Müzikseverlerin hayatına bir anda girmiş ve bir o kadar da hızlı bir şekilde çıkmıştı Jeff Buckley. 60’ların sonu ve 70’lerin başında folk müzik temelli singer/songwriter akımının özgün seslerinden Tim Buckley’nin oğlu olarak gözlerini açtığı hayata, Memphis’te veda edişinin üzerinden 28 sene geçti. Her geçen gün anısı daha taze, şarkıları daha güncel bir hâle gelen efsanevi müzisyenin hayatı, ilk kez bu kadar kapsamlı ve özüne yakın bir şekilde aktarıldı yönetmen Amy Berg imzalı “It’s Never Over, Jeff Buckley”de. Doğumundan önce başlayan hikâyesinin çoğu paydaşı, direkt bu belgeselde yer almaktan çekinmemiş ve ortaya kırılgan bir genç insanın hüzünle kol kola başarı hikâyesinin trajik sonunu izledik. Yer yer ajitasyona giden yerler olmadı mı? Oldu elbette. Ancak Jeff Buckley’nin “Grace”ten ve Tim Buckley’nin oğlu olmaktan fazlası olduğunu da ispatladı yönetmen Amy Berg.
Yazının tamamı spoilerdan oluşmaktadır, bilginize.
Jeff Buckley’nin, 1966 yılının 17 Kasım’ında doğduğu hayatın kontrolündeki figür annesi Mary Guibert’ti. Guibert’in hayatındaki en büyük hayali başarılı bir Hollywood oyuncusu olmaktı ki bu sayede okulda tanıştığı Timothy, kısa sürede hayatına girmiş ancak çok da zaman geçmeden ayrılmıştı. Bu birlikteliğin bir parçası da Jeff’ti. Çünkü Tim Buckley olarak tanıdığımız Timothy ile ayrıldığında hamile olduğunu bilmeyen Mary, oğlunu aldırmak gibi bir düşünceyi hiç gündemine getirmemekle birlikte onu tek başına büyütmeyi kafaya koymuştu. Çok yetenekli bir anne-babanın oğlu olmanın sonucu küçük yaşlarda fark edilmişti tabii ki. Belgeselin girişindeki yirmi dakikalık kısım Jeff’in hayatının temeline odaklanıyordu bu sayede. Mary, bir gün eski partneri Tim’in konserine altı yaşındaki Jeff’i götürdüğünü ve kuliste babasıyla buluşan Jeff’in mutluluğunu hayatı boyunca unutmadığını belgeselde anlattı. Lakin Tim, bir aile kurmak, baba olmak ya da benzeri bir şeyle ilgilenmediği için Buckley soyadı garip bir yük olarak Jeff’in sırtına binecekti. Küçük yaşta babasını kaybetmiş bir erkek çocuk için baba figürünün noksanlığı, içinden gelen dürtüleri gözlemleyebileceği bir pusulanın eksikliği olarak tanımlanabilir. Bir de Jeff Buckley gibi kırılgan bir ruha ve melankolik bir mizaca sahipseniz, kadınlar tarafından büyütülmek hem çok büyük bir ödül hem de bir o kadar gri bölge getirir… Bu melankoliden kurtulamayacağını ergen denecek yaşlarda fark edişini izlediğimiz Jeff Buckley’nin, gitarda ne kadar üst düzey bir noktaya gelişini ve o sayede birçok ismin albüm kaydında stüdyo gitaristi oluşunu görüyoruz.
Jeff Buckley’nin müziğe olan ilgisini oluşturan isimler Judy Garland ve Led Zeppelin’di. Günümüzden geri dönüp bakınca, müziğini tanımlamak için başvurabileceğimiz iki isim olduğunu görmek de ayrı bir his. Judy Garland’ın “The Man That Got Away” şarkısı, Jeff Buckley’nin hayatındaki ilk büyük kırılmaydı ki ilerleyen yıllarda bu şarkıyı sahnede coverladığını da biliyoruz. Ancak asıl büyük tutkusu Led Zeppelin’di. Led Zeppelin plaklarını dinlenemez hâle getirene kadar dinleyen ve Robert Plant’e taparcasına bir sevgi besleyen Jeff Buckley, 1995 yılında ilk kez kahramanlarını izledi. Led Zeppelin dağılalı 15 sene olsa da Robert Plant ile Jimmy Page’in ortak çabasıyla çıkan “No Quarter” albümü, Jeff Buckley’nin 1994 yılında “Grace”ten daha çok dinlediği o albümdü. Fransa’daki bir festivalde Plant ve Page ile aynı gün sahne alan Jeff Buckley, konseri bittiği gibi iyi bir noktaya konuşlanarak çocukluk hayalini gerçekleştirmişti.
Müzik kariyerinde ilerlemeye çalışırken bir yandan hayatının en önemli parçası artık annesi Mary Guibert değil, partneri Rebecca Moore olmuştu. O da Jeff gibi bir müzik tutkunuydu. Ek olarak ses ve ışık tasarımcılığı yapıyordu. 1991’de babası Tim Buckley’nin anısına verilen bir konserde tanıştığı Moore ile yaşadığı ilişki 1995’te sonlanırken arada geçen dört sene, Buckley’nin kariyerinin zirve yıllarıydı. Columbia Records’un dikkatini çeken Jeff Buckley, büyük bir Leonard Cohen, Miles Davis ve Bob Dylan hayranıydı. Bu sanatçılar da Columbia Records’taydı. Columbia Records ile görüşmeye gittiğinde şirkete girer girmez duvarlarda gördüğü albümler, Jeff Buckley’nin müziği sevmesini sağlamış albümlerdi. Masaya oturmadan önce “Burada olmak istediğimi biliyorum.” diyerek kararını verdiğini de bu belgesel sayesinde öğreniyoruz.
Columbia ile yapılan anlaşmanın ardından yolculuk stüdyoyaydı. New York’ta kayıtları yapılan ve yaklaşık dört ayda sona eren “Grace”, gerçek bir başyapıttı. Ancak sorun şu ki, beklediği ilgiyi ilk başta görmedi. ABD listelerinde 149. sırayı görmesiyle büyük bir hayal kırıklığı yaşadığını kolaylıkla gözlemlediğimiz Jeff Buckley, kendisine ve grubuna güveniyordu. Konser verdikçe etkisi artmaya başlayan albüm, o dönemde ikinci albümü “The Bends”i hazırlayan Radiohead’in sesi Thom Yorke’u direkt etkilemişti. Jeff Buckley konseri izlerken aldığı ilhamla konseri yarım bırakarak stüdyoya koşan Yorke, “Fake Plastic Trees”i yazdı. Konserler ve “Grace”in yavaş yavaş ilgi görmeye başlamasıyla Jeff Buckley, gerçek bir rock yıldızı olduğunu hissetmeye başlamıştı. Gelgelelim bir yandan kendini kontrol etmeye de çalışıyordu. Ancak gruptaki en yakın dostu ve bir nevi telepatik seviyede anlaştığı davulcu Matt Johnson ile arası açılıyordu. Dostluğun içine giren hiyerarşiye bir yandan Moore ile olan ayrılığı eklenince Jeff Buckley için zor bir dönem gelmişti. Tam bu esnada babasının öldüğü yaşa gelen müzisyen, bunun getirdiği bir depresyonla yaşamaya alışmaya çalışacaktı. Tam o dönemde hayatına yeni biri girmiş ve ölüme giden yolculuğuna kadar onunla beraber olmuştu. Müzisyen Joan Wasser ile olan ilişkisi ona belgeselden anladığımız kadarıyla iyi gelse de sonu değiştirememişti.
“Grace”in üzerinden üç sene geçmiş ve Jeff Buckley’nin yeni bir şeyler yapması iyiden iyiye beklenir hâle gelmişti. Bu sebeple Memphis’e gidip yeni şarkılarla ilgilenmeye başlamıştı. Jeff Buckley, 30 yaşına basmış, Matt Johnson gruptan ayrılmış ve dipsiz bir hüzün tarafından dibe çekilmekten kurtulmakta zorlanmaya başlamıştı. Albüm için stüdyoda kayıtlarla uğraştığı 29 Mayıs, grup arkadaşlarının Memphis’e geldiği gündü. Kayıt arasında yüzüp biraz dinlenmek istediğini belirtip Led Zeppelin’den “Whole Lotta Love” söyleyerek Mississippi Nehri’ne giren Jeff Buckley oradan çıkamamıştı. Belgeselin en can alıcı kısmı da doğal olarak burası. Aynı günün akşam saatlerinde annesi Mary Guibert, Memphis Polis Departmanı’ndan gelen telefonla ne olduğunu anlamış ve “Bana bir şey söylemeyin, oraya geliyorum.” diyerek oğlunun kaybolan bedenini beklemeye başlamıştı. Ancak hepimizin bildiği o sona gelmiş bulunuyorduk. Kayıp bir ruhla yaşamaya çalışan Jeff Buckley, kayıp bir sonla aramızdan ayrılmıştı. Annesine vedası olarak tanımlayabileceğimiz son ses kaydındaki cümlelerini paylaşıp iyice spoiler’ın ayarını kaçırmamak için burada duruyoruz.
Sundance’te yaptığı dünya prömiyeri ve sonrasında gelen yorumların hakkını fazlasıyla veren ancak konuşan kafa belgeseli sınırlarını pek de geliştiremediği için belli başlı kalıplara da sıkışmış bir belgesel “It’s Never Over, Jeff Buckley”. Yine de Jeff Buckley’i hatırlamak, anmak ve onun hiç duymadığımız ses kayıtlarını, görmediğimiz anlarını izlemek gözleri doldurmuyor değil. Film festivali de yaklaşırken umuyoruz ki birileri bu belgeseli Türkiye’deki izleyicilerle buluşturur.