Röportaj

Özgür Mumcu: "Önce bir şey görüyorum, sonra gördüğümü yazıyorum"

İlk romanıyla geniş kitlelere ulaşan, on bir dile çevrilerek dünyanın dört bir yanında okurlarını bulan gazeteci, yazar Özgür Mumcu, yeni romanıyla karşımızda: "Dünyalılar"
İpek Atcan - 24 Haziran 2025
post image

Yeni romanı “Dünyalılar” vesilesiyle Özgür Mumcu ile bir araya geldik. Türler arası karşılaşmanın, gezegen çapında komploların ve kırılgan umutların hikâyesini anlattığı bu roman ile yine bilim kurgu severleri mutlu edeceğe benziyor. Peki sadece romanı mı konuştuk? Hayır. April Yayıncılık’ın şahane manzaralı terasında gerçekleştirdiğimiz dolu dolu bir sohbet sizlerle.

Evet kitap için buluşmuş bulunmaktayız. Direkt konuya giriş yapıyorum. Hem bir orman güncesi hem de bir bilim kurgu romanı. Bu iki dünyayı birleştirme fikrin nereden geldi aklına?

Şöyle bir düşündüm. Sonuçta Amazon’da bugüne kadar insanlarla, yani medeniyetin geri kalanıyla hiç temas etmemiş kabileler var. 30 kişi, 40 kişi yaşıyorlar ve avcı toplayıcı şeklinde devam ediyorlar hayatlarına. Romanın kahramanı da bir Türk ama 20 yıldır Amerika’da; doktorasını antropoloji alanında yapmış biri. Brezilya’da böyle avcı toplayıcıları inceleyen bir araştırma istasyonunda çalışıyor. Daha sonra birtakım olaylar sebebiyle İstanbul’a uzay gemisi düşünce, uzay gemisindekilerle görüşmek üzere bu adam seçiliyor. Çünkü alanında yetkin bir insan. Medeniyetle temas kurmamışlarla temas edebiliyor. Uzaylıya en yakın şey, bizim hiç temas kurmadığımız bir avcı toplayıcı kabile. İkinci konu ise uzaylıya en çok benzeyen şey hayvanlar. Yani anlayamadığımız farklı bir bilince sahip olan. Orada da ekoakustikçi Karla Silva devreye giriyor. Hayvanların seslerini dinleyen, hayvanların arasındaki iletişimi çözmeye çalışan, bizim duyamadığımız sesleri duymaya çalışan biri. Bilimsel olarak bu şekilde kurmaya çalıştım. Yani yabancıyı ve uzaylıyı anlamak için hayvanları ve daha önce hiç medeniyetle görüşmemiş kabileleri inceleyen ikilinin bilgi donanımının uygun olduğunu düşündüm.

Peki nasıl bir araştırma süreci geçirdin de burada buldun kendini?

Örneğin bir kitapla karşılaşıyorsunuz… Mesela “The Sounds of Life” diye bir kitap var, Karen Bakker’ın. Bir ekoakustik uzmanı. O kitapla karşılaştım. Çok da iyi bir kitaptı. Değişikti gerçekten. Kulağımızın duyamadığı frekanslarda nasıl hayvanlarla iletişim kurabiliyoruz gibi konular vardı. Benim Karla Silva karakterime çok ilham oldu doğrusu. Ama maalesef iki yaz önce kendisini kaybetmişiz, erkenden. Bir kitap okuyorsunuz oradan aklınıza bir şey geliyor. Ondan sonra bu yapay zekâ ile iyi bir araştırma yapabiliyorsunuz, süreci çok hızlandırıyor. Sonradan sağlamanızı yapmanız gerekiyor elbette. Amazon ormanlarının bitki dokusunun faunasını vs. bir hayli araştırmam gerekti. Eski usul yöntemlerle araştırsam belki bir ayımı alacak bir meseleyi iki günde anlayabiliyorum artık. Bu araştırma meselesi tamamen sizin hayal gücünüze bağlı. Her şeyi merak edebilirsiniz. Yani artık öyle bir dünyada yaşıyoruz.

Peki mesela ekoakustik demişken. Kitapta ormanın sesi, kabileler, yok işte uzaylılar geliyor yine sesler vs. Buradan konuyu müziğe minik bir bağlamak istiyorum. Sence müzik insan ötesinde iletişimde bir köprü olabilir mi? Madem bilim kurgu konumuz, ne düşünüyorsun bu konuda?

Bu zaten Steven Spielberg’ün “Üçüncü Türden Yakınlaşmalar” filminde geçen bir konu. İlk filmlerinden biridir. Elbette müzik ve matematik çok benzeyen alanlar olduğu için ve evrensel olduğu da düşünüldüğü için çok kritik. Gerçi ikisi de insan zihninin ürettiği kavramlar, tabii ki evrensel değil, o konuda felsefi bir tartışma var ama bence ayrıntı bir tartışma şu anda çok metaforik… Müzik elbette burada önemli. Benim için yazma sürecinde de müzik çok önemli. Önce sahnenin müzikal atmosferi bende canlanıyor. Önce müziğini duyuyorum. Besteci ya da müzisyen değilim. O müziğe en yakın müzikler nelerdir onları bulup sürekli kulağımda kulaklıkla dinliyorum. Günde böyle 7-8 saat müzik dinliyorum aralıksız. Zaten seninle bir kere Spotify sonuçlarımızı paylaşmıştık. Benim senden daha fazla müzik dinlemiş olmam çok manyakça çünkü senin hayatın müzik. Benim o kadar dinlemiyor olmam lazım.

Ne yaşadıysan artık Özgür! 🙂

Çünkü yazarken hep müzik dinliyorum. O yüzden senden bile daha fazla saat müzik dinlediğim ortaya çıkmıştı ki bu konuda seni yenmek çok zor. Yani bir yarış olduğu için söylemiyorum tabii ama şaşırmıştım. Spotify’da sene sonunda gelen değerlendirme raporunda en çok dinlediğiniz şarkılarda mesela ilk beş şarkının dördünün ne olduğunu bilmiyorum. Kim olduğunu da bilmiyorum. Genelde enstrümental işler oluyor. Bilgisayar oyunu müziği olabiliyor. Film müziği olabiliyor. Ya da işte çok deneysel piyanolu vs… Yani kıyıda köşede kalmış bir şeyler. Buradan çok acayip bir avantgard ve sofistike müzik sevgim var gibi anlaşılmasın. ZZ Top dinlemeyi de seviyorum yani.

Peki mesela bu kadar müzik demişken… Şu anda bu kitabın yanında QR kodla bir playlist verecek olsaydın neler olurdu içinde?

Yapmayı düşünüyoruz April Yayıncılık olarak. Bu romanın soundtrack’ini de yayınlamayı düşünüyoruz.

Mesela neler olurdu? Ya da hangi türde olurdu diyeyim?

Mesela Romanda geçen Tears for Fears’tan ‘Everybody Wants to Rule the World’ var. Bir synth pop şarkı. 80’ler synth pop çok var. Özellikle Karla karakterinin sürekli walkman’le müzik dinlediğini düşünüyorum. O kadar çok doğal ses dinliyor ki… Yarasanın sesi, su kaplumbağasının mırıltısı falan dinlediği şeyler ve bilgisayarda sürekli. Çünkü yapay zekâ da kullanıyor. Böyle bir insan kendini nötralize etmek için sürekli doğal ses dinlediğinden, en yapay gibi görünen 80’lerin synth pop’unu dinlerdi gibi geldi bana, beyninin içine regüle etmek için. O yüzden synth pop Karla özelinde var. Ama onun haricinde sahne sahne biraz değişiyor yani. Scoring gibi düşünmek lazım.

Tam film gibi. Bu film bile olur ben sana söyleyeyim. Keşke olsa…

Saygın Ersin’in çok sevdiğim bir sözü var. Hem bu kitabın editörlerinden hem de çok iyi bir yazardır özellikle kurgu konusunda. O şey der, “Ben çizemediğim için roman yazıyorum. Yoksa çizgi roman yapacaktım”. Yani aslında biraz da görsel bir şey kafanda canlanıyor ve onu yazıyorsun kısmı da var. Ben biraz öyle çalışıyorum. Saygın’ın öyle çalışıyor kafası, ortak projelerde çalıştığımız için biliyorum. Önce bir şey görüyorum, sonra gördüğümü yazıyorum. Yazdıktan sonra görüyor değilim yani.

Peki mesela kitabın en başında Yanari halkı var. Sesler duyuluyor, atlıyorlar, gidiyorlar. Yanari halkı zehirleniyor. Can ve Karla bunlara yardımcı olmaya çalışıyor aslında. İyi niyetliler, kendilerini anlatmaya çalışıyorlar. Ama yani ne olursa olsun böyle sömürgeci bir durum dünyada olduğu gibi aynı şekilde kitapta da yer alıyor. Yazdığın kitapları da tenzih ederek söylüyorum, doğuştan politik de bir figürsün.

Ben de kaşındım ama canım. 10 sene boyunca siyasi gazetelerde siyasi yazılar yazarsam pek şikâyet edemezsin…

Distopyayı bu kadar fazla estetize edersek içselleştirip kabul edebiliriz gibi geliyor.

Kitapta bu politik hattını ne ölçüde görünür kılmak istedin?

Tezi olan ideolojik bir kitap olsun istemedim bu arada. Güncel siyasetin içine girmek istemedim. Türkiye’ye dair çok genel alegoriler var. Şu anda özellikle şu parti, şu lider falan hiç öyle bir alegoriye de girmedim. Ama elbette dünyanın değiştiği bir dönüşümden geçiyoruz. Ben artık sadece politika diye bakmıyorum. Yani kültürün değişmesi, üretim ilişkilerinin değişmesi, ekonominin değişmesi… Evet, bunun yanında politika da değişiyor. Tabii ki bir siyasi pozisyon almanız gereken bir dönemden geçiyoruz. Özellikle dünyaya baktığımız zaman. O yüzden artık bir anlamda politika her şey değil ama bir anlamda da her şey. Çünkü her şey politik bir tercihe dönüştü. Ama bunun bir orta oyununa dönüşme ihtimali de çok yüksek. Yani bir temaşaya dönüşmüş durumda şu anda siyaset. O yüzden kimse fazla ciddiye alamıyor. Çünkü kimse ciddiye almasın isteniyor. Yönetimden demokratik irade çıkartılıyor. Bütün dünyada bu arada… Çünkü karar vermek için insana pek lüzum kalmadı gibi görünüyor. Aynı zamanda üretim ilişkileri yeniden öyle bir şekilde tasnif edildi ki romandaki o antropolog biraz onu temsil ediyor. Burada bazı bireylerin devleti kadar güçlendiği bir dönemden de bahsediyoruz. Bütün dönemlerde uyanık olmak lazım. Ama ben bu romanı biraz umutlu bir sonla bitiriyorum. Çünkü sürekli distopyayı düşünüp sadece distopyayı bu kadar fazla estetize edersek içselleştirip kabul edebiliriz gibi geliyor bana. Ben hep distopyadan ütopyaya giden, başka yollar açabileceğimizi gösteren metinler yazmak istiyorum bundan sonra. Yani bana da o iyi geliyor.

E haklısın, bizim de iyiyi duymaya ihtiyacımız var biraz…

Bunları hayal etmeye başlayamazsak hayata hiç geçiremeyiz. Yani bütün hayal gücümüzü eğer iğdiş edip de dünya çok kötü olacak, yandık bittik dersek… Tamam çok kötü. Evet, anladık ben de bu dünyada yaşıyorum, gözümüzle de görüyoruz. Hiçbir şey iyiye gitmiyor. Ama iyiye gitmesi için ne yapabiliriz diye düşünmüyoruz. Ama bunu nahif bir taraftan yapmamaya çalışıyorum. Yani gerçekçi olmaya çalışıyorum. Uzaylılar bile gelse gerçekçi olman lazım. Yine uluslararası müzakereler sürecek. Yine insanların çıkar çatışmaları ortaya çıkacak. Yine iktidarlar birbirine girecek. Yine bir kaynağa ulaşmak için insanlar birbirinin gözünü oyacak. Biz hep aynı şeyi yapıyoruz. Uzaylı gelse de aynı şeyi yapıyoruz. Başka bir yerde petrol çıktığı zaman da aynı şeyi yapıyoruz. Mülteciye de öyle davranıyoruz, işimize geliyor öyle davranmıyoruz… Hepimiz böyleyiz. Bütün insanlar böyle.

“Dünyalılar” lafını ben hep severim. Hiçbir zaman göremediğimiz uzaylıların gözünden bizi tanımlamak için kullandığımız güzel bir kelime. Senin için dünyalı olmanın anlamı ne yani?

Zaten “Dünyalılar” adında Levent Can Tekin’in bir öykü derlemesi var, yine bilim kurgu. Yine yabancı bir yazarın “Dünyalılar” diye bir kitabı var. Akla gelebilecek bir isim zaten o yüzden hani biricik bir isim değil. Adı “I Love You” olan da bir sürü şarkı var gibi düşün. Dünyalı olmanın iki tane anlamı var. Bir tanesi geniş kapsamda “dünyalılık” tanımı dersek, uzaylının gözünden baktığın zaman Ardıç ağacı da sen de sincap da dünyalısın… Yani aralarında birisiyle temas kuracak ya bizi seçmeyebilir. Bu dünyalıyla daha iyi anlaştım diye gidip yunusla konuşacak. Onun ses dalgası falan çözecek meseleyi. Babacım ben alacağımı bundan alıyorum, size gerek yok diyecekler. Bilemeyiz yani, bir böyle dünyalılık var. Ama insan merkezci düşünürsek o zaman insanlık hakkında da şöyle düşünürüm. Ben bir zavallı primatım, ben bu işten ne anlarım diyorum. Çünkü bir primatın gözüyle; kumu alıyorum, kum var doğamda benim. Onu ısıtıyorum ve ondan mercek yapıyorum. Onunla böyle gökyüzüne bakıyorum, gezegenler görüyorum ve bir şey anlıyorum. Şimdi ne kadar anlıyorum? Bir kere algımızın sınırlılığı ve kısıtlılığının her zaman farkında olmamız ve çok da kibirli olmamamız lazım. Ne doğaya karşı ne de manevi arayışları olan insanlara karşı. Çünkü bilemeyiz yani. Birisi Allah’a inanıyorsa onu yobaz deyip de öbürü simülasyon teröristine inanınca ona cool diyemeyiz. Çünkü temelde benzer bir itkiden geliyor bunlar. Yani bu bana onu çağrıştırıyor. Zaten bu kitap maneviyatın ve ilahiyatın da önemli bir rol oynadığı bir kitap. Bu benim bir manevi uyanış geçirmemden kaynaklanmıyor. Kriz dönemi olduğu zaman maneviyat arayışlarının artacağı zaten karşımıza çıkan bir gerçek. Ben bu gerçek karakterlerle empati kurarak nasıl olabilir diye baktım.

Bence insan olmak çok zor bir şey.

Evet bu maneviyat arayışına hayatımda tanıklık ettim. Mesela kaybetmek üzere olduğum birinde. İnsan olmak karmaşık.

İpek bence insan olmak çok zor bir şey. Çünkü niye geldiğini bilmiyorsun, niye gideceğini bilmiyorsun. Bu varoluşsal meseleyi çözmesi imkânsıza yakın bir şey. Ya maneviyata sarılıyorsun ya da ne bileyim ben… Hiç inanmadın diyelim orada da işte her şey tesadüfen oldu ama erdemli insanlar olmalıyız falan okey… Hani temelde o da aynı şey, dinle de benzer bir şey. Zaten artık bu sınırların aşıldığında düşünüyorum. Marx “Din halkların afyonudur” derken, “Allah belasını versin, afyon yasaklansın” diye söylemiyor. Halkların bir iç çekişidir diyor. Yani hayatın acısına karşı katlanmak için bir afyondur diyor. Olumlu terapötik bir özelliği olduğunu göz ardı edemeyiz.

Araştırma teknoloji ile daha da kısa sürdü diyorsun. Fikrin çıkışı, başına oturman, yayını arada ileri tarihe alman, o yüzden kitabın girişine yeni bir şeyler eklemen vs. bütün paketi düşünecek olursak. Ne kadar zamanını aldı bu kitap?

Fikrin aklıma düşmesi çok eski. “Barış Makinesi”ni yazdıktan sonra April’in Yayın Yönetmeni Egemen İpek’le konuşuyorduk, bir sonraki roman ne olur diye. Bir buçuk yıl falan geçmişti ilk kitaptan. Derken aklıma bazı fikirler geldi. Ama şeye benzetiyorum, atletizmde yanlış çıkışlar vardır ya. Yarışta önde gider adam ama sonra yanlış çıkıştan diskalifiye olur. Onun gibi bir kitaba başladım. 70 sayfa yazdım, hoşuma gitmedi. Bir tanesine girdim 40 sayfa yazdım ama dedim bunun araştırması var bilmem nesi falan filan. Böyle yanlış çıkışlar yaptım yani 2-3 tane. Belki ileride bir şeye dönerler bu arada. Bu yanlış çıkışlardan önce düşündüğüm bir fikirdi ama en olmayacak şey gibi bu gözüküyordu. Uzaylı mı getireceğim abi İstanbul’a şimdi… Bir de bunu da beceremezsen de büyük sıkıntı var ya dedim kendime… Yani iddialı giriyorsun şimdi yapman lazım filan oldum. Ne kadar becerdim bilmiyorum ama becermek için elimden gelen gayreti gösterdim. Dedim ki bunu yazacağım. Sonra kendi kendime de şöyle ikna ettim; bizim Afşin yazıyor çok güzel. Uluslararası olarak da görünürlüğü var artık bu janrın. Bilim kurguysa bilim kurgu. Ben sadece bilim kurgu kullanmıyorum bu arada kitabın içerisinde. Siyasi entrika kısmı da var, efendim casusluk kısmı da var… Daha ziyade eski noir edebiyatına da biraz benziyor üslup olarak. James Hakan uzaylıları bir iki romanında getirdi. Onu da aradım. İzin aldım. Can Kantarcı getirdi uzaylıları romanında. Algan Sezgintüredi getirdi uzaylıları. Ben Türkiye’ye uzaylıları getiren herkesi neredeyse herkesi tanıyorum.

Gerçekten arayıp icazet mi aldın?

En çok Hakan’ınkine benzeyebilirdi. İcazet aldım, “Ben böyle bir şey düşünüyorum. Senin kitabındaki şeyden de etkilendim. Senin için mahsur var mıdır?” dedim. Ona göre yazacağım çünkü.

Bu da kibarlık göstergesi yani. Çok olmuyordur diye düşünüyorum sizin sektörde de…

İyi arkadaşım, bir de fikirlerini de almak istedim. Tabii hafif de espriden söyleniyor böyle şeyler. Tabii ki herkes istediğini yazabilir. Bir izin mekanizması yok. Belki adamın bir fikri var ve roman yazmak üzere o konu hakkında. Niye ayağını basayım yani? “Bunu Biz İstedik İstanbul” kitabın adı çok güzel. Uzaylıları Zeytinburnu’na yerleştiriyoruz. Nereye koyacağımızı bilemedik biz şimdi bunları vs. Uzaylılar çok iyi misafir. Yazarken bir fokus grubum oluyor. 6-7 arkadaşım var, kitapları yazdığım zaman bölüm bölüm onlara gönderiyorum. Kimi yönetmen, kimi sosyolog, kimi akademisyen, kimi oyuncu. Sağ olsunlar onlar da okuyorlar, feedback’lerini benden esirgemiyorlar. O feedbackler’le tekrar o bölümü bazen düşünüp bazen yeni bölümlere hikâyenin akışına bakıyorum. Böyle yeni bir çalışma metodolojisi de oturtmaya çalışıyorum. Çünkü çok önemli olduğunu düşünüyorum.

Herkes böyle çalışıyor mu peki? Herkesin bir fokus grubu var mı? Herkesin yok bildiğim kadarıyla. Bir-iki kişi de daha duydum ama…

Tabii bir de güvenmen lazım gönderdiğin kişiye. Fikrini söyler başkasına… Bunlar çok oluyor Türkiye’de maalesef.

Köşe yazarlığı Türkiye’de tarihsel olarak çok önemli. Günümüzde fazla geleceği olduğunu düşünmüyorum.

Peki biraz kitaptan çıkıp podcast’e geliyorum. Bir yandan da Tolga’yla (Karaçelik) ve Ethem’le (Onur Bilgiç) beraber Sinecera’yı kurdunuz. Orada AI işler yapıyorsunuz. Daha yeni Tolga ile röportaj yaptığımda uzun uzun anlattı yaptığınız ve yapmayı hayal ettiğiniz şeyleri. Biraz onlardan da bahsedelim yani.

Podcast için bir sezon anlaşmamız vardı. Bir anlamda hafiften artık geri dönmek istiyordum. Hem de romanı yazıyordum. Birçok projem vardı, ekipler kurarak onları hazırlıyordum aslında. Daha sonra o projeleri hayata geçirebileceğimi fark ettim. Yani bu arada romana proje gibi mi bakıyorum? Hayır. Para kazanacağım bir şey olarak falan da bakmıyorum. Bir şey anlatmak istiyorum. Bir hikâye anlatmak istiyorum. Ve ben bunu köşe yazısıyla anlatmak istemiyorum artık. 10 sene yaptım askerliğimi yapmış gibi hissediyorum kendimi.

Tekrar döner misin?

Hayır zannetmiyorum. Bundan sonra non-fiction bir şey yazarsam daha uzun bir araştırma kitabı yazmak isterim. Ama oradaki fikirleri kurguyla, hikâyeyle anlatmak isterim. Bu roman olabilir, dizi olabilir, film olabilir bilmiyorum. Ama ben insanlara artık fikirlerimi köşe yazısıyla yazmak istemiyorum. Sıkıldım çünkü o formattan. Hakir gördüğüm için değil, haşa. Köşe yazarlığı Türkiye’de tarihsel olarak çok önemli. Günümüzde fazla geleceği olduğunu düşünmüyorum. Çünkü o belli bir basılı mecranın dayattığı bir üsluptu. 3500 dikey, 5500 vuruş yatay koyarsanız köşe yazısına, onun limiti var sen de biliyorsun. İster istemez de 3500 ve 5500 vuruşluk düşünmeye başlıyorsunuz kafada format olarak. Bu bazen size bir anlatımda kolaylık ve halkın nabzını tutma ve kestirme bazı formülleri bulma konusunda faydalı olsa da tırnak içerisinde söyleyeyim büyük resmi görme konusunda da bir dezavantaja dönüşme ihtimali var. Ondan ötürü 10 yıldır yazmıyorum. Tekrar söylüyorum küçümsemiyorum. Önemli buluyorum. Hâlâ faydalandığım çok fazla köşe yazarı var. Ömrünü çok uzun bulmuyorum. Başka formlara girmesi lazım. Çünkü onun yayınlandığı mecra bitti, ihtiyaç değişiyor. Zaten şu anda onu görüyoruz Youtube’da program yapıyorsunuz artık, köşe yazarı olmuyorsunuz. Ya da çok böyle long read bir şeyler yazacaksın. Dosya inceleyeceksin falan. Ya da onları imkânın varsa belgesele çevireceksin. Podcast meselesinde de bir sezonluk anlaştık, çok seviyorum Podbean’i. Ben çok memnun kaldım iş birliğimizden ve yaptığımızdan. Hem kitabın çıkması hem de bu yapım şirketindeki işlerle hakkını veremeyeceğimi fark ettim. Bayağı emek gösterilmesi gereken bir alan. Ama başka bir sezonla tekrar podcast’e dönmek, belki YouTube’da bir şeyler yapmak üzerine bazı fikirlerim ve projeler var. Ama şu anda yeterince işim var. Bir de bir roman daha yazmak istiyorum. Ama YouTube’un da çok iyi bir mecra olduğunu düşünüyorum. Benim zaten ilgilendiğim bir alanla ilgili bir şey yapıp orada onu başka bir şey dönüştürebileceksem ve oradan da para kazanabiliyorsam ne âlâ. Günümüzdeki bütün içerik üreticilere de bunu tavsiye ederim. En iyisini bildiğim için söylemiyorum fakat bu algoritmanın bizden talep ettiğini sadece yaparsak hamster çemberinde sürekli debelenen bir hamstera dönüşürüz. Yani bu biraz bir mecburiyet. Anlıyorum, hepimiz bunun acısını çekiyoruz. Fakat eğer bu şekilde devam ederse içerik üretimi dediğimiz alan kısır döngüye girecek.  

Ama şöyle bir durum da var. Zaten bir şey tuttu mu herkes benzer bir şeyler yapmaya çalışıyor.

O her zaman öyle, sanatta avangart daha zor çıkar. Önce parasız kalır, bir iş modeli bulur. Sonra o da ana akımlaşır. Yenisi gelir. Bu böyledir. Önce sokakta başlar street art, Alexander McQueen oradaki kuru kafaları görür ve kullanır ya da tam tersi olur. Genelde marjinlerden gelir ana akımlaşır, ana akımdan işportaya düşer, ondan sonra yeni bir şey marjinlerden gelir…

Benim rakibim Netflix, WhatsApp, Instagram reels’lar.

Bazen okumaktan çok kopuyorum ben, o dönemdeyim ama “Dünyalılar” gerçekten de akıyor…

Hepimiz koptuk okumaktan. Ben okura diyorum ki, “Ben senin okuma hızına göre günde 8 ile 12 saat aralıksız dikkatini istiyorum”. Benim rakibim Netflix, benim rakibim WhatsApp, benim rakibim Instagram reels’lar. Artık bunu kabul etmemiz gerekiyor. O zaman benim okuru hemen içine almam lazım. İnsanlar artık eskisine göre o kadar çok film izlediler ve o kadar çok hikâye gördüler ki artık çok çalışman gerekiyor. Ve haklılar. Ben sana niye veriyorum 12 saatimi ya?

Bir de mesela yeni filmler ya da diziler çıktığında izlemeye çalışıyorum ve “Aaaa bu şuna benziyor, bu buna benziyor” oluyorum. O yüzden arada orijinal bir şey görünce heyecanlanıyorum.

Sanatta “Everything is a remix” diye bir kavram var biliyorsun. Romanımda da öyle. Ben de hayatım boyunca izlediklerimden, okuduklarımdan falan etkileniyorum yani. Her şey bir kolajdır aslında.

Sinecera hikâyesine geçmek istiyorum. Ofisiniz şahane. AI dünyasına girdiniz ve aslında çağa ayak uydurdunuz. Tolga da old school’dan geliyor. Sen de old school’dan geliyorsun. Buradan reklam film ve çok yeni bir şey çıkarttınız. Nasıl bir dünya senin/sizin için?

Yaşımız belli! (Gülüyor) Şöyle anlatayım. Evet güzel işler yapıyoruz şu anda. Hatta en son Google’ın Amerika’daki yöneticileri ile de temastaydık, yani o dünyada da iyi bir iş yapabiliyoruz. Uluslararası standartlarda da ve uluslararası camialarda da ilgi görmeye başladık. Bunun sebebi de şu, artık New York’taki Jack ile İstanbul’daki Ahmet’in önünde aynı bilgisayar var. Demokratikleştirmesi harika bir şey. Ama demokratikleştirme sayıyı getirir. Sayı enflasyonu getirir. Yani yapılan işlerin değersizleşmesi de başlar. Bir, yeterince yetkinliği olmayan insanların yapacağı eciş bücüş işler. Ama bunun da yapılması lazım. Ayrıca herkesin denemesi lazım yani. İkincisi bu işlerin hızlanması ve kolaylaşmasıyla beraber para etmeyecek olması ve hâlihazırda konvansiyonel yöntemlerle bunu çeken sektörlerde ciddi sorunlara yol açması. O sebeple benim gördüğüm bu sektörde en doğru ve mantıklı yöntem hibrit çekime geçilmesi. Herkesin biraz AI’den anlaması. AI’den anlayanların da biraz çekimden anlaması. Ve biz orta yolda buluşalım ki kırıp dökmeyelim bu meseleyi. Biz hibrit bir reklam da çektik. Full AI da çekiyoruz. Tamamen live action çekmeye de hiç karşı değiliz. Bilgisayar oyunu sektörüne de girdik. Amacımız sinemaya ulaşmak. Teknoloji de oraya doğru ilerliyor. Ama bunun etik olması lazım. Telif konusunda çok duyarlı olması lazım. Biz onu da yapmaya çalışıyoruz. Etik olması, telif konusunda duyarlı olması, bunu kötüye kullanılmaması, her şeyin arşivlenmesi, sistematize edilmesi konusunda bir sorumluluğumuz olduğunu düşünüyoruz çünkü yapay zekâ meselesinde henüz hukuki kurallar yeni oluşuyor. Onlar oluşurken ilk başta kurallar yoksa “best practises” ile var olan kurallara uygun şekilde bir yapı kurmamız gerekiyor gibi birçok alanda faaliyet gösteriyoruz. Heyecanlıyız güzel şeyler yapıyoruz. Yarın öbür gün umarım bu işte çekilmesi imkânsız gibi baktığımız uzaylı muzaylı şeyleri de belki bu şekilde yaparız. Arkadaşlar artık ejderha uçurmak istiyorsanız ejderha uçurabileceğiz galiba yani rahat olabilirsiniz. Biraz daha hayal gücünü açmak bakımından çok iyi. Ama sektörü de çok fazla rahatsız etme ihtimali var. Onun da yolları bulunabileceğini düşünüyorum makul bir şekilde davranarak.

Prime’da bir film var Mountain Head diye. Biraz bu AI ve dünyanın bu sebeple kaosa sürüklenmesini ele alıyor. Hazır regülasyon demişken. Dipnot: filmi pek beğenmedim 🙂

Benim gözüm çok eğitimli artık bu AI video meselesinde. Zaten 90’ların ortasında internet ilk geldiği zaman IT sektöründe çalışıyordum öğrenciyken. Bilmediğim bir alan değil. Hep de meraklıydım. Hacker kültürünü de bilirim kendim kodlamayı bilmesem bile. Yaş itibarıyla çünkü herkes bizi yaşlı biliyor. Bunları icat eden kuşaklar bizim kuşaklar yani.

Biz ettik icat diyorsun yani 🙂

Yani o kadar da anlamıyor değiliz arkadaşlar. Bizi de yaşlı görmeyin. İki Discord’da muhabbet edebiliyorsunuz da biz orada canımız sıkılıyor kargaşa geliyor diye zannetmeyin yani (gülüyor). Yani bizim kuşakta “early adapter”lar arasındaydım ben. Sonra hukuk fakültesi filan zor geldi ama temasımı hiç bırakmadım. Ondan ötürü bildiğim bir sektör, bildiğim bir alan bu. Bunun haricinde de dünyadaki bu teknofeodalizm gelişmeleri filan incelediğim için de topografsızlığını bildiğim bir alan. Ve burada nereye gidebileceğini öngörebildiğimi tahmin ediyorum. Ama çok ciddi bir yere gidiyoruz. Sahte haberle bilmem neyle falan…

Evet işte söylediğim film bunu anlatıyor…

Buna alınacak birçok tedbir var. Ama o tedbirlerin alınması ve uygulanmasının kitleler üzerindeki algıyı ne kadar değiştirebileceğini konusunda bir fikrimiz yok. Google şu anda watermark getiriyor. Ama kim bakacak. Cep telefonundan, Facebook’tan gördün onu gaza geldin hop komşuna daldın… Zaten romanda da buna benzer bir şeyden bahsediyorum. Sosyal medyanın bütün dengeleri nasıl değiştirebileceğini, oradaki linç kampanyalarını vs. Çünkü yakinen incelediğimiz, zaten hepimizin yaşadığı bir mesele ve bu meselenin de masaya atılması ya da en azından hikâyede önemli bir unsur olması gerekiyordu.

Yani AI ile bir şey yapılması çok da yeni bir şey değil ama herkesin eline ulaşması yeni bir şey. İnsan ufak bir endişelenmiyor değil.

Hep şu örneği veriyorum, elektriğin icadı. Sen bunu evini ısıtmak için de kullanabilirsin, idam sandalyesinde adam öldürmek için de. Bu bir araçtır. Her aracın riski var ya, elektriğin de riski var. Sana kalmış işte. O yüzden “Dünyalılar” koymaya çalıştım kitabımın adını. Çünkü sana kalmış. Sen bununla ne yapacaksın? Uzaylı geldi. Ne yapacaksın? Kötü niyetli değiller ve sana katabilecekleri bir sürü şey var. Ne yapacaksın bununla? Petrolü yeni keşfetmiş Avrupalılar gibi birbirine mi dalacaksın? O da mümkün. Çünkü genelde öyle yapıyoruz. Ya da oturup anlaşacak mıyız ne yapacağız? Ne edeceğiz?

Umarım gelirler. Gelmelerini heyecanla bekliyorum 🙂

Yani onları gören bir çağa ait olmak güzel olur. Bayılırım

Seninle arkadaşlığımız mahalleciliğe dayanıyor. Sen şehirli de bir insansın. Covid-19 derken bir anda gittin ve de gelmedin uzunca bir süre.

Döndüm canım İstanbul’a. Ama hala bir ayağım oralarda olsun istiyorum. Şehirlerin insan hayatına uygun olmadığına inanıyorum. İnsan mevsimine göre göçmeli yani. Burası soğuksa gideyim abi sıcak yerde durayım yani.

Leylek miyiz biz? 🙂

Böyleydik ama 300 bin boyunca tarım devrimine kadar. Yani hava soğuksa aptal mıyım ben? Şurada güzel otlak var az yürüyeceğim gideceğim oraya yani. Hiç kimse öyle yaşamıyor. Avcı toplayıcı kabileler ile başlatmamın sebebi de o. Orada bir tane meyve çıkıyor oraya gidiyorlar iki ay. Orada işte bilmem ne yaban domuzu geçiyor onu vuruyorlar falan. Geziniyorsun yani. Şimdi biz böyle birbirimizin üstüne sifon çekerek yaşadığımız bir şekli normalleştirmişiz tarım devriminden beri. Sanayiden sonra iyice… Ben insanın zaten öyle yaşaması gerektiğini düşünüyorum. Fakat eskiden köylünün yaşamına ne derlerdi? Ayağı çıplak başı kabak derlerdi… Şimdi ayağı çıplak başı kabak yaşamak için zengin olman lazım. Eskiden köylünün, fakir dediğin adamın, hayatını yaşamak için zengin olmalısın. Para kazanmak için internete ihtiyacın yok, istediğin kıyafeti giyeceksin, analog bir şekilde yaşayacaksın, doğanın içerisinde… Eskiden bu kurtulunması gerek diye düşünülen bir şeydi. Şu anda bir arzu nesnesi haline döndü. Eskinin fakiri olman için zengin olman gerekiyor. Şimdi sen gel de “insan”ı ciddiye al.

Peki yine şehirde olayım, mahallede olayım kaos, insanlar, oh oh diye özlüyor musun?

Biraz da yaşla ilgili bunlar. Yani 25-30 yaşında herhalde öyle bir şey istemezdim. Şehirde olmayı tercih ederdim. Covid’ine rağmen, dijitalleşmenin artmasına rağmen, hayat pahalılığına rağmen… Ama geldim 48 yaşına artık. Elimin ayağımın tuttuğu bir yaş ama doğal olarak 25-30-35 yaşının arzularıyla hareket etmiyorsun. Bunu da bir olgunlaşma diye söylemiyorum. Yani doğal olarak yoruluyorsun. Kitap falan okumak daha çok hoşuma gidiyor yani artık. Eskiden de hoşuma giderdi ama onun payı arttı. Yani daha az gece hayatı, daha az sosyal hayat ama daha çok okuma etme. İnzivaya da çekilmedim.

Kitaptaki Can kesin sensin 🙂

Yani her karakterde ister istemez senin bildiğin, algıladığın bir şey oluyor. Bir de sadece kendim değilim ki buna benzer birçok insanı gözlemleme fırsatım oldu Covid zamanı. Oturup da otobiyografik bir şey yazmıyorum. Ama kendimden de bildiğim insanlarla de gözlemliyorum Bir ruh hali bu.

Eh o zaman teşekkürler!

Ben teşekkür 🙂

İlgili Yazılar
Development by Bom Ajans