayan, içinde bulunduğu bu gerçekliğin de –dürüst olmak gerekirse– empati kurulabilecek bir hüzün bulundurmadığı ayrıcalıklı bir hayatı izliyoruz. Gerçekte kim olduğuna dair bir yolculuk vaadi bu sebeple iki saatlik gürültülü bir koşturmacanın ötesinde bir anlam taşımıyor ne yazık ki.
Sözleşmelerinde yer aldığı için her durakta karşısına çıkan cheesecake dilimleri bizim de izleyici olarak bu filmle ve genel olarak bu tarz sinema üretimiyle aramızdaki iletişimi anımsatıyor biraz. Jay, sevmediğinden emin olduğu ancak en sevdiği tatlı olduğu belgelerle iddia edilen cheesecake’i görmekten bıkıyor. Gerçekte kim olduğunu anlamlandırmaya çalışan bir adamın yolculuğu boyunca tekrar eden bu tatlı anekdotu izleyici olarak bizim deneyimimizle ilişkilendirdim. Söz konusu dijital platformlara abone olurken kabul edilen sözleşmeye göre bu ve bunun gibi özensiz senaryoyla harcı tutulmuş, yıldız oyuncu kadrolarıyla soslanmış filmlerin sevilmesi bekleniyor. Bu filmin yayınlandığı esnada, iyisiyle kötüsüyle geleneksel sinema kültürünün en büyük markası olarak ayakta kalabilmiş Warner Bros. Discovery’yi, yani sektördeki en büyük rakibini satın aldığını açıklayan Netflix’in bir sanat olarak sinemaya neler yapacağına dair endişe sesleri yükselmekte. Kendilerine artık kullanıcı denilen seyircinin, en son özgün içeriklerini ürettikleri zamanı hatırlamanın zor olduğu tüm bu büyük şirketlere karşı takındığı sorumluluk sahibi tutum ilgiye şayan. Gündemi geçene kadar sürecek “kişisel” tepkilerin ardından bir yandan tüketimi aksatmadan sürdüren pasif izleyicinin önüne aynı cheesecake dilimlerinden fazlası konulur mu, emin değilim.
Netflix yapımı bir Hollywood güzellemesi olarak, artık sona ermiş yıldız sisteminin son kuşak temsilcisiyle ilgili iç ısıtmayı hedefleyen Jay Kelly her anlamıyla çiğ, yapmacık ve özensiz. Filme adını veren kahramanının yaratımında bile o kadar tembel ki George Clooney’nin hâlihazırda belleğimizde duran imajına yaslanmakta beis görmüyor. Doğal olarak Clooney’yle özdeşleştirdiğimiz ve ondan çok şey alan Jay Kelly’yi canlandırması için son ana kadar anlaşılan ismin Brad Pitt olduğunu öğrenmekse söz konusu vurdum duymaz yapımcılığa dair bir sinemasever olarak beni şok etti. Filmin finalinden etkilenebileceklerimiz için neredeyse tek geçerli sebep gerçek hayatta Clooney’ye karşı duyulan sempatiyle açıklanabilecekken bu prodüksiyonla ilgili alınan kararları anlamlandırabilmek gerçeküstü geliyor. Birbirlerinden belirgin şekilde ayrılan personalara ve karakterlere sahip iki oyuncu arasında şıp diye alınan bir değişiklik kararı çoktan tamamlanmış bir senaryoyla karşımıza bambaşka bir film çıkarıyor muhtemelen. Ancak sanıyorum ki, bu içerikleri tüketmek üzere anlaşmış bir seyirci olarak günümüz endüstrisinde takvimlerin içeriklerden daha önemli olduğunu da kabul etmek zorundayız.