Prömiyerini Sundance Film Festivali’nin Midnight Section bölümünde yapan Emilie Blichfeldt’in ilk uzun metraj filmi “The Ugly Stepsister”, ilk gösteriminden bu yana büyük ses getirmeye devam ediyor. Bir ilk film olmasana rağmen seyircinin sabrının sınırlarını ve sinirlerinin sağlamlığını sonuna kadar zorlamayı amaçlayan film, midesi dayanabilenleri karanlık bir peri masalının tekinsiz diyarlarına sürüklüyor.
Beyaz perdede Ane Dahl Torp (Rebekka), Lea Myren (Elvira), Thea Sofie Loch Næss (Külkedisi), Flo Fagerli (Alma), Isac Calmroth (Prens Julian), Adam Lundgren (Dr. Esthétique) ve Katarzyna Herman’ı (Madame Vanja) buluşturan film için kullanılan sıfatlara şöyle bir uzaktan bakacak olursak; aşırı, karanlık, stilize, iğrenç, grotesk, kanlı, feminist body-horror, gotik, kara-komedi, çarpık peri masalı…
“Sonsuza dek mutlu…” bitmeyecek bir hikâyeye giriştiğimizi henüz jeneriğini süsleyen kıpır kıpır kurtçuklardan sezinlemek mümkün. Eğer bu da sizin için yeterli olmadıysa, Grimm Kardeşler’in Külkedisi masalının gotik bir yeniden anlatımı olarak görülen filmin, korkunç bir peri anne olarak tenya yumurtasıyla ortaya çıkan ve Elvira’ya yardım eden karakterin isminin, body-horror filmlerinin tartışmasız en önemli yönetmeni David Cronenberg’e (the King of Venereal Horror or the Baron of Blood – Zührevi Dehşetin Kralı veya Kan Baronu) saygı duruşu niteliği taşıyan “Sophie von Kronenberg” olduğunu belirtmekte fayda var. Elvira’nın kilo verebilmesi için ona yardım eden von Kronenberg, bu yardım kapsamında yutması için ona bir tenya yumurtası veriyor. Filmin tüyleri diken diken etme potansiyelini arşa çıkaran bu hamlenin sonunu seyretmenin tahmininizden daha zor olabileceği uyarısını da en baştan ekleyelim. Zira, bu öngörülemez filmin Sundance gösteriminde, bir seyircinin kustuğu açıklandı.
“Bir varmış bir yokmuş…” diyerek başlayacağımız hiçbir masalın bildiğimiz masumane dünyasına benzemeyen film, bu romantik eksikliğini de pembe sis bulutlarıyla bezenmiş düş sahnelerinde gideriyor. Elvira’nın bu pembe sis bulutları içerisinde romantik prensini gördüğü rüya sahneden, Viktoryen dönemin at arabası yolculuğuna uyandırılmasıyla başlayan hikâye kısa sürede karikatürize edilmiş karakter ve olayları içine alıyor.
At arabasıyla yolculuk eden Elvira, kız kardeşi Alma ve anneleri Rebekka bir şatoya varırlar. Rebekka, henüz daha arabadan indiği anda yüz yüze tanıştığı bu varlıklı dul ile evlenmek için gelmiştir. Ulvi bir güzellik bahşedilmiş kızı Agnes, upuzun sarı saçları, karakteristik yüzü ve vakur duruşuyla aileyi karşılar. Anında evlilik seremonisi gerçekleştirilir, düğün yemeğinde ise daha kutlama pastasını yiyemeden (kızı Agnes’in yüzüne ağzından fışkırttığı kanın ardından yiyemediği pastanın üzerine kafası düşüp neredeyse B movie tadında bir saçmalıkla) ölen Rebekka’nın yeni kocasının, aslında hiç de varlıklı olmadığı ortaya çıkar. Beş parasız kalan ailenin hayvanlarına ve işlenebilir tarım arazilerine de el konulur. Tam da bu zor dönemde, prensin evleneceği kızı seçmek için bir balo gerçekleştirileceği duyurusu gelir. Böylece daha şatoya gelirken bile sarılıp göğsüne bastırdığı Prensin şiir kitabıyla yaşadığı aşktan, sürekli “ben prens ile evleneceğim” diyerek camdan uzaktaki şatolara bakmaktan kendisini alamayan, aklı biraz az çalışan, sosyal becerilerden yoksun ve gerçek hayatı pek anlayamayan karakterimiz çirkin kardeş Elvira, bir şans elde eder. Dört dolunay sonra gerçekleştirilecek balo için dehşetengiz işlemler ile kendisini güzelleştirmeye çalışacağı bir dönem başlar.
Dr. Esthétique, adından da tahmin edilebileceği gibi, toplumsal güzellik algısının yılmaz savunucusu ve muzaffer hayata geçiricisi. Sonsuz ihtimaller ve gerçekleşmesi kesinleştirilen hayaller arasında kendisini bu klinikte bulanları ise son derece net bir ifade, bir manifesto gibi karşılıyor: “Beauty is pain!” Burada seçtiğiniz numaralı buruna sahip olmanız, kalıcı kirpik ekletmeniz hatta diş tellerinizi çıkarttırmanız mümkün, sadece yerdeki bir önceki müşteriden kalan kan gölü temizlenirken derin bir nefes alın ve bu cümleye inanın.
Claudine Sagaert’in “Kadın Çirkinliğinin Tarihi” isimli kitabında özellikle kadınların yöneldiği estetik operasyonlarının algısı şu şekilde ifade ediliyor: “Çirkinlik sadece dişil kimliğin kırılganlaşmasına değil, aynı zamanda bu çirkinliğin onları uzaklaştıracak zirve noktasına da etki etti: ‘Çirkinim, öyleyse yokum.’ Böylece, kadın bedeni birçok eleştiriyle karşı karşıya geldi. Önceki çağlarda yaygın olan bakımsızlık, erken yaşlanma ve kırışıklıklar şu buyruğa yol açtı: ‘Kendi kendinin efendisi ol, kendine gösterdiğin özenle bedenine sahip ol.’ Bu şekilde kadın dış görünüşünün sanatkarı oldu.” Buraya kadar tamamsanız artık, minik bir balyoz ile kırılan burnunuz tüm çığlıklarınıza rağmen yeniden şekillendirilebilir, göz bebeklerinize serpiştirilen koka tozu ile Bunuel’in meşhur “Bir Endülüs Köpeği” filminin gözü neşterle kesme sahnesiyle rekabet edilebilecek bir kirpik dikme operasyonu geçirebilirsiniz. -Bu sahneye hayran kaldığımı da eklemek isterim.-
Bu sahnelerden rahatça anlaşılacağı gibi film, kan dolu sahneler, kırık kemikler ve deforme beden parçalarıyla yakalamak istediği bir iğrençlik statüsü ölçüyor ve her yeni sahnede kendisini bir basamak yukarıya taşımaktan da zevk alıyor. Prens için bedenini hazırlamaya tenya yumurtası yutacak kadar takıntılı bir bağlılık gösteren Elvira, her şeye rağmen yarım kekleri çekmecelerinde saklamaya geceleri mutfakta turta yemeye devam ediyor.
“‘Çirkin Üvey Kız Kardeş’” iç güzelliğinizi kucaklamak veya bir erkeğe ihtiyacınız olmadığını öğrenerek öz gücünüzü keşfetmekle ilgili değil. Herhangi bir mesaj için çok fazla ve uyarıcı bir hikâye olmak için çok aşırı.” *
Filmin aşırı iğrençleşme becerisi hakkında ikna olduysanız; filmin masalı ele alış kısmına biraz değinmek istiyorum. İlk olarak film, bir Külkedisi masalı olmasına rağmen Külkedisi Agnes’i değil, onun çirkin üvey kardeşini temsil ediyor. Genel anlamıyla öğretici çıkarımlar yapılabilmesi amaçlanan masalların iyi ve kötü, güzel ve çirkin gibi ikiliklerden yararlanması beklenir. Ancak film itinayla, Lea Myren tarafından canlandırılan (ki ben ilk halinin çirkin olduğuna ikna edilemediğimi açıkça vurgulamak da isterim) Elvira’nın zulmettiği masal güzeli Agnes’i de pek iyi gösteriyor diyemeyiz. Agnes filmde atlarının seyisi Isak ile büyük ve şehvet dolu bir aşk yaşıyor, ahırda 80’lerin erotik filmleri estetiğiyle birlikte olurlarken Elvira’nın onları seyredip annesine söylemesiyle evin sahibesi, genç ve saygı duyulan Agnes, yerleri silen hizmetçi Külkedisine dönüşüyor. Ancak tüm bunlara rağmen onun da prensle evlenmek istemesi yalnızca para bulma amacı taşıyor. Ulvi güzelliğinin altında da, korkutucu ve eğlendirici çirkinliğin altında da iyi bir varoluş -öz- tanımlamayan filmin duruşu fazlasıyla net. Romantik şiirleriyle tanıdığımız, zarif bir prens hayalimiz de Elvira’yı ormanda gören Prens ve (serseri pislikler) arkadaşlarının düzeysiz ve nahoş tavırlarıyla yıkılıyor. Hatta balo kostümünü getiren terzi, “Ben senin iyilik perinim!” dedikten sonra bu iyilik arzusunun motivasyonunu da dile getirmekten çekinmiyor: “Yarından sonra hepimizi fazlasıyla zengin edeceksin!”
Filmin yalnızca iyi bir niyetle gerçekleştirilmiş herhangi bir eylemi göstermeme iddiası, sadece bencil ve çıkar odaklı arzuları ve tavırlarıyla tanıdığımız filmdeki tüm karakterleri yalnızca içinde bulundukları kabuklarıyla-bedenleriyle algılamamızı destekliyor. Ve elbette karakterler de birbirlerini bu kabuk-bedenler üzerinden tanımlıyor.
Filmin bu noktada devreye soktuğu karakter, von Kronenberg, kendisini güzelleştirmeye çalışan Elvira’ya hayranlık dolu gözlerle bakar, “Dış görünüşünü, içinde olduğunu bildiğin şeye uyacak şekilde değiştiriyorsun,” diyerek ona zayıflamasına yardımcı olacak bir tenya yumurtası verir. Çok kısa süre sonra Elvira’nın içi de tenya yumurtaları ve gri bir kusmuk ile dolar. Elvira’nın bu yeni hali, artık ona bakan tüm gözleri kendisine hayran bırakacaktır ancak bundan sonra içindeki “güzelliğin” guruldama seslerini de bastıramaz.
Agnes’in ölen fakat eldeki kısıtlı bütçenin sadece Elvira’nın yenilenme operasyonlarına ayrıldığı gerçeklikte evin bir odasında çürümeye bırakılan babasının cesedi, günden güne daha da morarıp şişer, kurtçukları artar ve büyür. Aynı, dışındaki çirkinliği dönüştürmeye çalışırken salak derecesinde saf ama kötü niyetli söylemi olmayan Elvira’nın hırsıyla gözü dönerken kin ve nefret dolu, kötü kalpli birine dönüşürken içten çürümesi gibi.
Nihayet baloya vardığımızda, sıra sıra baloya alınan ve takdim edilen genç kadınların, erkekler için özel düzenlenmiş bir pazar yeri gibi kendilerini ve bedenlerini sundukları, dans ettikleri, dikkatleri üzerinde toplamaya çalıştıkları ve ilgi çekici olmaktan uzak bayağı “ilgi alanları”na (uzun yürüyüşler yapmayı sever, dikiş diker vb.) kişiliklerini indirgediği bir merasim başlar. Çocukluğumuzda dinlediğimiz ya da Disney’de izlediğimiz romantik sahnelerin hiçbiriyle karşılaşamadığımız bu balo sahnesini mekanın dekorları, ışık ve rengin estetiği, hayran bırakacak kumaşlar ve aksesuarlarıyla giydirdiği karakterleri ile fevkalede başarılı bulduğumu da söylemeliyim. Hatta ileri gidiyorum, sadece bu sahneler için bile izlemeye değer! – dayanabilecek gücünüz varsa-
Bilge Ebiri, yönetmenin masalı filme dönüştürme yöntemindeki tercihlerini ve anlatım biçimlerini, “Sabır sınırlarımız artık iyiyle kötünün basit anlatılarına yetmiyor gibi görünüyor — belki de bunun nedeni, bu tür hikâyelerin çoğunun aslında göründüğünden daha karmaşık olduğunu bilmemizdir, ya da belki de kötü karakterlerin her zaman daha eğlenceli oluşudur. Norveçli yönetmen Emilie Blichfeldt’in The Ugly Stepsister (Çirkin Üvey Kız Kardeş) filmini bu denli etkileyici kılan şey, klasik bir masalı tersine çevirmesi değil — dürüst olmak gerekirse, Külkedisi’nin sözde çirkin ve saf üvey kardeşlerine empatiyle yaklaşan bir filmin bu kadar gecikmesine şaşırdım — asıl etkileyici olan, bunu yapma biçimi. Blichfeldt, bizi karanlık, büyüyle örülü bir dehşet dünyasının içine yerleştirerek orijinal hikâyedeki temel groteskliği gözler önüne seriyor… Aslında içten içe hepimizin farkında olduğu karanlık bir gerçeği gün yüzüne çıkarıyor: Külkedisi başından beri bir body horror hikâyesiydi.”* cümleleriyle açıklıyor.
Film, son noktada seyirciyi tekrar ve tekrar geçtiğimiz aylarda uzun uzun tartıştığımız “The Substance”taki sorgulamaların içine atıyor. Film için okuduğum ve en sevdiğim yorum şöyleydi: “The Substance’ı sevdiyseniz bu filmi de seversiniz. “The Substance”tan nefret ettiyseniz bu filme bayılacaksınız!” Ben de filmi -çok- sevdiğimi ve hatta bayıldığımı ekleyerek cesareti olanları filmi seyretmeye davet ediyorum.
İyi seyirler!
Dip not: Böyle bir film olsun ama bu kadar iğrençlik dolu olmasın derseniz, Marie Kreutzer’ın son iki yıldır gündemimize oturan tartışmaları önceleyen mükemmele yakın “Korsaj” (Corsage, 2022) isimli filmini tavsiye ederim! Daha ileri okumalar için metin içinde referans verdiğim “Kadın Çirkinliğinin Tarihi”ni, Gretchen E. Henderson’un, “Çirkinliğin Kültürel Tarihi”ni ve elbette, Umberto Eco’nun “Çirkinliğin Tarihi” isimli kitaplarını tavsiye ederim.