Film - Dizi

Kimler geldi kimler geçti: Cannes Film Festivali

En prestijli, en az tahmin edilebilir ve en çok eleştirilen… Karşınızda Cannes Film Festivali’nin 2025 seçkisinden öne çıkarmak istediklerimiz.
Aysu Uzer - 26 Mayıs 2025
post image

Her yıl yalnızca filmleriyle değil, katılımcılarının söylemleri, politik duruşları, kırmızı halı kostümleri ve bitmeyen eleştirileriyle gündemimize oturan Cannes -her yıl olduğu gibi bu yıl da- gündemimizi kilitledi. Festivalin geçtiğimiz yıllarda gösterdiği politik tavrından uzaklaştığı, söylemlerinin yetersiz kaldığı daha festival başlamadan konuşulmaya başlanmıştı. Hemen ardından gelen kırmızı halı dresscode bildirgesi ve bununla birlikte ortaya çıkan eleştiriler ve arşa varan spekülasyonlar, Juliette Binoche’un jüri başkanlığında başladı. Festivalin bu yıl göze çarpan bir diğer özelliği de jürideki kadın yoğunluğu oldu. Jüride, Amerikalı oyuncu ve film yapımcısı Halle Berry, Hintli yönetmen ve senarist Payal Kapadia, İtalyan oyuncu Alba Rohrwacher, Fransız-Faslı yazar Leïla Slimani, Kongolu yönetmen, belgeselci ve yapımcı Dieudo Hamadi, Koreli yönetmen ve senarist Hong Sangsoo, Meksikalı yönetmen, senarist ve yapımcı Carlos Reygadas ve Amerikalı aktör Jeremy Strong yer aldı. İşte festivalden seçtiklerimiz…

Sentimental Value

Joachim Trier’in, Eskil Vogt ile kaleme aldığı film, festivalin en çok konuşulanlarından oldu. Sinemamori’nin paylaşımına göre tam 19 (on dokuz!) dakika ayakta alkışlanan film, Cannes tarihinde en uzun süre alkışlanan 3. Film oldu. Rivayetlere göre, en çok alkışlanan birinci film tam 22 dakikalık alkış ile “Pan’ın Labirenti” iken ikinci film ise yirmi dakika ile “Fahrenheit 9/11”miş.  Elbette, ikilinin birlikte yazdığı son filmi de günlerce konuşmaya doyamadığımızı, “The Worst Person in the World” ile uyuyup uyandığımızı hatırlatmak isterim. Festivalin en çok ses getirenlerinden biri olan ve iyileştirici bir drama olarak lanse edilen “Sentimental Value”, karmaşık bir aile hikayesi anlatıyor. Her zaman işini ailesinin önünde tutan Gustav, kızları Nora ve Agnes ile annelerinin ölümünden sonra bir film projesi için bir araya gelir. Affetme, kabullenme ve aile olma kavramlarını yeniden düşünmemize olanak sağlayacak “Sentimental Value” için Vogt, “Çoğu zaman aileler önemli konular hakkında doğrudan konuşamaz ve dolaylı iletişim yolları buluruz… Sanat, bunu ifade etmenin bir yoludur.” açıklamasını yaptı. Trier ise Cannes basın toplantısında, “Sanırım yapmak istediğimiz şey uzlaşma, aile ve zaman üzerine bir şeydi, şu anda hayatın tam ortasındayız ve bir insan ömrüne dair daha geniş bir bakış açısına sahibiz; çoğu zaman karmaşık bir ebeveynin içinde yaralı bir çocuğun yattığını fark ediyoruz. Gustav Borg karakterinde de bunu gördük — karmaşık bir baba olabilir ama sanatçı olduğu için iki dili var. Aile içinde iletişim kurmanın kırılganlığı, konuşamama hali üzerine konuşmak ve sanatın bu duruma nasıl dahil olabileceğini araştırmak istedik.” dedi.

BBC’den Emma Jones filmi, “Dünya prömiyerinde rekor kıran 15 dakikalık ayakta alkışın ardından Trier’in Sentimental Value adlı filmi övgü dolu yorumlar alıyor ve Cannes Film Festivali’nin en çok konuşulan yapımı haline geliyor. Cannes Film Festivali en iyisini sona mı sakladı? Norveçli yönetmen Joachim Trier, bu yıl ana yarışmada filmini en son sunan isimlerden biri olsa da Sentimental Value ile büyük beğeni topluyor. Başrollerini Stellan Skarsgård, Elle Fanning ve Trier’in uzun süredir birlikte çalıştığı oyuncu Renate Reinsve’in paylaştığı film, parçalanmış bir Norveç ailesini konu alıyor ve şu anda Altın Palmiye’nin en güçlü adaylarından biri olarak gösteriliyor.” cümleleriyle anlattı. Ayrıca, ben bu satırları kaleme alırken filmin de Büyük Jüri Ödülü’nü (Grand Prix) alması belli ki, biz seyircilerin beklentilerini arşa çıkaracak.

Eddington

“Midsommer” ve “Hereditary” filmleriyle bizi dehşete düşüren, korku sinemasına bakış açımızı değiştiren ve geliştiren yönetmenimiz Ari Aster’ın yeni filmi “Eddington”, yine kuralları alt üst ediyor. “Mazi kalbimizde bir yara” cümleleriyle bizi COVID’in hüküm sürdüğü 2020 yazına geri götüren film, New Mexico’daki çöl kenti Eddington’da toplumu korkuyla donatan pandeminin yarattığı psikolojik ve sosyolojik değişimleri izliyor, toplumun kontrol arzusunu sorguluyor. Baş karakterin bu kentin şefi olması ve filmde maske takmayan neredeyse tek kişi olmasının filmin bakışını kısmen özetlediğini düşünüyorum. Bu hafif esprili dil ve üslup ile hikâyenin geneline şöyle bir bakınca Aster’ın bize yine ve yeni bir büyük sürpriz hazırladığı su götürmez. Amerika’nın son yıllarda değişen politik tavrını sorgulayan, sosyolojik yapısını mercek altına alıp hicveden Aster, filmde Joaquin Phoenix, Pedro Pascal ve Emma Stone’nu beyaz perdede buluşturuyor.

“Ancak COVID yalnızca bir tetikleyici. ‘Eddington’, bir komedi olmasa da öfkeyle dolu, tehditkâr ve belki de delirmiş yeni bir Amerika’yı, donuk ama tedirgin bir neşeyle izleyiciye sunuyor. Film, dönüşmüş bu topluma dair bütünüyle ölçeklendirilmiş bir vizyon ortaya koyuyor. Aster’a göre, Amerika’ya olanlar sadece COVID’le değil, pandeminin acımasız kurallarının bize yaptıklarıyla ilgili…”*

Amrum

Fatih Akın’ın yeni filmi, şiirsel, zarif ve yalın, savaş filmi sıfatlarıyla anılan “Amrum” da festivalde prömiyerini yapanlardan, “Duvara Karşı”nın ardından “In the Fade” ile rüştünü çoktan ispatlamış Akın’ın, Hank Bohm’un bıraktığı yerden devam ettiği filmi olarak anılan “Amrum”, Bohm’un kişisel yaşamına dayanıyor. Alman Kuzey Denizi adalarından Amrum’da büyüme savaşı veren, savaşta yitirdiği babasının ardında bıraktığı Nazi destekçisi hamile annesinin bakımı ile ilgilenen Nanning (baş)rolünde Jasper Billerbeck’in ilk oyunculuk deneyimi olan film beğeni topladı. Almanya’nın işlediği savaş suçlarından ve yarattığı felaketlerden haberi olmayan adasında dehşetin çok ama çok uzağında yaşarken orada doğmadığı, gerçek bir Amrumlu olmadığı için dışlanan ve ötekileştirilen Nanning, son seçimlerde aşırı sağ- Nazi partisinin aldığı 12 milyon oyu düşündüğümüzde, günümüzde yaşamımızın bu dehşete ne kadar uzak olduğunu sorgulamamızı sağlıyor.

Geçtiğimiz yıl gündemimizden düşmeyen “The Zone of Interest” ile ismi anılan filmin dili daha çok “Bisiklet Hırsızları”na benzetilmiş. Pete Hammond’un kritiğinden aktarıp merakınızı artıralım: “Cannes Film Festivali’nin Cannes Premiyerleri bölümünde resmi seçki olarak yer alan Fatih Akın’ın bu dokunaklı büyüme hikâyesi, II. Dünya Savaşı’nın son günlerinde, Almanya’nın Nazi Partisi ve Hitler’in yenilgisinin eşiğindeyken, ıssız bir Alman adasında yaşayan 12 yaşındaki bir çocuğu merkeze alıyor. Savaşın bu yönü sinemada nadiren işlenmiş bir konu. Her ne kadar Almanya’nın bu yılki festivaldeki ana yarışma filmi Sound of Falling tüm ilgiyi ve övgüleri toplamış olsa da (film bugün Mubi tarafından satın alındı), bence bu mütevazı yapım çok daha etkileyici ve sarsıcı. Almanya’nın Oscar Uluslararası Film dalındaki adaylığı için bu film ciddi biçimde değerlendirilmelidir.”

Die, My Love

“’Die, My Love’ gençlere bir bebeğe bakmanın muhtemelen ne kadar tekrarlayıcı, sinir bozucu ve yabancılaştırıcı olabileceğine dair bir uyarı olarak gösterilmelidir.”*

Arjantinli yazar Ariana Harwicz’in aynı adlı romanından uyarlanan “Die, My Love”, Jennifer Lawrence ve Robert Pattinson’u beyaz perdede bir araya getiriyor. Anneliğe sıcak bakmayan bir kadının sinema tarihinin en yakıcı portrelerinden biri olarak anılan “We Need to Talk About Kevin” ile hepimizde geri alınamaz izler bırakmış, ardından 2017’de “You Were Never Really Here” ile yeniden gündemize gelen Lynne Ramsay’in uzun bir aradan sonra yönetmenlik koltuğunda oturduğu film, baş karakter Grace’in doğum sonrası depresyonuna odaklanıyor. Lawrence’ın büyük beğeni toplayan performansı, kadrosundaki yıldız isimleri ile hem festivalde hem de ana akım medyada çokça konuşulan filmin hakları ise MUBI tarafından satın alındı. “İştahlı alımlarıyla bilinen ve Türk girişimci Efe Çakarel tarafından kurulan MUBI, filmin hem ABD içi hem de uluslararası gösterim haklarını aldı. Edinilen bilgilere göre, anlaşmanın yaklaşık 23-24 milyon dolar olduğu, filmin 1500 salonda 45 günlük vizyon garantisiyle gösterime gireceği aktarıldı.”*

Alpha

Altyazı’nın Cannes günlüklerinde Selin Gürel’in “Cannes’da yeni bir dönemi işaret eden sıradışı jüri seçimlerinin en iyi bilinen örneklerinden biri, 2021’de Julia Ducournau’ya Altın Palmiye kazandıran ‘Titane’dı (2021). Ducournau bu yıl yeni filmi ‘Alpha’ ile tüm gözlerin üzerinde olduğunu bilerek Cannes yarışmasına döndü ve bir anda kendini yıldız tablosunun dibinde buldu. Alpha ile gösterişli ama hedefini şaşırmış bir kasvet sinemasına soyunan yönetmen, önceki iki filminde aidiyet anlaşması imzaladığı beden korkusu türüyle bu kez sadece uzaktan selamlaşıyor.” cümleleriyle aktardığı “Alpha”, hiç kuşkusuz bu yıl en merak ettiklerimden biri.

Bir daha sinema salonlarına dönemeyeceğimizi düşündüğümüz upuzun pandemi döneminin ardından sinemada izlediğim ilk film “Titane” olmuştu. Sanki sinemanın büyüleyiciliğiyle yeniden tanışmışım gibi hissettiğimi hiç unutmuyorum. Duvarlara çentik atarak bekleyeceğimi düşündüğüm bu yeni filmi ile Julia Ducournau ne yazık ki bekleneni vermemiş. Variety’nin festivalin enleri seçkisinin festivalin yaşadığı talihsizlikleri ve beklenmedik olayları sıraladığı açılış paragrafında, festivalin son gününde yaşanan büyük elektrik kesintisinin ardından Ducournau’nun filmini örneklemesi de cabası: “Örneğin, Julia Ducournau’nun Titane (Palme d’Or ödüllü) sonrası çektiği filmi Alpha’nın kırmızı halıda adeta çöken ve neredeyse oy birliğiyle hayal kırıklığı yaratan bir yapım olacağını pek kimse öngöremezdi.” Ben yine de eleştirmenlerin ortak görüşüyle beğeni toplayamayan filme ön kabuller ve ön yargılar oluşturmadan gidelim derim.

İlgili Yazılar
Development by Bom Ajans