Film - Dizi

Sinemada karizma: Jim Jarmusch

Son yarım asıra damga vuran bir hikâye anlatıcısıyla sinema, politika ve her şeye rağmen insan kalabilmek üzerine…
Ant Arın Şermet - 30 Eylül 2025
post image

Bağımsız sinemanın en önemli figürlerinden biri olmasının yanı sıra, duruşunu ve doğrularını da her zaman ifade eden Jim Jarmusch, neredeyse 50 seneye dayanan yönetmenlik kariyerinin ilk büyük ödülünü bu yıl aldı. 27 Ağustos – 6 Eylül tarihleri arasında gerçekleşen Venedik Film Festivali’nin en büyük ödülü olan Altın Aslan’ı “Father Mother Sister Brother” ile kazandı. Sinemanın son yarım asrına yaptığı filmler ve bulduğu yeteneklerle damga vurmuş bu karizmatik yönetmenin Venedik’teki en büyük başarısı belki de sadece kazandığı Altın Aslan değildi. Altın Aslan kazandığı filmin yapımcısı olan MUBI’nin, İsrail menşeli Sequoia adlı şirkete yaptığı yatırım devasa bir tepki çekerken sessiz kalmadı ve MUBI’ye, birçok insanın direkt çıkaramadığı sesi çıkardı. 

MUBI ile ilişkim bu filmden çok daha önce başladı ve onlarla bu film üzerinde çalışmak harikaydı. Ancak bahsedilen şirketle olan bu ilişkiden dolayı hayal kırıklığına uğradım ve çok rahatsız oldum. Eğer bunu tartışmak istiyorsanız, Mubi’ye sormalısınız. Ben onların sözcüsü değilim. Evet, endişelendim. Ayrıca MUBI ile bir dağıtım anlaşmam var ve bu anlaşmayı, onların Sequoia ile yaptığı anlaşmadan önce yaptım. Ben bağımsız bir film yapımcısıyım ve filmlerimi finanse etmek için farklı kaynaklardan para aldım. Tüm kurumsal para kirli. Bu film şirketlerinin her birini ve finansman yapılarını incelemeye başlarsanız, birçok kirli şey bulacaksınız. Bundan kaçınabilirsiniz ama o zaman hiç film yapmazsınız. Fakat filmler, söylemek istediklerimi taşıdığım şeylerdir. Endişeliyim ama hoşlanmadığım bir şey var: Sanatçılar olarak açıklama yükünü bizim üzerimize yıkmak. Soykırıma destek veren biz değiliz.

3 Ekim’de başlayacak Filmekimi’nin de açılış filmlerinden biri Jim Jarmusch’a ödülü getiren “Father Mother Sister Brother” olacak. Hem kazandığı ödül hem Filmekimi’nin açılışı olması; hem de yaşananlara sessiz kalmaması sebebiyle Jim Jarmusch üzerine konuşmak iyi olur diye düşündük.

Jim Jarmusch’un sinema yolculuğu, 1980’lerde Amerikan bağımsız sinemasına getirdiği minimalizm, absürt mizah ve kültürel melezliklerle şekillendi. İlk uzun metrajı olan 1980 tarihli “Permanent Vacation”, gelecek on yıllara taşıyacağı sinema dilinin ilk hecesiydi. Manhattan’ın tekinsiz ara sokaklarında amaçsızca dolaşan genç bir karakter üzerinden yabancılaşma ve aidiyetsizlik temalarını işliyordu. Tembel ritmi, amatörlük sınırında gidip gelen oyunculuklarıyla Jarmusch’un, hikâye anlatmak için kelimeye değil, insana ihtiyaç olduğunun ilk örneği oldu. Ki devamı daha da netleşecekti.

1984’te izleyiciyle buluşan “Stranger Than Paradise”, Jarmusch’u hem bağımsız sinemanın yıldızlarından biri yaptı hem de sinema anlayışını özetledi. Siyah beyaz üzerindeki hakimiyeti ve hikâyenin derinleşmesi için insana alan açan üslubuyla kırık bir karizma oluşturmaya başladı. 1980’lerde ABD’deki sinema, renkli ve cafcaflı Hollywood klasikleri olurken Jarmusch’un tercihi durağan, siyah beyaz, absürt bir yol ve tanışma hikâyesiydi. Ki bağımsızlıktan aldığı gücü Avrupa’da dikkat çekti. Bu sayede Cannes’da Altın Kamera kazanarak ilk büyük adımını attı. Bu adımı daha da güçlü kılmak adına kariyerinin en özel birkaç işinden biri için 1986’ya hazırlandı. “Down by Law”, baştan aşağı bir absürtlük senfonisiydi. Birçoğumuzun çocukluğundan bildiği Ferhan Şensoy klasiği “Pardon”u andıran bir hikayeye sahip “Down by Law”, New Orleans’ta yanlış suçlamalarla hapse düşen üç yabancının dostluğun temele taşıyordu. Ki Roberto Benigni efsanesinin oluşmasında hiç de azımsanmayacak bir payı vardı.

Seksenlere kendi yolunu bulmayı amaçlayan bir sinemacı olarak giren Jim Jarmusch, on senenin sonunda dünya çapında kendini ispatlamış biriydi ve filmografisine oyuncaklı bir şeyler katmak niyetindeydi. Japonya’dan, Elvis Presley hayranlığıyla yola çıkan bir çiftin hikayesi üzerinden aslında kökten bir kapitalizm eleştirisi olan “Mystery Train”, bunun yansımasıydı. Ancak Jarmusch’un temel motiflerinden biri olan yolculuk, yine yerindeydi. İyi bir hikâye anlatıcısının insana ve boşluğa ihtiyaç duyduğuna inanan yönetmen, dünyanın her yerinde bu formülün çalışacağı inancıyla dünyadaki bir geceyi gözüne kestirdi. Objektifliği bir cümleliğine kenara almak gerekirse, hayatımda izlediğim en etkileyici birkaç filmden biri olan “Night on Earth” bu sayede dünyaya geldi. Los Angeles, Brooklyn, Roma, Paris ve Helsinki’deki bir geceyi kontrol eden Jim Jarmusch, yine yolculuk üzerinden anlatmak istediğini anlatmıştı. 5 taksi şoförünün, yolcularıyla yaşadığı diyaloglar, kültürler ve ülkeler değişse de insan olmanın verdiği acının değişmediğinin en güçlü göstergesiydi. Sınırların bize dayatılan hayali düzlemler olduğunu bas bas bağıran film, doksanların dünya çapındaki karanlık ve kaotik döneminin bir uyarısı niteliğindeydi. Jim Jarmusch’un anlattığı hikâyenin yanı sıra artık daha büyük bütçelerle çalışan ve önemli oyuncuların yanında bulunmak istediği bir yönetmene dönüşmesinin de başlangıcıydı. 

1991 sonrasındaki Jim Jarmusch, üretmekten vazgeçmeyen ve anlatmak istediği şeyleri absürtlükle buluşturmaktan haz duyan bir yönetmen olmaya devam etti. Dünya her geçen gün duvara çarpacak bir kontrolsüzlükle dönse de onun sinema dili, sinemaseverlere dokunmaya devam etti. Kariyerinin başlangıcına denk gelen 1980-1991 arasına, altın dönemi de diyebiliriz. Çünkü günümüzde Jim Jarmusch’tan bahseden bir sinemaseverin, sinema yazarının ya da sinemacının o dönemi es geçmesi olanaksız.

İlgili Yazılar
Development by Bom Ajans