Terk edilmiş gibi görünen bir depo binası… Kapısı hafif aralanmış bir han… Boyası dökülmüş bir apartman katı… Türkiye’de son yıllarda sanat, klasik galeri anlayışının dışına çıkıyor; yeni anlatılarını eski binaların hafızasında bizlerle buluşturuyor.
Bir sanat eseriyle karşılaştığınız yer ne kadar etkili sizce? Sadece eser değil, o eserle nerede ve nasıl karşılaştığınız da deneyimin bir parçası artık. Sanatçılar belli ki izleyicinin şaşırmasını istiyor. Hatta kimi sergiler mekân üzerinden tasarlanıyor. Bu yüzden de klasik sergi salonlarının, galeri duvarlarının dışına çıkıyorlar. Özellikle İstanbul’da geçmişin izini taşıyan eski binalar bugünün en heyecan verici sanat mekânlarına dönüşüyor.
Bomontiada, 19. yüzyılda kurulan Bomonti Bira Fabrikası’nın restore edilerek çok amaçlı bir kültür ve yaşam alanına dönüştürülmesiyle başlayan sürecin öncülerinden. Artık burada konserler, sergiler, film gösterimleri ve paneller düzenleniyor. Binanın tarihi dokusu, içerikteki çağdaş yaklaşımla ilginç bir kontrast oluşturuyor. Kim derdi ki 1890 yılında İsveçli Bomonti Kardeşler’in kuracağı Bomonti Bira Fabrikası yıllar sonra böyle bir yere dönüşecek? Zaten Bomonti semtinin adı bile buradan geliyor.
Hasköy Yün İplik Fabrikası, şu sıralar kullanılmasa da özellikle İstanbul Bienali kapsamında birçok kez kullanılmıştı ayrıca birçok davete de ev sahipliği yapmıştı. 1940’lı ve 1950’li yıllarda Gürcistan göçmeni Yahudilerin hayata geçirdiği bu fabrikanın günümüzde bu şekilde kullanılmış olması da güzel örneklerdendi. Ama sonra n’oldu? Çok ihtiyacımız varmış gibi konut projesine dönüştürüldü…
Galata’daki Postane, 19. yüzyıldan kalma bir bina birçok etkinlik ve sergilere, atölyelere ev sahipliği yapıyor. Postane’nin sunduğu şey sadece sanat değil; aynı zamanda bir düşünce üretim alanı… Tabii 2017’de Galataport projesi kapsamında sadece birkaç duvarının bırakılıp geri kalan bölümlerinin yıkılması (insan acaba güçlendirmeyle çözülür müydü diye sorgulamadan edemiyor) insanı üzüyor…
Feshane, 2023’te İBB tarafından restore edilerek Artİstanbul Feshane adıyla açıldı. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan bu tarihi yapı, yeni dönemde çağdaş sanata ev sahipliği yaparak geçmişle bugünü aynı çatı altında buluşturuyor. Artistanbul Feshane veya eski adlarıyla Feshane ve Feshâne-i Âmire, Osmanlı padişahı II. Mahmud tarafından 1833 yılında, Osmanlı Ordusu’na üniforma üretilmesi amacıyla Fatih’in Kadırga semtindeki Cündî Meydanı’nda kuruluyor. 1839 yılında ise, günümüzdeki yerine taşınıyor. Açılışından bu yana Türkiye çağdaş sanatının önemli isimlerini bir araya getiren sergilere ev sahipliği yapıyor. Bu tür büyük ölçekli yapılar, kamusal hafızanın kolektif sanatla yeniden örülmesine imkân tanıyor.
Balat, Fener, Yedikule gibi (Yazarımız Bülent’in de bol bol anlattığı…) semtlerdeyse, daha küçük ölçekte bağımsız inisiyatifler var. Bu bölgelerdeki terk edilmiş evler, depo alanları; özellikle bağımsız tiyatro ve performans sanatları kolektiflerinin radarında. Bu mekânlarda izleyiciyle birebir temas kuran deneysel işler sahneleniyor. Kimi zaman izleyici mekânda geziniyor, kimi zaman da performansın parçası hâline geliyor.
Bu dönüşümün arkasında, bu büyük girişimlerin dışında güçlü bir bağımsız sanatçı ve kolektif ağı da var. Maddi imkânsızlıkları yaratıcı stratejilere dönüştüren bu yapılar, “boş” ya da “terk edilmiş” gibi görünen yerleri sanatsal potansiyelle yeniden tanımlıyor. Bu yapıların çoğu mekân sahibi değil; geçici, kiralık ya da ödünç alanlar üzerinden çalışıyor. Ancak bu geçicilik, içeriğin dinamizmini de besliyor.
Bu dönüşüm yalnızca İstanbul’la sınırlı değil. Eskişehir, hem Odunpazarı Modern Müze (OMM) gibi yeni yapılarla hem de restore edilen tarihi evlerdeki bağımsız inisiyatiflerle dikkat çekiyor. OMM, modern mimariyle tarihi doku arasında köprü kurarken; şehirdeki bağımsız girişimler de eski taş evleri yaratıcı üretim alanlarına dönüştürüyor.
Ayvalık, Kapadokya, Bergama gibi bölgelerde de son dönemde artan festival projeleri, bu tür mekânsal dönüşümlere alan açıyor. Örneğin Ayvalık Uluslararası Film Festivali, gösterimlerini sadece salonlarda değil, açık hava avlularda da gerçekleştiriyor. Bu durum, seyircinin mekânla ve içerikle daha doğrudan bir ilişki kurmasını sağlıyor.
Tüm bu örnekler bize şunu gösteriyor: Eski binalarda kurulan yeni sanat anlatıları, sadece estetik bir seçim değil, aynı zamanda politik ve sosyolojik bir tercih. Kentin hafızasına dokunmak, onu görünür kılmak, geçmişle bugün arasında bir köprü kurmak anlamına geliyor. Aynı zamanda “sanat nerede olur?” sorusunu da yeniden tartışmaya açıyor.
Sanatçılar için bu eski yapılar, sadece fiziksel değil; aynı zamanda sembolik mekânlar. Yıkmak yerine dönüştürmeyi, silmek yerine hatırlamayı öneriyorlar. Paslı bir kapı kolu ya da dökülmüş bir duvar, bir sanat yapıtının kendisi kadar etkileyici olabiliyor. Ve bu sayede sanat, sadece izlenen bir şey olmaktan çıkıp; hissedilen, deneyimlenen, sorgulanan bir şeye dönüşüyor.
Bu yönüyle, Türkiye’de sanatın rotası artık sadece Beyoğlu’nun ya da Nişantaşı’nın beyaz duvarlı galerilerinden geçmiyor. Zamanla aşınmış duvarlar; sanatın en yeni, en çarpıcı anlatılarına ev sahipliği yapıyor. Eski binalar konuşuyor. Ve söyledikleri, her zamankinden daha çok şeye işaret ediyor.