Röportaj

Kübra Şenyaylar: “İstanbul’un elini tutarak şarkılar söylüyoruz”

Koro İstanbul Şefi Kübra Şenyaylar ile koro müziğinin çatısı altında insanı, insan ilişkilerini, İstanbul'u, olması gerekenleri ve hedeflerini konuştuk.
Fatih Önder - 11 Haziran 2025
post image

Binlerce kişiye ulaşan, “Çok sesli müziğe hoş geldiniz” diye bağladığı videoda koristlerini Batum’a bizleri ise çok farklı pencerelerden çok farklı dünyalara göndermeyi başaran Kübra Şenyaylar, özellikle son dönemde, koro müziğine ilginin daha da artmasına giden süreçte yapılan akortu anlattı.

Uzak gelen her ne varsa aslında çok yakın olduğunu bu kez müzik üzerinden ve sadece 1 dakikalık bir sürede göstermeyi başaran Koro İstanbul şefi Kübra Şenyaylar ile bir araya geldik. Sohbetin detaylarına doğru yolculuğa çıkmadan önce direksiyonu Kübra Hanım’ı daha detaylı tanıtmak adına bir süreliğine kırıyor ve detayları veriyoruz. Akademik kariyerinde sırasıyla; Mersin Nevit Kodallı Güzel Sanatlar Lisesi Müzik Bölümü, Marmara Üniversitesi Müzik Öğretmenliği ve Kocaeli Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Performans Ana Sanat Dalı Koro Yüksek Lisansı duraklarında durmuş. Sonrasında ise hep koro ve iyilik, güzellik. Unutmadan, kendisinin pandemide başlayan ve yer yer sağanak yağışlı olan bir solo kariyeri de var. Çocukluktan beri kendi şarkılarını yapan Şenyaylar, şu ana kadar üç şarkısını dinleyicilerle buluşturdu. Yeni şarkının tarihini ise “Sonbahar gibi” şeklinde veriyor.

Kübra Şenyaylar’ı tanıtma faslının ardından şimdi asıl meseleye yani Koro İstanbul’a geçebiliriz. Haklısınız biz çok konuştuk, gelin bu kısmı kendisi anlatsın.

Bir müzik öğretmenine sormak zorunda hissettiğim çok genel bir soruyla sohbetimize başlamak isterim. Türkiye’de bundan çok da uzak olmayan bir geçmişte müzik derslerinin yok sayılıp yerine matematik, Türkçe gibi derslerin ikame edildiği bir eğitim-öğretim sistemi vardı. Bunu, biz yaşadık. Gözlemlerinize dayanarak soruyorum; sizce son dönemde bu anlayış değişti mi, yoksa müzik dersi yine yok hükmünde mi?

Özellikle devlet okulları nezdinde konuya baktığımızda ana problem şu: Atanamayan müzik öğretmeni meslektaşlarımız. Ya da atansa bile atanılan okulların vaziyeti sebebiyle önce daha ciddi konuları çözmek zorunda kalmaları. Bu durum ek olarak, hâlâ müzik derslerinin test çözülen bir saat dilimi olarak kullanılması ya da müzik derslerine Türkçe, İngilizce öğretmenlerinin girmesi gibi durumları getiriyor. O tarafta değişen bir şey yok maalesef.

Değişen taraf şu: 1970’li kuşağın ebeveyn olmaya başlamasından sonra yaşanan bir kırılma var. “Biz böyle gördük, böyle büyüdük, onlar da öyle yapsın” şeklindeki anlayış ve yetiştirme tarzı terk edildi artık. “Biz böyle öğrenmedik ama onlar böyle öğrensin, eksik kalmasın” anlayışı hâkim olmaya başladı. Bu, elbette pozitif bir etki yarattı. Bu anlamda çocukların koroya, müziğe, sanata ya da spora ilgisinin her geçen gün arttığını söylemem gerekir. Kendini ifade etme yeteneği oturmuş ve gelişmeye açık bireyler yetişiyor. Hem anne hem de babalar çocuk yetiştirmeye yönelik kaynaklardan oldukça iyi besleniyor. Bu titizlenme, pek çok alanda olduğu gibi müzikte de ilgili ve yetenekli çocukların ortaya çıkmasını sağlıyor.

Eğitimde fırsat eşitliği olması gerektiğini savunuyorum ama sorduğunuz sorunun bağlamında şunu da eklemem gerekiyor: İşin bir başka boyutu da eskiye nazaran özel okul sayısının çok daha fazla olması. Bu okullarda enstrüman ya da koro dersleri oluyor. Elbette buna belediyelerin kurduğu koroları da eklemek lazım. Özellikle çocuk korolarında hem müzikal hem de pedagojik bilgisi sağlam olan eğitmenlerin çalışması bir başka artı olarak ön plana çıktı. Tüm bunlar bir zincir etkisiyle daha olumlu hizmet eden bir zeminin oluşmasını sağladı.

Tam da burada kocaman bir “Ama” ile devam ediyorum. Ama herkesin özel müzik dersi alma gücü yok. Bu açıdan bir eşitlikten bahsetmek mümkün değil. Keşke herkes eşit şartlara sahip olsa…

Ben, her şeyden önce, aynı evin içinde birlikte yaşayabileceğim insanları seçiyorum.

Gelelim Koro İstanbul’a. Koro İstanbul’da benim en çok dikkatimi çeken durum “Her telden” insan olması. Tek tip gibi bir durum yok, çok çeşitlilik var. Bu, bilinçli bir tercih mi?

Bu tercih; bir karşılık bulması için değil, böyle olması gerektiği için yapılan bir tercihti. Zira bana göre insanlar ikiye ayrılır: İyi olanlar ve iyi olmayı tercih etmeyenler. Bence insana dair başka bir ayrım yok. Seçimlerim nasıl oluyor derseniz de şunu söyleyebilirim: Ben, her şeyden önce, aynı evin içinde birlikte yaşayabileceğim insanları seçiyorum. İyi müzisyenler mi ya da iyi olma potansiyeli taşıyan müzisyenler mi, onlar sonraki konular. Biz kimi zaman haftanın dört günü bir araya geliyoruz, kimi zaman birlikte seyahat edip 48 saat aynı odalarda kalıyoruz, ailelerimizden çok birbirimizi görüyoruz. Yani aynı evde yaşıyoruz. Koristlerim, “Bu koro bizim seçilmiş ailemiz” diyor. Dolayısıyla bu insanların birlikte yaşamaya gönlünün olması lazım; bir de ana kurallarımıza uyması. Işıksız ve hizmeti olmayan her şeyden uzak durmaya çalışıyoruz. Birlikte hareket edebilmek için çok disiplinliyiz. Bir gövde gibi hareket eden elli kişiyiz.

Provalarda oldukça şeffafız; her prova sonrası ben herkese “İçinize sinmeyen bir şey var mı?”, “Nasıl bir provaydı sizce?”, “Herkes mutlu mu?” diye sorular sorarım. Orada her şeyi, en açık şekilde konuşuruz. Çoğu zaman bir çember oluşturur ve olumlu ya da iyileştirmemiz gereken her durumu konuşup değerlendiririz.

Koromuzun çeşitliliği, herkesin kendine özgü olması çok güzel olduğu gibi aynı zamanda bir denge kurulmasını da gerektiriyor elbette. Bunu kurmak için de ben ilk önce içimdeki denge üzerine, kendimle olan ilişkim üzerine çalışıyorum. Ardından ekibimin ihtiyacı olan dengeyi daha sağlam temellere oturtuyorum. Korodaki insanlar, yaşları kaç olursa olsun -ki 18’den başlayıp 68’e kadar uzanan bir yaş skalası söz konusu- bana “Hocam” der. Öğrenci-öğretmen ilişkimizde çarklar her daim olması gerektiği gibi döner. Bununla beraber, bu yaş skalasında bir ortak nokta yakalamak adına takım oyunları oynuyoruz. Onları dinliyor ve özel hayatlarında yaşadıkları durumlardan da haberdar oluyorum. Biri sevgilisinden mi ayrılmış, diğeri iki gün önce dişçiye mi gitmiş vs her şeyi bilirim. İşin özü, öğrenci-öğretmen ilişkisi her zaman devam etmekte ama biz bir yandan da birbirimizin yol arkadaşıyız. Bir arkadaşımız, başına bir hâl geldiğinde yardımına koşan ilk kişinin bir korist arkadaşının ya da benim olacağını bilir. Dolayısıyla Koro İstanbul, bizim güven ve konfor alanımız.

Yazar Murat Menteş’in, “Dünya tarihinde ilk defa farklı çağlara ait insanlar bir arada yaşıyor” minvalinde bir sözü var. Bu durum Koro İstanbul’da da aynen yaşanıyor sanırım.

Din, dil, ırk, inanç, ekonomi, mahalle… Bunların hiçbiri bizi ilgilendirmiyor. Ben konsere gelen seyirciye de muhakkak şarkı söyletiyorum. En önde oturan seyirciyle en arkada oturan seyirci beraber şarkı söylüyor; birbirlerini hiç tanımadan ama çok eğlenerek. Bunun için birbirimizi tanımamız gerekiyor mu, hayır. Ön sıradaki insan, arka sıradaki kişinin neye inandığı, hangi takımı tuttuğu, nereli olduğu ve benzeri hiçbir bilgiye sahip değil. Peki eğlendiler mi, evet çok eğlendiler. Bizi ortak kılan en önemli şey gözyaşlarımızın renginin aynı olması.

“Çamaşırlarımız aynı güneşte kuruyor” derdi rahmetli Volkan Konak.

Çok güzel bir sözmüş.

Biz insanların sevgi, barış, uyum ve neşe ile şarkılar söylemesini istiyoruz.

Peki Koro İstanbul için “En temelde amacınız nedir?” diye sorsam ne dersiniz?

Biz insanların sevgi, barış, uyum ve neşe ile şarkılar söylemesini istiyoruz. Sevgi ve ışığı büyütmek niyetiyle müziği kanal olarak kullanıyoruz. Bütün farklılıklarımıza rağmen yan yana durup ışığı daha da parlatmanın peşinden koşuyoruz. Söyleyince ütopik gibi duruyor belki ama biz bunu başardık. Bizim bu denli sevilmemizin ve farklılıklarımıza rağmen bu kadar kabul görmemizin altında bu temel amaç için çok çalışmamız yatıyor. “Türkiye mozaiği gibi”, “Türkiye minyatürü gibi” şeklinde yorumlar yapılıyor ve bu, bizi çok mutlu ediyor. Biz insanlara, eğer ön yargılar bırakılırsa birlikte çok güzel olduğumuzu göstermek istiyoruz.

Koronun adında “İstanbul” vurgusu yapma fikri nasıl oluştu?

İstanbul da bizim gibi çünkü. Bu şehrin altında şehir, hatta şehirler var. Tarih boyunca farklı dillere, inançlara, imparatorluklara, geleneklere, kültürlere ev sahipliği yapmış bir yerden bahsediyoruz. Adına İstanbul denen bu güzelliği müziğimize yansıtmaya çalışıyoruz. Hem koristlerimizle hem de repertuvarımızla İstanbul’u örnek alıyoruz.

Bir sarnıçta şarkı söylemek, İstanbul’un kalbinde şarkı söylemek gibi geliyor bana.

Peki Koro İstanbul için “En temelde amacınız nedir?” diye sorsam ne dersiniz?

Elbette. Çünkü ben, İstanbul’a da hizmet etmek istiyorum. Bu hizmeti de İstanbul’a ait yerlerde yapabilirim. Mesela bir sarnıçta şarkı söylemek, İstanbul’un kalbinde şarkı söylemek gibi geliyor bana. 1.500 senedir orada duran bir yapının içinde şarkı söylemekle bir konser salonunda şarkı söylemek aynı hissi vermiyor. Biz, İstiklal Caddesi’nde yürürken duyabileceğiniz şarkılardan oluşan bir repertuvar oluşturuyoruz. Bu anlamda koromuz İstanbul’a, İstanbul da koromuza hizmet ediyor. Konser salonlarında asla konser yapmayız gibi bir durum yok elbette. Yapıyoruz ama hepsinde değil. Zira acapella müzik yaptığımız için akustikleri izin vermiyor.  Bu da bir etken belki ama bizim için temel düstur; İstanbul’un elini tutarak şarkı söyleme isteği.

Repertuvarı belirlerken hangi kriterleri göz önünde bulunduruyorsunuz?

Biz hiçbir tarz ayrımı yapmadan hareket ediyoruz. Konserimize geldiğinizde, beş eseri sevmeseniz de dört esere kesin tav olursunuz. Bunu iddia edebilirim. Mustafa Kemal Atatürk’ün emriyle Cumhuriyet döneminde yazılmış ilk çok seslendirme örnekleri olan eserlerden de dinleyebilirsiniz, pop ya da caz da dinleyebilirsiniz. Ermenice ve Rumca bir eser olabilir mi, evet olabilir. Macarca ya da İngilizce ile de karşılaşabilirsiniz. Tabii bunların ortak noktası İstanbul. Bu şehirden geçmiş ya da bu şehirden bir hikâye taşıyan eserler olmalı. Elbette bunun yanında tüm dünyaca bilinen popüler eserler de dinleyebilirsiniz. Özetle, İstiklal Caddesi’nde yürürken ne duyuyorsanız ya da ne görüyorsanız tam da o kültürlerin eserlerini bulacaksınız.

Farklı koro festivallerinde farklı ve önemli görevler üstleniyorsunuz. Festivaller nasıl geçiyor, her geçen sene daha iyiye gittiği söylenebilir mi?

Talep ve bilincin paralel olarak artıyor olması bizi oldukça memnun ediyor. Bir sürü yeni koro kuruluyor ve onlar; kendilerini gösterebilecekleri, kendilerini ifade edebilecekleri ortamı sağlıyor olması bakımından doğal olarak festivallere sarılıyor. İstanbul’un en eski festivali SANSEV İstanbul Uluslararası Çoksesli Korolar Festivali. Bu yıl onuncu defa düzenlendi ve ben, o festivalin koordinatörlüğünü üstlendim. Ondan sonra gelen festival ise benim tarafımdan Pera Güzel Sanatlar iş birliği ile kurulan Pera Uluslararası Korolar Festivali. O da beşinci defa yapıldı. Genel Sanat Direktörlüğünü benim yaptığım bu festival tam bir partileme festivali. Elbette başvuru ve kabul sürecimiz oluyor ama orada “Sen şu ödülü aldın”, “Jürimiz buna karar verdi” gibi durumlardan ziyade hem koristin hem de gelen seyircinin partilemesini istiyoruz. Bir de İBB ile birlikte bu yıl üçüncüsünü 3-6 Temmuz tarihlerinde gerçekleştireceğimiz İstanbul Uluslararası Korolar Festivali var. Onun da genel sanat direktörü benim. O bambaşka bir sistemle ilerliyor. Bir seçici kurul oluşturduk. Sadece Türkiye’den değil tüm dünyadan korolar başvuru yapıyor. Geçen yıl, Türkiye’den kabul almış korolarımız dışında Almanya ve Yunanistan’dan korolar ağırladık. Bu yıl İsviçre, Gürcistan ve Sırbistan’dan üç farklı koro ağırlayacağız. Birlikte kültürleri paylaştığımız, birbirimize notalar alıp verdiğimiz, atölyeler yaptığımız, bir festival korosu oluşturup dört günün sonunda o festivalin doğurduğu bir koroyu sahneye çıkarttığımız sevgi, barış, uyum ve neşe dolu bir zaman dilimi planlıyoruz.

Hem Kübra Şenyaylar hem de Koro İstanbul bağlamında ayrı ayrı sormak isterim. Bundan sonrası için hedefler nelerdir?

Koro İstanbul olarak Türkiye’yi yurt dışında bir festivalde ya da bir yarışmada temsil etmeyi çok istiyoruz. 2024 Eylül’ünden beri kalbimizin ve aklımızın merkezinde olan hedef bu. Sponsor görüşmeleri aşamalarındayız. Sponsor demişken; 12 senedir mekân sponsorumuz olan ve bizden desteğini hiç

esirgemeyen Pera Güzel Sanatlar’a teşekkürü borç bilirim. Orası bir ev bizim için ve çok değerliler.Bundan önceki en büyük hayalimiz Türkiye’ye koro müziğini sevdirmekti, onu başardık gibi hissediyorum. Daha çok çalışıp daha büyük salonlarda söylemek de hedeflerimiz arasında elbette. Bunun yanında koro kayıtları alıp onları yayımlamaya başlarız diye düşünüyorum. Hedefler başlığında şimdilik bunlar var.

Az dinlenme, kalite bağlamında bir referans değil.

Son sorumu da genel bir çerçeveden sormak isterim. Sizce sosyal medya müziğe iyi geldi mi?

%25 iyi geldi, %75 hiç iyi gelmedi. Çünkü biz iyi müziği değerlendirebilecek insanlar yetiştiremedik henüz. Herkesin elinde bir telefon var ve içinde müziğin ve sanatın da olduğu her türlü platforma erişme şansı artık herkes için geçerli. Evet, topyekûn olarak müzik dinleniyor ama bu gerçek bir müzik dinleme mi? Bilgi sahibi olmadığımız bir konuda “iyi” veya “kötü” diye bir yorum yapma şansımız yok. O yüzden ilk önce bilgi sahibi olmak ve sonrasında neyin kaliteli içerik, neyin eğlenceli içerik olduğunu ayırt etmek gerekiyor. Beş yaşından itibaren enstrüman çalan bir çocuk düşünün; hayatını buna vermiş, her gün sekiz saatini bu uğurda harcamış ve şu an 35 yaşında. Diğer tarafta da bilgisayarlı müzikten bir altyapı ile “Hav hav hav” diye bir şarkı yapıp milyonlarca dinlenen bir insan düşünelim. Dedim ya herkesin elinde bir telefon var ve o şarkının bu kadar popülerleşmesi bu “herkes” mefhumunun altında gizli. Hayatının 30 senesini müziğe vermiş ilk örnekteki arkadaşımızın yapamadığı tek şey o telefondan yeteri kadar faydalanamamak. Dolayısıyla az dinleniyor. Fakat az dinlenme, kalite bağlamında bir referans mı, hayır. Tam tersi olarak çok dinlenme de bir gösterge değil. Ez cümle, bilinçli dinleyiciler yetiştirmek şart.

İlgili Yazılar
Development by Bom Ajans