
Müzik dünyasında takvim yapraklarını şöyle bir geriye doğru çevirdiğimizde genellikle belirli döngüler görürüz. Rock gruplarının altın çağı, boyband istilaları ya da rap müziğin ana akımı ele geçirdiği dönemler… Ancak son birkaç yıla, özellikle de 2024 ve 2025’e detaylıca baktığımızda, ortada çok daha farklı, çok daha gürültülü -iyi anlamda- ve kesinlikle dişil bir enerji var. Artık sadece güzel sesli kadın şarkıcılar döneminde değiliz. Prodüktör koltuğunda oturan, kendi plak şirketini kuran ve endüstrinin o kalın cam fanusunu topuklu ayakkabılarıyla kıran kadınların çağındayız.
Bu hikayeyi en iyi, en çarpıcı şekilde anlatan örneklerden biri şüphesiz RAYE. 2025 yılına damga vuran isimleri düşününce, listeye onu en tepeden dahil etmemek imkansız. Yıllarca majör bir plak şirketinin, “Henüz hit şarkın yok, albüm yapamazsın” diyerek rafta beklettiği, sanatsal üretimini kısıtladığı RAYE; bugün hem sektörü okuma becerisi hem de kendi özgün tarzını günümüz müzik trendlerine başarıyla uyarlaması sayesinde jenerasyonunun en dikkat çekici seslerinden biri.

RAYE’in hikayesi ise sadece ticari veya müzikal bir başarı değil, aynı zamanda sektörel bir devrim niteliğinde. Bağımsızlığını ilan edip, o sancılı ve travmatik süreci My 21st Century Blues albümüne dönüştürdüğünde, aslında onu yıllarca engelleyenlere -ve tüm endüstriye- şu net mesajı verdi: “Benim hikayem, sizin pazarlama planlarınızdan çok daha güçlü.”
Ve sonuna kadar haklıydı da. Escapism. gibi kompleks, sözleriyle karanlık ama altyapısıyla bir o kadar dans edilesi bir parçanın viral olması hiç ama hiç tesadüf değildi. Ve tabii ki en yeni single’ı WHERE IS MY HUSBAND!… Bu single, yayımlandığı andan itibaren hepimizin kolektif hafızasında yer edinmeyi başardı. RAYE, kadın sanatçıların artık kendilerine biçilen o uslu, yönetilebilir pop yıldızı rolünü oynamak zorunda olmadığının; en derin acılarını ve travmalarını filtresiz bir sanata dönüştürerek de zirveye çıkabileceğinin en bariz kanıtı oldu. RAYE plak şirketine rest çektiğinde, aslında sadece kendi kariyerini değil, endüstrideki binlerce kadının kaderini de değiştirecek bir domino taşını devirdi.
Pop dünyasının diğer ucunda ise Sabrina Carpenter, bambaşka bir başarı dersi veriyor. Disney çıkışlı yıldızların üzerindeki o yapaylık ve sürekli uslu durma algısını, zekice kurgulanmış bir hyper-femininity ile yıktı.
Sabrina’nın olayı sadece Espresso ya da Please Please Please gibi dillere pelesenk olan hitler yazması değil. O, 60’ların vintage pin-up estetiğini modern flört dünyasının toksikliği ile harmanlayabilen nadir isimlerden. Pop yıldızı olmanın ciddiyetini tiye alabilen, şarkı sonlarına eklediği doğaçlama ve çoğunlukla cüretkar “outro”larla konserlerini samimi, interaktif bir şova dönüştürebilen bir zeka var karşımızda. Hem ulaşılmaz bir prenses estetiği sunuyor hem de “ben de sizin gibiyim, aşkta kaybediyorum ve saçmalıyorum” diyerek Z kuşağıyla organik bir bağ kuruyor. Bu samimiyet, onu sadece bir şarkıcı olmaktan çıkarıp, pop kültürünün yeni ve vazgeçilmez bir ikonu haline gelmesini sağlıyor.
Ve tabii ki Olivia Dean. Bu yıl dinleyiciyle buluşturduğu The Art of Loving albümü ile yıla damga vuran isimlerden biri oldu. Her şeyin dijitalleştiği, seslerin efektlere boğulduğu bir dünyada; o meşhur sarı karavanıyla İngiltere sokaklarında konser vererek başladığı yolculukta, bize unuttuğumuz ve müzik için belki de en önemli olan etkeni hatırlattı: Ruh.

Olivia Dean’in yükselişi, devasa prodüksiyonlu gösterişli şovlara veya magazinel sansasyonlara dayanmıyor. Dean, neo-soul ve popu harmanladığı müziğiyle, dinleyiciye arkadaşça ve filtrelerden uzak yaklaşıyor. Sokaklardan büyük sahnelere taşınan bu hikaye, dinleyicinin artık cilalı bir mükemmellikten ziyade gerçeklik aradığının en net göstergesi. Onun müziğinde, kusursuz olmak zorunda hissetmeyen, büyüme sancıları çeken genç bir kadının en saf ve savunmasız hallerini buluyoruz.
Bu listeyi şüphesiz Chappell Roan’un queer kültürünü ana akıma taşıyan o korkusuz sahne şovlarıyla ya da Charli XCX’in pop müziği kendi deney alanına çevirip BRAT gibi akımlarla kuralları sürekli yeniden yazmasıyla daha da uzatabiliriz. Ancak burada asıl odaklanmamız gereken, isimlerin ötesindeki o büyük zihniyet kırılması.
Ortak payda oldukça ortada. Artık kadın sanatçılar, endüstrinin takım elbiseli yöneticilerinin masada seçtiği şarkıları söyleyen birer yüz ya da proje değil. Onlar artık kendi hikayelerinin yazarı, yönetmeni, stilisti ve başrolü. Dinleyici de artık cilalı ve kusursuz ürünler değil; Raye gibi öfkesini kusan, Sabrina gibi saçmalayabilen veya Olivia gibi büyüme sancıları çeken gerçek insanlar görmek istiyor.
Müzik dünyasının ekseni, uzun yıllar hüküm süren erkek egemen rock gruplarının sert ve mesafeli tavrından veya formülize edilmiş fabrikasyon pop şarkılarından uzaklaşıyor. Rota artık kadınların karmaşık, kırılgan, zaman zaman kaotik ama kesinlikle çok güçlü iç dünyalarına çevrilmiş durumda. Üstelik bu yeni nesil, birbirini aşağı çeken eski magazinel rekabetlerin aksine birbirini besleyen bir dayanışma içinde.

Sonuç olarak şahit olduğumuz şey geçici bir trend ya da basit bir rüzgar değil. Daha çok bir devir teslim töreni. Ve bu kız kardeşlik dalgası, popüler kültürün iplerini elinde tutmaya uzun bir süre daha devam edecek.