James Wong tarafından yazılıp yönetilen, 2000 yılında vizyona giren serinin ilk filmi “The Final Destination” ile hayatımızda yeni bir dönem başladı. Artık ateş kaynakları, delici kesici aletler, çukurlar, piyanolar… günlük hayatta gördüğümüz hemen her şey ölümün etkisi altında bizi öldürmeye çalışan bir silaha dönüşebiliyordu. Serinin başarısı yalnızca izleyicilerini etkilemekle de kalmadı. İnternette, sosyal medya platformlarında odun taşıyan bir kamyonun arkasındaki araçları fotoğraflayan görseller, filme referans veren komik açıklamalarla dolaşıma girdi. Hatta geçtiğimiz yıl gözlerim için lazer operasyonu yaptıracağım sırada, doktora “‘Son Durak’ filmindeki gibi beni yalnız bırakmayacaksınız, değil mi?” diye gülerek sorduğumda “Woow, wooow, wooow! Herkes bunu söylüyor! Ama o sadece bir film!” -aşırı ciddi bir şekilde- cevabını almıştım. Halbuki, yalnızca bir film, tüm gereksiz paranoyalarımıza odunlar, benzinler taşıyan körüklerle giden favori serimizin yeni filmi “Final Destination: Bloodlines”, vizyondaki ilk hafta sonunda rekor kırdı. Film, yalnızca gişe başarısıyla da sınırlı kalmadı, seyircilerin tamamını neredeyse hipnotik bir etki altına alarak hemen herkesten olumlu eleştiriler topladı.
Peki, sadece bir filmin etki gücüne sayılarla bakalım mı? Variety’den Rebecca Rubin’in haberine göre; “Final Destination: Bloodlines,” dünya genelinde 74 pazardan 51 milyon dolar hasılat elde ederek uluslararası gişe açılışında büyük başarıya imza attı. ABD’de de 51 milyon dolar kazanan film, toplamda 102 milyon dolarlık etkileyici bir küresel açılış yaptı. Olumlu eleştiriler ve kulaktan kulağa yayılan beğeni sayesinde serinin en iyi açılışını gerçekleştirdi. Bu ivmeyle, 2011 yapımı “The Final Destination”ın 186 milyon dolarlık rekorunu geçerek serinin en çok kazanan filmi olma yolunda ilerliyor.
Guy Busick, Lori Evans Taylor ve Jon Watts tarafından yazılıp Zach Lipovsky ve Adam B. Stein tarafından yönetilen filmin öyküsü bu altıncı filmiyle yeni bir bağlamı gündeme taşıyor. Ölümün tuzaklarını hissetme becerisi, duru görü, soy bağı ile genetik olarak aktarılabilir mi? Elbette bizim dağarcığımızda mitolojik anlatılardan fantastik edebiyata uzanan külliyat ile beraber, olayların az çok böyle gelişebileceğini biliyoruz. Geleceğin korkunç, kan donduran, dehşet verici gerçeğini gören görü sahibinin, bu arketipin en tanınmış örneği olan Kassandra gibi, deli muamelesi göreceğini, dışlanacağını ve dinlenmeyeceğini de bildiğimiz gibi. Peki, “Final Destination” bizi buradan nereye götürür?
…izlemediyseniz sürprizler kaçmasın…
60’lardayız… -Daha yakından hissetmek isterseniz arka plana The Isley Brothers’ın “Shout” şarkısını açalım.-
Ölümü görme yeteneğine sahip olduğunu henüz bilmediğimiz -ismiyle müsemma, Iris (Brec Bassinger), gözleri bağlı bir yolculuk yapıyor. Antik Yunan Tragedyalarındaki kör kahinlerin dilemmalarına gönderme yapan sahneyi alkışlarla uğurladıktan sonra lüksün ve şatafatın merkezi yepyeni bir restorana gidiyoruz. Iris’e evlilik teklifi edeceği için tüm şartları zorlayan Paul Campbell (Max Lloyd-Jones), onları aslında hiç olmamaları gereken bir yere getiriyor. Davetsiz misafirlerin ünlü restoranlardaki gizli planları ne kadar sekteye uğratabileceğini yakın zamanda “The Menu” ile de seyretme şansımız olmuştu. Ancak Iris’in becerisi, yalnızca kendisi ile sınırlı kalmıyor. Kurtardığı yüzlerce kişi, o kişilerin ileride kuracağı aileler, geçen uzun zaman birleşiyor ve ölümün listesini bir anda katlıyor. Peki, sıranın size geldiğini nasıl anlayacaksınız?
Bazı platformlarda “sorunlu, sürekli arıza çıkaran karakterlere çok yakışan oyuncu” olarak tanımlandığını gördüğümde istemsizce gülümsememe sebep olan Richard Harmon, Erik karakterine bürünüyor ve yepyeni bir favori karakterimiz oluyor. Erik bir dövme sanatçısı, yalnızca en ayrıksı ve aykırı görünen tip değil aynı zamanda onlarca playlist’i arasından üzgün olandan şarkılar açtığında üzerine yumoş bir battaniye örtüp eline bir fincan bitki çayı vermek isteyeceğimiz kadar da narin ve yumuşak kalpli. Tüm karakterin kan gövdeyi götüren sahneler içinde bölündüğünü, parçalandığını, ezildiğini ve unufak olduğunu seyretmek için geldiğimiz filmde içten içe ölmemesini isteyeceğimiz kadar da şeytan tüylü.
“Çehov’un Tüfeği’ni hatırlayın, hikâyede önemli bir şekilde tanıtılan herhangi bir öğenin bir şekilde kullanılması gerektiği yazım kuralı? Bu filmde Çehov’un Bira Şişesi, Çehov’un Ruh Grubu, Çehov’un Burun Halkası, Çehov’un Bahçe Hortumu ve Metal Tırmığı ve Trambolini, Çehov’un Buzlu Suyu ve Buz Kovası ve Cam Parçaları, Çehov’un Tomruk Kamyonu, Çehov’un Titreyen Halojen Işığı ve Çehov’un MRI Odası var. Bu liste, Çehov’un 2025 Cinayet Nesnesi Çantası’nın en üst seviyesinin ötesine zar zor iniyor. Beklenmedik hediyeler söz konusu olduğunda, Ölüm, Noel Baba’yı cimri gibi gösteriyor.”*
Serinin ilk filminden beri ölümün gizemli bilgilerine sahip karanlık, tekinsiz ama kötücül olmayan tanıdık karakterimiz William Bludworth, perdede minik bir doğaçlama rol ile beliriyor. Geçtiğimiz yıl, Kasım ayında yaşamını yitiren Tony Todd, altıncı filmde yine ölüm hakkında her şeyi bilen bir karakter olarak karşımıza çıkıp gizemini sürdürüyor, J.B. Yakalandığı kanser hastalığı ile ölümden bir kaçışın olmayacağını, kısacık bir zamanınız bile kaldıysa yaşamın tadını çıkarın minvalindeki tuhaf monoloğuyla, seyircilerine veda ediyor. Belki de bu yalın konuşmanın senaryo ile paralel oluşunu bir bağlamda değerlendirmekte fayda olabilir. Film, seriden alışkın olduğumuz aşırı komplike ve grotesk ölüm biçimlerini birkaç vites düşürerek sahiden talihsiz kötü kazalara indirgemiş. Sanki, “ölüm istediğini alır, büyük meselelere gerek yok, en kötü sokakta üstünüze piyano düşer, ama ölüm istediğini alır,” diyor. Bu tercih, beni derinden üzse de filmin beğenisini etkilememiş gibi.
100’lerce yıl yaşar…Film hakkında sürprizbozan yağmuru olacak birkaç bölüm ekleyebilir, duru görü yeteneğinin anneden kız çocuğuna aktarımını anasoy üzerinden uzun uzun ve sıkıcı sıkıcı okuyabilir, Antik Yunan’dan günümüze cadı, kâhin ve kehanet eksenli yepyeni bölümler açabiliriz. Ama benim, bu film için üzerinde durmak istediğim -belki de tek- bir konu var.
Kafa dengi arkadaşlarınız dışında kime söylerseniz yüksek ihtimalle “O filmi neden izliyorsun? O filme nasıl dayanıyorsun?” soruları ile karşılaşacağınız bu filmi sahiden nasıl sempatik bulabiliyoruz?
Sahneyi hazırlayalım: ölümün peşinizde olduğuna en yakın aile üyelerinizin ölümüne bizzat tanık olduktan sonra ikna oldunuz. Artık tutamayacağınız kadar çok kişinin yası göğüs kafesinize baskı yapıyor ve ölümün sizin için geldiğini bilmekle kalmıyorsunuz, olabilecek en kötü, kanlı, vahşet dolu senaryo ile peşinizde olduğunu bilip her adımınızı olası talihsiz kaza senaryosunu öngörmeye çalışarak atıyorsunuz. Ve önünüzde iki seçenek var,
Ya öleceksiniz, ki böylece ölüm öldüğünüz için peşinizi bırakacak.
Ya da birini öldürüp onun kalan ömrünü kendiniz alacaksınız.
Tabii ikinci -meşakkatli- şık ihtimali, kardeşinin “birini öldürsek bile onun ne kadar zamanı olduğunu nasıl bilebiliriz ki?” sorusuna Erik’in, göz ucu ile yeni doğan ünitesindeki bebeklere bakış atarak cevap vermesiyle son buluyor. Hayır, hayır, hayır yeni doğan bebeklerin öldürüldüğü o karanlık filmde ya da herhangi bir ülkemiz güncel gazetesinin sayfalarında değiliz. Hayır. Elbette, bu izlemeye dayanılamayan korkunç filmde kimse bebek öldürmüyor.
Bu filmde ölüm, tüm silahlarını üzerine doğrultmuş, bağıra çağıra ve hatta dörtnala gelirken hiçbir karakterin aklına masum, savunmasız, güçsüz, doğanın mucizelerinin eseri bir hayvanı öldürmek de gelmiyor. En ipe sapa gelmez, aykırı ve ayrıksı Erik bile, kardeşini kurtarmak için kaplumbağanın ömrünü almayı düşünmüyor, aksine kardeşini öldürüp, kalbini durdurup, geri getirmeye çalışan planlar yapıyor. Bu planların ortasında kardeşine, belki yüz yıldan uzun yaşayacak sevgili kaplumbağasına gözü gibi bakacağının da sözünü veriyor.
Belki de kan banyolu bu dehşet ölümler, günlük yaşamımızdan çok daha az kötücül, çok çok çok daha az gaddar ve çok ama çok daha az dehşet vericidir.
Her geçen gün başka bir barınaktan ifşa videolarıyla kalbimizi parçalayan, kanımızı donduran görüntülere maruz kaldığımız, sokaklarda bir yudum suya bile muhtaç kalan hayvanlar için sürekli katliam propagandası yapılan ve ne yaparsak yapalım elimizden bir şey gelmeyen, iyicil bir çözüm üretemediğimiz ülkemizde, şu minicik kaplumbağanın olduğu sahnelerin mesajını devasa kartonlara bastırıp billboardlara astırmak istiyorum.
“Hiçbir türün yaşam hakkını elinden alamazsınız!
Sonunda kendi canınızı kurtarmak bile olsa
Başka çözümler aramalısınız!”
Boğucu ve yorucu gündeminin bizi sürüklediği tükenmişlik sendromundan kurtulmak için yapabileceğimiz şeylerin bile dönüp dolaşıp gündemin kirine pasına bulandığı yaşamınızdan küçük bir pencere açmak isterseniz, yaşamımızın her alanına nüfus etmiş gaddar, cani şiddet eylemlerinden ve cinayetlerden çok daha katlanılabilir “Final Destination: Bloodlines”ı sinemada izlemenizi özellikle öneririm. Seveni bol, bilgisayar tabanlı görüntüler ile seyredeceğiniz onlarca ölümün keyfini ancak salonda çıkarabileceğinizi düşünüyorum. Son Durak serisi için benim gönlümden geçen, CGI olmayan ölüm sahneleri seyretmek olsa da…
İyi seyirler…