Bir konser biletine dünya para verip “yazık, çok pahalı” diye söyleniyorsanız, yanlış düşünüyorsunuz. Çünkü o para sadece organizatöre gitmiyor. Konser mekanının yanındaki seyyar büfelerden tut, taksi çağıran hayranlara, ertesi güne otelde uyanan yabancı turistlere kadar şehrin her köşesine dağılıyor.
Payetli ceketler, el emeği bileklikler ve simlere bulanmış hayranların bir şehrin ekonomisine katkısı ne olabilir ki? Taylor Swift’in Eras Tour’u bu sorunun en güncel cevabını verdi. Turnenin Seattle ayağında şehir ekonomisine yaklaşık 140 milyon dolar girdi. Los Angeles’ta bu rakam 320 milyon doları buldu. ABD genelinde ise turnenin toplam etkisi 4,3 milyar doları aşarak ekonomistlerin manşetlere taşıdığı “Swiftonomics” kavramını doğurdu.
Aynı örnekleri dünyanın farklı köşelerinde de görebiliyoruz. Lady Gaga, Rio’nun Copacabana sahiline ücretsiz konser verdiğinde 2,5 milyon kişi sahile akın etti ve şehrin ekonomisine bir gecede yaklaşık 100 milyon dolar aktı. Beyoncé’nin Renaissance Tour’u öyle güçlüydü ki İsveç Merkez Bankası, Stockholm konserlerinin ülkenin enflasyonunu geçici olarak artırdığını açıkladı. Eurovision’u saymıyorum bile! Yarışma, her yıl ev sahibi şehri bir kültür merkezine dönüştürüp turizmi ve tanıtımı zirveye taşıyor.
Küresel piyasayı incelediğimizde müzik endüstrisi artık “ciddi sektörler” karşısında küçümsenen bir alan değil; kendi başına dev bir ekonomi. Streaming platformları sayesinde telif gelirleri günlük yaşamın bir parçası haline geldi. Ve tabii ki plaklar hiç olmadığı kadar popüler ve satışlar 18 yıldır üst üste artıyor.
Canlı müzik ise kriz tanımıyor. Araştırmalara göre ekonomik daralmalarda bile konser harcamaları artmaya devam ediyor. Çünkü insanlar dışarıda yemek yemeyi ya da alışverişi erteleyebiliyor ama sevdikleri grubu canlı izleme şansını kaçırmak istemiyor. Piyasa son yıllarda ortalama %7 büyüme gösteriyor.
Festivaller de tek başına birer ekonomik kapı. Glastonbury, her yıl Birleşik Krallık ekonomisine 100 milyon sterlinden fazla katkı sağlıyor. Coachella, Kaliforniya’ya yılda 600 milyon dolardan fazla kazandırıyor. Montreux Caz Festivali ya da Berlin’in techno haftaları gibi daha küçük çaplı etkinlikler bile kasabaları birkaç günlüğüne dünya sahnesine taşıyor. Nerede sahne varsa, orada oteller, restoranlar, taksiciler hatta hediyelik satan küçük esnaf bile payını alıyor.
Rakamların ötesinde, işin bir de altyapı boyutu var. Avrupa’da müzisyen olmak artık sadece bir “hobi” değil, bir meslek olarak kabul ediliyor. Almanya’da ya da Fransa’da bir sanatçı sağlık sigortasına, emeklilik primine ve işsizlik ödeneğine erişebiliyor. Kültür fonları sayesinde albüm kaydı, turne ya da yurt dışı projeleri destekleniyor. ABD’de ise güçlü telif uygulamaları sayesinde yalnızca yayıncılık gelirleri 2023’te 6,2 milyar dolara ulaştı. Bir şarkınız Spotify’da çalındığında, bir kafede duyduğunuzda ya da bir dizide kullanıldığında bu sizin banka hesabınıza yansıyor. Mükemmel değil belki, ama sistem çalışıyor. İşte tam da bu noktada Türkiye’nin eksikleri daha görünür ve hissedilir hale geliyor.
Türkiye’deki müzik sahnesinin tutkusu tartışılmaz. Harbiye’de bir kalabalığın coşkusunu, İstanbul Caz Festivali’nin kente kattığı enerjiyi ya da bir zamanların efsanevi Rock’n Coke festivalini deneyimlemiş herkes, dinleyicinin ve sanatçının enerjisinden şüphe etmez. Dijital büyüme de ortada. Türkiye’de müzik gelirlerinin büyük kısmının streaming’den geldiğini biliyoruz. Ki bu konu da son zamanlarda oldukça tartışmaya sebep oluyor.
Ama tüm bunlara rağmen müzik hâlâ “eğlence” kategorisinde değerlendiriliyor, “ekonomi” olarak ise yeterince ciddiye alınmıyor. İngiltere’de müzik endüstrisi ekonomiye yılda 6,7 milyar sterlin katkı sağlıyor ve 200 binden fazla kişiye iş imkânı sunuyor. Türkiye’de ise festivallerin ya da turnelerin yarattığı ekonomik etkiler resmi olarak hesaplanmıyor bile. Sanatçılar çoğu zaman sosyal güvenlikten, sağlık sigortasından mahrum. Birçok müzisyen yan işlerle hayatta kalıyor. Büyük festivaller bile uzun vadeli kültür politikalarıyla değil, sponsor desteğiyle nefes alabiliyor. Buna rağmen potansiyelimiz ise muazzam. İstanbul, doğru yatırımla Berlin ya da Barselona kadar güçlü bir festival merkezi olabilecek bir yer. Şehir zaten cazdan elektroniğe binlerce turisti çabasız kendine çekiyor. Ancak resmi destek ve istikrarlı politikalar olmadıkça bu etkinlikler “hafta sonu eğlencesi” olarak kalıyor, gerçek bir ekonomik değer yaratıcı olarak görülmüyor.
Türkiye zaten ekonomisinin büyük bölümünü turizmden besleyen bir ülke. Eğer bu güçlü turizm altyapısını müzikle entegre ederse, ortaya bambaşka bir potansiyel çıkar. Antalya’nın yazlık resort otellerinden Kapadokya’nın büyüleyici manzaralarına, İstanbul’un tarihi mekânlarından Ege’nin sahil kasabalarına kadar her köşesi bir festival destinasyonu olabilir. Dünyada örneklerini gördüğümüz gibi, iyi planlanmış uluslararası müzik etkinlikleri hem turist sayısını artırır hem de konaklama, yeme-içme, ulaşım ve yerel esnafa doğrudan gelir sağlar. Türkiye, kültürel çeşitliliği ve coğrafi cazibesiyle yalnızca bir turizm ülkesi değil, aynı zamanda küresel bir müzik destinasyonu haline gelebilir.
Bir dahaki sefere biri müziği “lüks” olarak küçümsemeye kalkarsa, onlara Taylor Swift’in şehir ekonomilerini canlandırmasını, Gaga’nın koca bir sahil kasabasını doldurmasını ya da Glastonbury’nin vergi dairelerini sevindirmesini hatırlatın. Müzik sadece hayatımıza eşlik eden bir arka plan melodisi değil; ciddi bir iş, bir sektör, bir ekonomi.
Türkiye’nin yüzlerce yetenekli sanatçısı ve dinleyicisi var. Eksik olan tek şey, bunu bir endüstri olarak görüp destekleyen çevre. Ekonomik etkiyi ölçmek, kültür fonlarını artırmak, sanatçılara sosyal güvence sağlamak gibi doğru politikalarla bu potansiyel enerji ise kolayca ekonomik güce dönüştürülebilir.