Yerli alternatif sahnede heyecanlandıran gruplardan biri mojave. Müziklerinde hissettirdikleri içtenlik sayesinde, yerli müzik sahnesine dair umutlarımın yeniden yeşerdiğini söylemek abartı olmaz. 2020’de başlayan müzik serüvenlerini, 9 Mayıs’ta dinleyiciyle buluşacak ilk albümleri “Kandırma Kendini” ile taçlandırıyorlar. Albümün 2025’in en iyi yerli işlerinden biri olacağına dair inancım ise tam. Bu vesileyle; samimi bir üretim sürecini, yeni nesil bağımsız müzisyenliğin zorluklarını ve müziğin onlar için ne ifade ettiğini birlikte keşfetmek üzere bir röportaj gerçekleştirdik. İyi okumalar!
Öncelikle röportaja kuruluş hikayenizden başlamak istiyorum. Ekibin bir araya geliş süreci nasıldı? Mojave nasıl başladı?
Enes: Uluç’la ben lise arkadaşıyız. Lisenin sonlarında tanıştık, o zamanlar yeni yeni müzik yapmaya başlıyorduk. Uluç zaten klavye çalıyordu. Birlikte bir şeyler deniyorduk ama asıl üniversitenin ilk yıllarında projeler üretmeye başladık. Garageband, Logic gibi programlarla basit projeler yapıyorduk. Üzerine düşünce, kendimizce müzik üretmeye başladık. Hatta o zamanlar “mojave” ismini konuşuyorduk 2018 – 2019 civarı. Ama sonra bıraktık, bir şekilde devam edemedik. Sonra üniversitede Can’la tanıştım. 2018’in sonları, 2019 başı gibi… Can’la da “Hadi müzik yapalım” dedik. O da istiyordu. Birkaç deneme yaptık, İngilizce sözlü parçalar denemeye çalıştık. Sonra Uluç’la da konuştum, Can’la da… Dedim ki, “Böyle bir şey vardı, üçümüz olarak hayata geçirsek mi?” Onlar da “Tamam” dedi. Aslında böyle birleşmiş olduk.
Diyelim ki sizi henüz keşfetmemiş biriyle karşılaştınız. Ona kendinizi nasıl anlatırdınız? Grubu oluşturan enerjiyi, aranızdaki bağı nasıl tarif edersiniz? Hem müzikte hem ekip ruhunda sizi siz yapan şeyler neler?
Uluç: Bence kesinlikle konuya enerjimizden girerdik. Çünkü kimle konuşsak, aldığımız en büyük geri bildirim bu oluyor. Enerjimizin özellikle sahnede çok yüksek olduğu… Ve şarkılarımız da buna inanılmaz hizmet ediyor. Bir de benim en sevdiğim tarafımız, herkesin bireysel olarak farklı alanlarda daha gelişmiş olması. Yani ben bir türü çok seviyorum, Can başka bir türü, Enes başka bir türü… Ve hepsinden güzel şeyleri alıp harmanlayabiliyoruz. Bu çok güzel bir şey. Bence bu iki özellik en önemlileri.
Can: Ama canlı performans daha ön planda bence. Her zaman aklımızda o var. Şarkı yaparken de “Sahnede nasıl olur?” diye düşünüyoruz hep. En sevdiğimiz şey zaten konser vermek. Şarkıları da ona göre yapıyoruz.
E: Canlı nasıl duyulur, nasıl bir hissiyatı olur… O raw hissiyat önemli bizim için. Bu yüzden de hep birlikte üretiyoruz.
Türler arasında çok sabit kalmıyoruz.
Peki grubun ismini neden mojave koydunuz? Bu kelimenin, sizde nasıl bir karşılığı var?
E: Mojave, Kaliforniya’da bir çölün ismi. Fonetik olarak güzel geldiği için koyduk aslında. Başka bir şey bulalım dedik ama bulamadık. Sonunda “mojave olsun, kalsın” dedik. Hatta az kalsın Sonar olacaktı. İyi ki olmamış.
Müziğinizi belli bir türün içine koyuyor musunuz, yoksa sizde işler biraz daha “ne gelirse” mi? Tarz meselesine nasıl yaklaşıyorsunuz?
C: Genel olarak rock çatısı altındayız diyebiliriz ama tek bir türle sınırlı değiliz.
E: Türler arasında çok sabit kalmıyoruz. Uç örnekler hariç çoğu tür bize yakın. Slow, pop gibi türlere de açığız. Zaten şarkılarımızda pop ögeleri de var, özellikle vokal melodilerinde. Melodik yapılarımız zaman zaman daha yumuşak ve akılda kalıcı olabiliyor.
U: Evet, bir türle sınırlandırmıyoruz ama şimdiye kadar yaptıklarımız bana göre dümdüz rock’tan çok post-punk’a yakın. Ama post-punk’ın klasik kalıplarına da çok uymuyor.
E: Her şeyden biraz var aslında. Ortada bir temel yapı var, o da bence rock. Ama vokal melodilerinde zaman zaman farklı türlere yakınlaşıyoruz. Bazı şarkılar daha pop, bazıları daha slow. Albümde de farklı duygulara göre şekillenen parçalar var.
İlk albüm her grup için önemli bir dönüm noktasıdır diyebiliriz. Sizin için bu albüm kariyerinizde nasıl bir yer tutuyor?
C: Bayağı duygusal hissediyorum. Uzun zamandır beklediğimiz bir şeydi bu. 2023 Aralık’ta kaydettik albümü. O günden beri içimizde bir heyecan var. 10 Mayıs’ta bir albüm partisi yapacağız, belgeselini de göstereceğiz orada. O günün hayalini kuruyorum uzun zamandır. O anı yaşamak, albümün çıktığını görmek… Çok başka bir his. Gurur, heyecan, hepsi bir arada.
E: Gerçekten duygusalız. Belgeselden görüntüler izlerken bile gözlerim doldu.
Albümün havasını biraz anlatır mısınız? Hangi hikâyeler, hangi duygular öne çıkıyor? Bir de üretirken sizi en çok içine çeken, duygusal bağ kurduğunuz bir parça var mı?
E: Albüm oldukça “raw” bir hissiyata sahip. Slow şarkılar da var, sert ve enerjik parçalar da. Hikâye, ağırlıklı olarak bir ayrılık sonrası süreci anlatıyor. Uzak mesafe ilişkisi, ayrılık, sonrası yaşananlar… Albümün adı da “Kandırma Kendini”. Aslında bu, kişinin kendine söylediği bir söz. “Tüm bu yaşananlar bir hataydı, kandırma kendini” gibi bir yerden geliyor. O duygusal karmaşayı anlatıyor. Kalp kırıklıkları, delüzyon, depresyon… Bunlar albümün temel temaları.
U: Müzikal olarak da bunu destekliyor şarkılar. Sözlerde melankoli varken müzikte öfke hissi var. Bu tezatlığı bilinçli olarak korumaya çalıştık.
C: Albüm genel olarak öfkeli. Yavaş şarkılar da var ama onların içinde bile küçük bir öfke var.
E: Sadece melankolik sözle yavaş müzik olması üzerine bir şey yapmak istemedik. The Strokes mesela bize bu anlamda ilham verdi. Onlarda da melankolik sözler, enerjik müzikle birlikte gider. Biz de bunu yapmaya çalıştık. Mesela “Halim Yok” böyle bir şarkı. Sözler duygusal ama müziği sirk gibi enerjik.
C: Bu kontrast bizim için önemliydi. Tek istisna ‘Bir Sözüne Bakar’. O gerçekten çok yavaş, çok sade. Vokal ve gitarla giden bir ballad gibi.
Albümdeki tüm parçalar gerçekten birbirinden etkileyici. Benim kişisel favorim ‘Tutunsam Çeker Elini’ oldu. Peki ya sizin? Sizi en çok yakalayan ya da özel bir bağ kurduğunuz parça hangisi?
U: Benimki ‘Son Çıkış’.
C: Ben ‘Bunların Hepsi Heves’ diyorum.
E: ‘Ayrı Dertler’ benim için.
Asıl yorucu olan taraf üretim değil; işin PR kısmı.
Türkiye’de bağımsız bir grup olarak üretmek ne kadar kolay sizce? En çok ne zorluyor sizi bu süreçte?
C: Gerçekten çok zor. Hem çalışıp hayatta kalmaya çalışıyoruz hem de kalan kısıtlı vaktimizi müzik üretimine ayırıyoruz. Prova, konser, kayıt derken asıl yorucu olan taraf üretim değil; işin PR kısmı. Müzik yapmak keyifli, zaten birlikte takılırken kendiliğinden çıkıyor ama sonrası çok başka bir dünya. Pazarlama, sosyal medya… Bunlar ciddi bir mesai ve biz bu alanda zorlanıyoruz. Gerçekten ilgilenmen gerekiyor, ama o kısım hiç eğlenceli değil.
U: Aslında bu iş bir şirket yönetmeye benziyor. Sadece müziği üretmek yetmiyor. Mix, master, dağıtım, PR, booking, sahne prodüksiyonu… Bunların hepsi ayrı bir uzmanlık gerektiriyor. Bağımsız bir grup için hepsine yetişmek çok zor.
E: Ve o doğallık bozuluyor bir noktada. Müziği saf haliyle korumak çok zorlaşıyor. Yayınlama süreciyle birlikte iş artık bir plana, bir yapıya dönüşüyor. İşin içine para da girince müzikten uzaklaşıyoruz.
U: Ama yapmazsan da yok oluyorsun. Sosyal medyada yoksan, gerçekten yoksun.
Sanatçılar bir yandan sosyal medya fenomeni olmaya da zorlanıyor gibi…
E: Evet, günümüzde sanatçı dediğin kişi artık influencer gibi. Eskiden mesela Instagram’ı olmayan, gizemli rockstar figürleri vardı. Alex Turner gibi mesela.
Evet, bana o gizemli taraf hep daha çekici gelmiştir. Sanatçının her şeyinin ortada olması gerekmez bence.
E: Kesinlikle. Bir sanatçının her anını Instagram’da görmek, o merakı öldürüyor. Merak kalmayınca da özel bir şey kalmıyor. Bir grubu sadece müziği için değil, karakteri için de takip ediyoruz. Vokalist ne yapıyor ne düşünüyor, bunları da merak ediyorsun.
C: Eskiden sosyal medya bu kadar yaygın değilken o gizemi yakalamak daha zordu ve daha kıymetliydi. Kısacık bir konser videosu bulurduk, bir röportaj, bir Vimeo linki… Her bilgi altındı.
2020’de verdiğiniz bir röportajda Spotify algoritmalarının yeni gruplar için faydalı olduğunu söylemişsiniz. Bugün hâlâ aynı fikirde misiniz? Dijital platformlar gerçekten bir çıkış yolu sunuyor mu?
C: Biz o dönem şöyle düşünüyorduk: Şarkını bir label’a bağlı olmadan da bir yere yükleyip insanların dinlemesini sağlayabiliyorsun ya. Herkesin erişebileceği bir yere koyuyorsun. Büyük grupların da müziğini koyduğu bir platformda senin şarkın da durabiliyor. O açıdan ‘faydalı’ demiş olabiliriz.
E: Daha “üçüncü Yeni” rüzgârına yeni yeni geçiliyordu o zamanlar. Biz de “Belki biz de orada yer edinebiliriz” gibi bir umutla bu cevabı vermiştik.
C: Ama şu an tamamen zıttı fikirdeyiz.
Tanıdık bir tını duyduğunda onunla bağ kuruyorsun.
Geçenlerde okuduğum bir kitapta (Austin Kleon’un Bir Sanatçı Gibi Araklayın kitabı) her sanatsal yaratımın aslında bir “esinlenmiş kopya” olduğu söyleniyordu. Hatta Picasso’nun da bu konu hakkında ‘’İyi sanatçılar kopyalar, büyük sanatçılar çalar.’’ şeklinde bir sözü bulunuyor. Sizce ilham almak ve özgün kalmak arasında nasıl bir denge var? Siz bu dengeyi nasıl kuruyorsunuz?
C: Senden önce gelenleri hiçbir zaman yok sayamazsın. İstesen de istemesen de esinleniyorsun. Bu iş katlanarak, eklenerek gider. Biz bu meseleyi çok düşündük. Başlarda grup içinde çok kavga ediyorduk: “Yok şuna benzedi, yok bu onun gibi oldu…” falan. Ama bir yerden sonra şunu fark ettik: İnsan zaten hoşuna giden bir şey yapıyor. Tanıdık bir tını duyduğunda onunla bağ kuruyorsun.
U: Ama müzisyenler arasında hemen şu oluyor: “Abi, aynısını yapmışsınız?”
C: Aşmış kişilerde bu olmaz. Yeni başlayanlarda oluyor bu kompleks. Biz de başta aşırı orijinal bir şey bulmaya çalışıyorduk. Ama sonra dönüp bakınca, çok ünlü şarkılarda da herkes bir şeylerden esinlenmiş. Aldığına bir şey katmış, dönüştürmüş. Bu kaçınılmaz.
E: Aynı melodic line’ı kullanan 6-7 şarkı vardır mesela. ‘Creep’ten tut, başka birçok örneğe.
U: Mesela biz bu albüme başlamadan önce Bond gamı diye bir terim var ve bunun üzerinde çok durduk. Bütün o Bond müzikleri aynı scale üzerinden yapılmış. Hepsi birbirinden aşırı farklı ama hepsi o “ajan hissini” veriyor.
C: Aynen, hepsi aynı temelden besleniyor ama bambaşka duygular taşıyorlar.
U: Yani esinlenmek zaten kaçınılmaz. Ondan uzak durmaya çalışınca elin kolun bağlanıyor. Yapamıyorsun.
C: Sanat dediğimiz şey zaten bu.
E: O yüzden “Özgün olayım” diye zorlamaya da gerek yok.
Mojave sound’unu etkileyen ama kimsenin tahmin edemeyeceği sürpriz bir ilham kaynağınız var mı? “Bizi dinleyen anlamaz ama aslında bu bizi etkiledi” dediğiniz biri?
C: Tahmin edilebilir şeyler var açıkçası. The Strokes dinliyoruz, IDLES dinliyoruz, Fontaines D.C. dinliyoruz.
Son dönemde Türkiye’de alternatif sahnede çeşitli işlerle karşılaşıyoruz. Siz nasıl bakıyorsunuz bu yeni çıkan gruplara, işlere? Takip ettiğiniz, beğendiğiniz isimler var mı?
C: Çoğuyla zaten arkadaşız. Haftada bir-iki kere halı saha yapıyoruz. Büyük bir grup, hepsi müzisyen. Arkadaşlarımızın çoğu gerçekten çok sevdiğimiz ve desteklediğimiz insanlar.
E: Yangın’ı ve Vicotüco‘yu çok seviyoruz, çok yakın arkadaşlarımız.
C: Siyah Tavşan’da aynı şekilde. Prodüktörümüzün Miskinler adında bir grubu var.
E: Evet, Ozan Çanak ve Deniz Ağan. Deniz Ağan, aynı zamanda The Ringo Jets’le de tanınıyor. Bir de onun ve Kerem Arca’nın Vahşi Çiçek adlı bir projesi var. Bu insanlar bizim çevremizde. Tanışıyoruz, destekliyoruz, gerçekten çok güzel işler yapıyorlar.
C: Ama hepimiz aynı dertten mustaribiz aslında. Alternatif sahnede Türkiye’de bir şekilde var olmaya çalışıyoruz. Durum biraz sıkışık çünkü. Avrupa’da durum nasıl bilmiyorum, ama orada en azından sahne imkânı var. Burada ise birkaç sahnede bir avuç sanatçı var olmaya çalışıyor. Bu yüzden çoğumuzun gündüzleri başka işleri var. Beyaz yakalı işlerimiz var yani.
Son olarak, bu röportajı okuyanlara ister sizi yeni keşfetmiş olsunlar, ister en başından beri takip edenler, söylemek istediğiniz bir şey var mı?
E: Şunu söylemek istiyorum: Biz burada kendi aramızda nasıl müzik yapıyorsak, ne hissediyorsak, aynı enerjiyi sahnede de vermeye çalışıyoruz. Seyircilerle aynı iletişimi kurmaya özen gösteriyoruz. Yani bizim sahnede yaşadığımız her şeyi onların da hissetmesini istiyoruz. Biz nasıl eğleniyorsak, onlar da o kadar eğlensin. Birlikte eğlenelim, birlikte yapalım. Konser verirken sadece biz sahneye çıkıp, onlar izlesin gibi bir düşüncemiz yok. Seyirciler de o konserin bir parçasıdır. Onlar da bizimle birlikte olmalı.
Yani seyirciyi de grubun bir parçası haline getiriyorsunuz.
C: Evet, biz aslında sahnede kendimizi en doğal halimizle yansıtıyoruz. Müzik ya da sahnede olsun, biz her zaman en doğal halimizi gösteriyoruz. Seyirciler de bunu hissetsinler.
E: Müzik nasıl burada yapılıyorsa, sahnede de benzer bir atmosfer var. Biz provada da hareketli, enerjik bir şekilde çalıyoruz, oturup çalmıyoruz. Yani sahnede de aynı enerjiyi yansıtmaya çalışıyoruz. İnsanın kendini nasıl hissediyorsa, onu sahneye koyması gerektiğini düşünüyoruz.
C: Sahnede de kişisel hayatımızda da aynı şekilde. Umarım albümümüzü dinlerken insanlar da bu enerjiyi hissedebilirler. Bunu umuyoruz.
U: Ben de aynı düşünüyorum. Kayıtlarımızda ve sahnede ne yaptıysak, o enerjiyi birbirine yansıtmaya çalıştık. Ne eksik ne fazla. Müzik, aslında bir iletişim kurma işi. Bizim için önemli olan, hissi en yalın haliyle insanlara aktarmak. Umarım albümümüzde bu his geçer.
C: Bunu biraz bile hissedebilirlerse, ne mutlu. Bizim için en büyük mutluluk, sahnede ya da kayıtlarda hissettiklerimizi paylaşabilmek.