Birini ne kadar çok seversek ondan o kadar çok şey bekleriz. Sevdikçe benimser, benimsedikçe de bencilleşiriz. Üstelik bu yalnızca ikili ilişkiler için geçerli değil; hayatımızda önemli bir yer edinen her şey için geçerli bu döngü. Sanatçılar da bunun dışında değil. Özellikle fan kültürünün evrilen doğasını anlamak için bu cümle oldukça yerinde.
Eskiden kaset sıralarında, imza günlerinde ya da mektup köşelerinde yaşanan o hayranlık duygusu; bugün sosyal medya üzerinden şekillenen, anlık tepkilerle ve sert taleplerle beslenen daha kırılgan ve daha talepkâr bir yapıya dönüştü. Artık birçok hayran, sanatçısını yalnızca sevmiyor; onu takip ediyor, değerlendiriyor, hatta kimi zaman cezalandırıyor.
Peki ne oldu da sevdiğimiz sanatçılara karşı bu kadar acımasızlaştık?
Hayranlık çoğu zaman masum ve kendiliğinden gelişen bir duygu gibi başlar. Sevdiğimiz bir sanatçının sesi, sahnedeki duruşu ya da hayata karşı tavrı içimizde bir yerlere dokunur. Onun üretiminde bir anlam buluruz. Kimi zaman bizi güçlendirir, kimi zamansa ait hissedeceğimiz bir dünya sunar. Başta sadece uzaktan bakarız, destekleriz, takdir ederiz. Karşılıksız bir bağdır bu. Ama zamanla, özellikle sanatçı görünür hâle geldikçe, o mesafe yavaş yavaş kaybolur. Ve bu ilişki değişmeye başlar.
Bugün hayranlık çoğu zaman bir kimlik meselesine dönüşmüş durumda. Sevdiğimiz sanatçılar yalnızca dinlediğimiz, takip ettiğimiz kişiler değil; kendimizi onlarla tanımladığımız figürler hâline geliyor. “Onunla büyüdüm” dediğimiz o isimler artık sadece sanatçı değil, bizim bir parçamız gibi. Bu kadar güçlü bir bağ kurulduğunda ise o kişinin attığı her adım da yalnızca kendi kararı olarak değil, bizim adımıza alınmış gibi hissediliyor. Küçük bir değişim bile hayal kırıklığına dönüşebiliyor.
Bir noktadan sonra hayranlık, içten bir bağ olmaktan çıkıp bir tür sınava dönüşüyor. Çünkü sanatçının tarzını değiştirmesi, susması, yönünü başka yere çevirmesi ya da sadece beklentileri karşılamaması, neredeyse kişisel bir meseleye dönüşüyor. İçimizden gizli bir ses, “Böyle olmamalıydı” diyor. Oysa sanat da sanatçı da dönüşür. Ama hayran olarak biz, hep aynı kalan bir versiyona tutunmak istiyoruz. Değişime karşı gösterdiğimiz bu direnç, çoğu zaman hayranlık zannediliyor.
Bu değişimin en belirgin adresi ise sosyal medya. Artık bir sanatçıyla aramızda sahne mesafesi yok. Günlük paylaşımları, tweet’leri, hikâyeleriyle hep yakın; hep ulaşılabilir. Ve bu yakınlıkla birlikte gelen etkileşim araçları -beğeni, yorum, retweet- bizleri sadece izleyici değil, bir tür denetleyici hâline getiriyor. Takdir, yerini yönlendirmeye; destek ise zamanla hesap sormaya bırakıyor. “Ben seni yıllardır destekliyorum” cümlesi artık bir sevgi ifadesi değil, karşılık bekleyen bir hatırlatma gibi.
Peki bu hâliyle hayranlık gerçekten hayranlık mı, yoksa başka bir şeye mi dönüşüyor? Belki de bu sorunun cevabı yalnızca fan kültüründe değil, genel olarak kurduğumuz tüm ilişkilerde gizli. Sevdiğimiz şeyleri gerçekten oldukları hâliyle mi seviyoruz, yoksa içimizdeki boşluklara denk düştükleri için mi? Bir sanatçıyı olduğu gibi kabullenmek ile onu kendi hayalimize göre şekillendirmek arasında ne kadar fark olduğunu görebiliyor muyuz?
Bir sanatçıyı sevmeye başladığımızda, ona sadece bir müzisyen, bir oyuncu ya da bir yaratıcı olarak değil; aynı zamanda bir rehber, bir duruş, bir kimlik olarak da bakmaya başlıyoruz. Zamanla o kişiden sadece üretmesini değil, hep “doğru” olanı yapmasını, bizi hiç hayal kırıklığına uğratmamasını, biz nasıl görmek istiyorsak öyle kalmasını bekliyoruz. İşte bu noktada hayranlık, fark etmeden bir ideal yaratma hâline dönüşüyor. Ve ideal bir kez yaratıldığında, onun dışına çıkan her şey tehdit gibi algılanıyor.
Bu durumun belki de en acı örneklerinden biri Britney Spears. Bir dönemin en büyük pop ikonuyken, aynı zamanda en kolay hedef hâline gelmişti. Onun büyüme sancılarını, anneliğini, aşklarını, özgürlük arayışını bir türlü olduğu gibi kabul edemedik. Medya ve kamuoyu onu yıllarca yargıladı, alay etti, cezalandırdı. Oysa bugün #FreeBritney diyerek sahip çıktığımız kadını, o günlerde en çok yalnız bırakan kişiler de yine “hayranları”ydı. Britney’e duyulan sevgi bir noktada yalnızca onun üretimlerine değil, “iyi kalması”, “güzel kalması”, “bize ait kalması” gibi beklentilere bağlıydı. Ve ne zaman bu beklentilerin dışına çıkarsa acımasızca yere çakıldı.
Benzer şekilde Kanye West de sanatçı kişiliğiyle özel hayatı arasındaki sınırın sürekli ihlal edildiği bir isim oldu. Onun üretkenliği, estetik vizyonu ve sahne performansı yıllarca övgü toplarken özel hayatında yaşadığı çalkantılar nedeniyle sanatçılığı da sorgulanır hâle geldi. O artık yalnızca bir sanatçı değil, “rahatsız”, “toksik”, “güvenilmez” gibi sıfatlarla anılan bir figürdü. Elbette eleştirilebilir şeyler yaptı ama mesele şu: Onun müziğini, katkısını, yeteneğini konuşmadan önce, kişisel hayatını “bir sirk gösterisi” gibi izlemeye başladık. Bu da onun karmaşıklığını görmezden gelerek sanatçı kimliğini tamamen indirgemek anlamına geliyor.
Çünkü sanatçılardan yalnızca üretmelerini değil; hep dengeli, hep ilham verici, hep toplumca kabul gören bireyler olmalarını bekliyoruz. Ama bu mümkün değil. Kimse böyle bir rolü uzun süre taşıyamaz. Sanatçıyı sevmek demek, onu sadece ürettiği şeyle değil, tüm varoluşuyla kabul etmek demek. Ama biz, onu ne kadar çok yüceltirsek; insani yönleriyle karşılaştığımızda o kadar acımasız olabiliyoruz.
Bugün hâlâ birçok sanatçı, sadece müzik yaptığı için değil; politik görüş belirtip belirtmediği, vücudu nasıl göründüğü, kimlerle arkadaş olduğu, ilişkilerinde ne yaşadığı için de değerlendirme altına alınıyor. Artık sahnede olmak yetmiyor. Her an, her yerde, “örnek” olmak gerekiyor. Oysa sanatçılar da bizim gibi biri. Bazen yanlış kararlar alabilir, sessiz kalabilir, değişebilir. Ve belki de onu sevmek, tam da bu hâlleriyle mümkün olmalı.
Bir zamanlar sanatçıyı sahnede izlerdik. Uzak bir yıldız gibiydi; ışığına hayranlık duyar ama ona ulaşamayacağımızı bilirdik. Ama artık istediğimiz her an ekranımızda, elimizin altında, her gün karşımızda. Sadece işini yapan biri değil, hayatına dair her detaydan haberdar olduğumuz bir figür. Ve bu yakınlıkla birlikte hayranın pozisyonu da değişti: izleyici olmaktan çıkıp, yorumlayan, yönlendiren ve kimi zaman cezalandıran bir “denetçiye” dönüştü.
Sosyal medya bu dönüşümün başrol oyuncusu. Artık beğenilerimiz, yorumlarımız, retweet’lerimiz sadece sevgi göstergesi değil; bir tür güç aracı. “Bunu neden söyledin?”, “Bu kadar beklettin, albüm ne zaman?”, “Sen eskiden böyle değildin” gibi cümleler artık yalnızca kişisel görüş değil, birer toplu uyarı hâline geldi. Fanlar yalnızca duygularını ifade etmiyor; beklenti iletiyor, karar veriyor, hatta linç başlatıyor.
Bunun en somut örneklerinden biri, sanatçılardan sürekli açıklama beklenmesi. Bir olay yaşandığında sessiz kalanlar anında “taraf belirtmemekle” suçlanıyor. Politik ya da toplumsal meselelerde konuşmayan sanatçılar, “Bizi hayal kırıklığına uğrattı” diye etiketleniyor. Hayran artık sadece üretim değil, temsil de bekliyor.
Bir diğer örnek ise sanatçının özel hayatına dair kurulan sahiplik hissi. Sevgilisi kim, neden onunla, neden eski ilişkisi gibi değil? Bu sorular günümüzde magazin habercilerinden çok hayran kitlelerinden geliyor. Yani artık sanatçının hem kariyeri hem de kişiliği, takipçilerin onayına tabi tutuluyor.
Ve belki de en kırıcı olanı şu: Bu baskı genellikle sevgi adı altında geliyor. “Senin iyiliğin için söylüyoruz”, “Biz seni eskiden beri destekliyoruz” gibi cümlelerle yapılan her müdahale, sanatçının alanını biraz daha daraltıyor. Oysa gerçek destek, yalnızca beğendiğimizde değil, anlayamadığımızda da orada kalabilmekle mümkün.
Elbette bu durum her hayran için geçerli değil. Ama sosyal medya çağında sesini en çok duyuranlar, çoğu zaman taleplerini en yüksek sesle dile getirenler oluyor. Bu da sanatçıyla olan ilişkiyi bir tür güç mücadelesine çeviriyor. Artık sevgiyle denetleme arasında çok ince bir çizgi var. Ve bu çizgi giderek silikleşiyor.
Öncelikle, kesinlikle bize ait değil. Hatta kimseye ait değil.
Bir sanatçıya hayran olmak, onunla bağ kurmak, üretimini sevmek ya da kendimizi onda görmek elbette çok insani. Ama bu bağ, bir sahiplik ilişkisine dönüşmeye başladığında hem onu hem de bizi yıpratıyor. Sanatçılar bize ait değil; onlara hayran olabiliriz, destekleyebiliriz, eleştirebiliriz de. Ama onları yönlendirmeye, sabit tutmaya, bizim istediğimiz gibi davranmadıklarında cezalandırmaya çalıştığımızda, sevgi yerini denetime bırakıyor.
Bir sanatçı; sadece şarkı yapan, film çeken, sahneye çıkan biri değil. Aynı zamanda düşünen, hisseden, yanılan, arayan, değişen bir insan. Onu idealize ettiğimizde, hata yapma hakkını da elinden alıyoruz. Her ifadesi “örnek olmalı”, her duruşu “doğru” olmalı, her üretimi “bizi tatmin etmeli” derken, onu bir sanatçı olmaktan çıkarıp bir proje hâline getiriyoruz.
Ve belki de işin en zor kısmı şu: Onu bizim gibi biri olarak görebilmek. Kusurlarıyla, değişimleriyle, iniş çıkışlarıyla… Çünkü günün sonunda sanatçı da sadece bir insan. Ve biz ne kadar çok seversek, o kadar insanca sevmeyi öğrenmeliyiz. O yüzden sorunun cevabı aslında çok basit ama bir o kadar da zor: Sevdiğimiz sanatçılara karşı bu kadar acımasızız, çünkü toplum olarak kusursuzluğu alkışlıyor, kırılganlığa ise tahammül edemiyoruz. Sanatçılar da bu beklentinin altında eziliyor. Biz ise seyirci kalmakla yetinmiyoruz, infazı da üstleniyoruz.