İnceleme

Sayfaları boş mu dolu mu; nasıl baktığına göre değişen “İstanbul Ansiklopedisi”

Pek çok şiir dizesi geldi aklıma. Ama en çok da müteveffa şair Bülent Parlak’ın şu dizesi: “Bir evimiz vardı ama gidecek hiçbir yerimiz yoktu.” Ve evet, İstanbul Ansiklopedisi bence en başta, gidecek o yeri bir türlü bulamayanların kendinden bir şey(ler) bulacağı bir dizi. Ne demişler? Aramakla bulunmaz ama bulanlar, arayanlardır. 
Fatih Önder - 28 Nisan 2025
post image

Selman Nacar’ın yazıp yönettiği “İstanbul Ansiklopedisi”; Canan Ergüder ve Helin Kandemir’in başroldeki performanslarına Kaan Miraç Sezen, Melisa Sözen, Müjde Ar ve Nezaket Erden gibi isimlerin verdikleri katkılarla seyir zevki yüksek bir dizi. Netflix’te yayımlanan ve ilk günden itibaren ciddi bir izleyici kitlesi yakalayan “İstanbul Ansiklopedisi” için yapılan yorumların iyi olanlarına ben de çok yakınım. Zira dizi, bana göre de “kaliteli bir iş” yorumunu fazlasıyla hak ediyor.

Gel gör ki bu yazıda; dizinin senaryosu şöyle güzel, oyuncular böyle harika, çekim teknikleri desen uçuyor gibi teknik konulara girmeyeceğim. Çünkü “İstanbul Ansiklopedisi” bence, bu özelliklerinin yanında, bir meselesi olan ve altına girdiği ağır taşı yaygara yapmadan omuzlayıp yavaş ama emin adımlarla gediğine koymayı başaran bir dizi.”

İlk iki bölümün ardından

İkinci bölümün sonundaki cami sahnesi için yazılan metin uzun bir süre sonra bir dizide karşılaştığım en iyi metindi diyebilirim. Hayatımızın tüm kutsallarının bizimle, bizim ona ne kadar baktığımızla, bizim ona ne kadar iyi baktığımızla alakalı olduğunu; aksi takdirde yitip giden, önemini kaybeden ve kokan bir şeye dönüşeceğini bir kez daha hatırlattı bana mesela. 

Pek çok şiir dizesi geldi aklıma. Ama en çok da müteveffa şair Bülent Parlak’ın şu dizesi: “Bir evimiz vardı ama gidecek hiçbir yerimiz yoktu.” Ve evet, “İstanbul Ansiklopedisi” bence en başta, gidecek o yeri bir türlü bulamayanların kendinden bir şey(ler) bulacağı bir dizi. Ne demişler? Aramakla bulunmaz ama bulanlar, arayanlardır. 

Son bölümün ardından

Hepsi bu değil elbette. Diziyi bitirdiğimde, notlar aldığım defterime şunları yazmışım:

“Bence İstanbul Ansiklopedisi” diye başlıyor. 

  • İki zıt kutup denilen grupların bir mercimek köftesi ve sarma kadar yakın, düşünce kadar uzak olduğunu,
  • Şarabı gazoz gibi koyanlarla ona gülenlerin, nedense hepsi aynı kokan ve aynı tasarlanan bir yol lokantasında birlikte çorba içebileceğini, 
  • Amasya ile Paris arasının İstanbul kadar uzun, istemek kadar kısa olduğunu,
  • Kadının özgürlüğüne, tuhaflığına, aykırılığına meftun olan “Arjantin” erkeğin, ilk öpücükten sonra nedense bir anda Almanyalaştığını,
  • Yine aldığı ve verdiği nefesten dahi korkan erkeğin bir kadını korkaklıkla suçlarken nasıl da acınası bir hâle düştüğünü, 
  • Doğruluğu elinin tersiyle itip cesareti seçerek atladığı denizde sadece yapanın yakalayabileceği o huzuru,
  • Denizi bile hasta eden İstanbullunun, “Sevinç” yerine öfkeye tutunduğunu,
  • Yaşadığı, yaşamakta olduğu ve yaşayacağı stresi hızlanarak, daha da hızlanarak yenebileceğini sanan şehirlinin kafasını direksiyona değil de gözyaşlarına vurduğunu,
  • Belki de ötesini berisini pek de umursamadan hayatın tam da ortasına bodoslama dalmak gerektiğini,
  • Ne yapmak istediğini bilmemenin belki de hayatın ta kendisi olduğunu,
  • Ve en nihayet, herkesin kendi acısını yaşayacağını anlatan bir dizi.
İlgili Yazılar
Development by Bom Ajans