“Kişiler değişti ama baskı devam etti. Yayılarak, derinleşerek ve daha az görünür bir hâlde…”
(Vineland, s.70 Thomas Pynchon, 1990)
Daha önce Gizli Kusur (Inherent Vice, 2014) ile aynı adlı romanını uyarladığı Amerikalı efsane yazar Thomas Pynchon’ı bir kez daha ziyaret ediyor Anderson. Bu kez adını bir “uyarlama” olarak koymadan, dünyasına ve kahramanlarına imrenerek usta yazarın 1990 tarihli klasik romanı Vineland’i perdeye aktarıyor. Film hakkında edineceğiniz yargılarda, sahipleneceğiniz fikirlerde ya da “nereye koyacağınızı bilememe” durumlarınızda bu önemli bir bilgi olarak cebimizde durmalı. Çünkü Savaş Üstüne Savaş kendine yakıştırılan pek çok sıfatı şık bir şekilde üzerinde taşıyabilecek ve yine de sadık bir roman uyarlaması bekleyerek gelenleri eli boş bırakabilecek büyük bir Hollywood filmi.
Film, French 75 isimli kurmaca bir devrimci grubun, ABD hükümetine karşı en güçlü durabildiği, eylemlerinin had safhada olduğu kurmaca bir şimdiki zamanda başlayarak tanıştırıyor bizi kahramanlarımızla. Gruba liderlik yapan Perfidia (Teyana Taylor) bu ateşli aktivist günlerini grup üyesi Ghetto Pat’e (Leonardo DiCaprio) duyduğu aşkla harlayarak filmimizin diğer ana kahramanlarından biri olacak Willa’ya hamile kalıyor. Adının ima ettiği üzere bir dönem özelinde değil kuşaktan kuşağa aktarılan bir hikâyeye işaret eden Savaş Üstüne Savaş, Willa’nın genç bir kız olduğu 16 yıl sonraya atlayarak devam ediyor.
Yazıda hikâyenin akışındaki sürprizleri bozmadan hakkında konuşmaya devam edeceğim filmin omurgasında yer alan asıl savaş ise bu adını geçirdiğim kahramanlarımız ile yıllardır onların peşinde olan Albay Steven J. Lockjaw (Sean Penn) arasında. Neredeyse Blue Velvet’te Dennis Hopper’ın canlandırdığı Frank Booth’u hatırlatacak ürkünçlükte ikonik bir kötü adam olan Lockjaw görevinin sınırlarından öte, kişisel menfaatleri uğruna bu “devrimci” ailenin başına her anlamda bela oluyor. Aradan geçen 16 yıl sonunda artık o altın günleri geride kalmış, başaracaklarını hissettikleri devrimleri sindirilmiş, tarih boyunca tekerrür eden bir başka mağlup kuşağı artık Bob Ferguson adını kullanan Ghetto üzerinden görüyoruz. Elini ayağını her şeyden çekmiş, anlaşılabilir bir paranoyayla eve kapanmış, âşık olduğu kadını yıllardır görememiş bu orta yaşlı adamın hayattaki tek önceliği kızı Willa’yı korumak.
Bu noktada filmle ilgili önemli bir noktaya değinmek gerekiyor: Bu, politik unsurları konu edinen, tamamen politik kahramanlara sahip, zamanımızın politik dünyasıyla eşleşebilmiş ancak politik olmak gibi bir derdi olmayan eğlence dozu oldukça yüksek bir aksiyon sineması örneği. Belki de Pynchon’ın eserinden doğrudan bir uyarlama yapmama kararı bu doğrultuda alınmış olabilir. Nitekim Savaş Üstüne Savaş, Vineland’in ritmine, mizahına, absürtlüğüne ve hassasiyetine sahip olsa da “durum böyle” demekle yetinen ve seyircisine soru sordurmadan ona umut aşılayan bir film. Yazının başında kullandığım orijinal romandan alıntı, Watergate sonrası politik çalkantılı dönem ve üzerine Ronald Reagan’ın seçilmesiyle umutsuzluğu kabullenen bir Amerikan hâletiruhiyesinden geliyor. Paul Thomas Anderson romanın bu ruhunu günümüz Amerikan siyasetiyle ve onun aşırıcı aktörleriyle eşleştirmeyi tercih ediyor. Baskı kadar söz konusu savaşlar da eskiye nazaran çok daha az görünür şekilde sürekli devam ediyordu belki ancak siyasi sahnedeki “absürt” artık hiç olmadığı kadar aşikârken Amerikalıların böyle bir filme ihtiyacı olduğunu anlayışla karşılamak gerekiyor sanırım.
Savaş Üstüne Savaş, Vineland’in ritmine, mizahına, absürtlüğüne ve hassasiyetine sahip olsa da “durum böyle” demekle yetinen ve seyircisine soru sordurmadan ona umut aşılayan bir film.
Yazıyı sonlandırmadan önce, detaylarına girmeden filmin nasıl bu kadar iyi işleyen bir tür filmi olduğu hakkında konuşmamız gerek. Paul Thomas Anderson “kızını kurtarma yoluna baş koymuş baba” aksiyonunu bir Western başyapıtı gibi gösterebilecek, 3 saate yakın süresini bir an olsun hissettirmeyecek, soluksuz geriliminin kahkahalarla bölünmesinden çekinmeyecek ve tüm bunlar olurken sinema tarihine hatrı sayılır miktarda ikonik sahne hediye edecek kadar yetenekli bir yönetmen olduğunu bir kez daha ispatlıyor. Ses bandı kullanımı, kurgu masasındaki usta işçilik, akıcı sahne tasarımları ve bir an olsun sıkıcı olmadan her biri işlevsel yan karakterler ve hikâyelerle bütün olarak kendine hayran bırakan bir sinema eserine şahit oluyoruz. Burada bunun, benzerini sinemada (özellikle son zamanlarda) çok sık görmediğimiz bir eğlence ürünü üretimi olduğunu ayrıca belirtmek gerek. Sinemayı, kendini ciddiye alan bir sanat alanından çok patlamış mısır kokulu salonlara yakıştıran bir desturla hem de âlâsıyla üretilmiş bir film Savaş Üstüne Savaş. VistaVision kameralarla 35mm filme çekilen filmin doğrudan ve sadece sinema salonlarında gösterime girerek çıkması sadece biçimsel bir tercih değil. Özellikle pandemi sonrası herkesin seferberlikle sinema salonlarına çağrıldığı döneme ve sinema salonlarına uygun klasik Hollywood filmleri çekme ihtiyacına bir cevap niteliği de taşıyor. Hatta tabiri caizse, bu dönemin sembol ismine referans veren, film içinden bir alıntıyla not düşelim: “Lanet olası Tom Cruise gibi!”
Filmin posterlerinde servis edilen imajının aksine kovboy karizmasından çok uzaktaki Bob, çizgi roman kahramanlarıymışçasına konturları belirginleştirilmiş French 75 üyeleri ya da Willa ve arkadaşlarıyla temsil edilen zamane ergen neslinden oluşan “iyiler” de en az Albay Lockjaw ve üyesi olmak için can attığı beyaz üstüncü ırkçı kodamanlardan oluşan Christmas Adventurers Club üyeleri gibi “kötüler” kadar karikatürize resmediliyor. Bağ kurulması gereken anlarda hassaslaşabilen senaryo becerisiyle bu karikatürlük hiç de çiğ kalmıyor, aksine filmin anlatısını özgürleştiriyor. Savaş Üstüne Savaş, böylesine ciddi, güncel politikada karşılığı olan ve zamanının sorunlarını açıkça dillendiren bir filmin aynı ciddiyetle perdeye aktarılmasına gerek olmadığını ispatlıyor adeta. Başta söylediğimiz gibi bu politik bir film değil ve politik bir film olmayarak güçlü olabilmek üzere tasarlanmış. Değindiği göçmenlik meselesine ya da ırkçılığa dair ortaya atacağı bir çift lafı yok. Pynchon’ın muzipliği ve absürt mizahı filmin ana motorlarından biri olarak çalışsa da Anderson yazarın umutsuz yorumlarını filme işlemekten kaçınıyor. Gerçekliğini çok daha kolektif düzlemde bulabilecek bir konuyu tıpkı bir Hollywood klasiği gibi bireysel kahramanlıklara indirerek –kuralına uygun– oynamayı tercih ediyor. Kendimizle, ailemizle, topluluğumuzla ya da devletle savaşlarımız her daim devam ediyor; belki taraflar sürekli birinin kazandığını diğerinin kaybettiğini kabul ediyor olabilir ancak mücadele hiç durmuyor; orada bir yerde sürekli savaşmaya devam eden birileri olacak diyor film.