Bağımsız müzik üretmek günümüzde kulağa çok romantik bir şekilde, ucu bucağı olmayan bir özgürlük alanı gibi geliyor müzisyenlere. Hiçbir plak şirketine bağlı olmadan, belki kendi şirketinin patronu olarak kendi müziğini kaydedip yayınlayabilmek, sosyal ağlar sayesinde doğrudan dinleyiciye ulaşabilmek çok tatlı bir heyecan yaratan bir durum olabilir. Dijitalleşmenin de verdiği yetkiyle, belki müzik eskisinden daha bağımsız bir alan yakalamış olsa da işin ekonomik tarafına baktığımızda bu özgürlüğün ağır bir faturası var. Türkiye’de bağımsız hareket etmek isteyen bir müzisyen, hayatını sürdürebilmek için gelirlerini farklı kalemlerden dengelemek zorunda kalıyor. Streaming, konserler, merch üretimi, telifler, iş birlikleri vb. gibi kalemleri tek tek kendi başına yürüten müzisyenlerin yanında bir grup olarak hareket edenler için durum daha başka bir hâle evriliyor. Çünkü gruplar yalnızca sanatsal değil, aynı zamanda finansal bir ortaklık üzerine de kurulu. Gelin bu dosyada Türkiye’de bağımsız müzisyenin finansal anatomisini; bireysel sanatçı ve grup perspektifinden inceleyelim.
Bugün bir şarkının dinleyiciye ulaşmasının en hızlı yolu şüphesiz ki dijital platformlar. Spotify, Apple Music, Deezer, Youtube Music ve daha fazlası… Ancak sanatçının kasasına giren para, hâlâ müziğin dijital çağdaki getirisi konusundaki en büyük tartışmalardan. “1 milyon dinlen, kralsın yeağ” diyenler bir yana dursun, “ne güzeldi eskiden fiziksel albümle belirlenen satışlar” diyenler de bu konu hakkında yaşanan hayal kırıklığına bir çözüm bulamıyorlar. Dünya genelinde dinleyicilerin konumuna ve hesap türüne bağlı olarak sanatçıların 1 milyon dinlenmesinde yaklaşık 3000 ila 5000 dolar ödeyen Spotify, Türkiye’de milyonluk dinlenmeye 7500 TL’den 15.000 TL’ye kadar bir ücret ödüyor. Hâliyle Türkiye’deki sanatçılar, 1 milyonluk dinlenmede yurt dışına kıyasla daha az para kazanıyor. Bunun içine dağıtımcı payı, vergiler ve varsa menajer & ajans ücreti dahil olursa, kazanılan ücret de ister istemez daha da bölünüyor. Tabii bu, solo sanatçılar için geçerli. Gruplardan bahsedecek olursak, daha da eşitliksiz bir durum ortaya çıkıyor. Çünkü dinlenmelerden gelen ücret grup üyesi sayısına bölünüyor. Eğer bir grupta 6 kişi varsa, 1 milyonluk dinlenmeden kişi başı düşecek parayı artık siz düşünün.
Türkiye’de bağımsız müzisyenlerin gerçek gelir kapısı bildiğimiz gibi hâlâ konserler. Geçtiğimiz 5 yıl içinde yaşadığımız pandemide müzisyenlerin aldığı darbenin en büyük sebebi de konserlerin yapılamaması olmuştu zaten. Eskiden albüm satışlarıyla bir şekilde maddi gelirden bahsetmek söz konusu olsa da bugün streaming’ten gelen gelir ancak prestij sergilemeye yarıyor ancak sürdürülebilir bir hayatı tek başına karşılayamıyor. Bunun için de konserler en önemli geçim kaynağı hâline geliyor. Solo müzisyenler sahneye tek başına çıkıyorsa, performansına eşlik edecek bir müzisyen olmadığında masraflarını minimuma indirebiliyor. Ama çoğu zaman sahnede bir grup eşliği olduğundan, backline kiraları, yol ve konaklama giderleri derken, kazanılan ücretin ciddi kısmı masraflara gidiyor. Tüm müzisyenlerin de büyük mekanlarda çıkmadığını düşünürsek; küçük / orta ölçekli bir mekanda sahneye çıkan isimlerin aldığı ücretlerin de ne kadar ortalama olacağını takdir edersiniz. Hele bir de bu sahnelerde grup konseri yapılıyorsa, ücretin nasıl bölüneceğini kestirmek zor değil. Son dönemde müzisyenlerin ya da grupların, 10 şehirlik bir turneyi de sponsor desteğiyle yapabildiğini görebiliyoruz, bunun sebebi de sponsorları olmayanlar için turnelerin çoğu zaman ekonomik zarara yol açması. Çünkü para kazanmadan sadece konser vermek, görünürlük yatırımından başka bir şey de değil. Büyükşehirler dışında canlı müzik mekânlarının hızla azaldığı da düşünüldüğünde, küçük şehirlerde sahne almak, çoğu zaman mekân sahiplerinin müşteri çekme bahanesiyle düşük bütçeler teklif etmesi anlamına da geliyor.
Bir müzik grubunun finansal yapısı, dışarıdan bakıldığında eşitlikçi gibi görünse de aslında işin perde arkasında ciddi farklılıklar bulunuyor. Konser gelirlerinde sahneye çıkan tüm müzisyenler belirli bir pay alırken, iş telif gelirlerine geldiğinde tablo değişiyor. Çoğu durumda besteci ve söz yazarları, yani grubun yaratıcı motoru sayılan isimler, telif gelirlerinin büyük kısmını –hatta kimi zaman tamamını– alıyor. Enstrümantal katkılar çoğu zaman sözleşmelere yansımıyor ve bu da aynı şarkının başarısına emek vermiş müzisyenler arasında gelir uçurumları yaratıyor. Özellikle Türkiye’deki müzik gruplarının büyük bölümünde bu telif paylaşımı konusunun ya hiç konuşulmadığını ya da tamamen besteci-söz yazarına bırakıldığını görmek mümkün. Bu da grupların kendi içinde finansal adaletsizliklere yol açan en temel faktörlerden biri. Solo müzisyen tarafında da tablo benzer ölçüde çetin aslında. Bir şarkıcı sahneye tek başına çıkmıyor; arkasında gitaristi, basçısı, davulcusu, klavyecisi oluyor. Ancak bu eşlikçi müzisyenler, çoğu zaman günübirlik veya konser başı ücretlerle çalışıyorlar. Sabit gelirleri yok, telif haklarından da faydalanamıyorlar. Hatta kimi zaman sahne arkası imkânları bile çok kısıtlı; kulisleri olmayan, teknik ekipman konusunda zorlanan, yol masrafları dahi karşılanmayan eşlikçi müzisyen örnekleri de oldukça yaygın. Bağımsız müzik sahnesini anlamak için bu “görünmez emekçiler”i hesaba katmadan tam bir resim çizmek mümkün değil. Çünkü hem grup içindeki telif paylaşımı hem de solo müzisyenlerin eşlikçilerinin güvencesizliği, Türkiye’de bağımsız müziğin yapısal sorunlarının en çarpıcı örnekleri arasında yer alıyor.
Kabul etmek gerekiyor ki merch’lere bayılıyoruz ve yine kabul etmek gerekiyor ki müzisyenler de merch’ten gelen gelirlere bayılıyor. Müzisyenlerle dinleyiciler arasında bağ kurmanın en iyi yollarından biri olan merch (tişört, plak, kaset, poster, bardak vb.) ürünleri dünya genelinde de bağımsız müzisyenler için çok kritik bir gelir kalemi. Türkiye’de ise bu alan hâlâ gelişmekte. Merch mevzusu da solo müzisyenler ve gruplar için bir ayrıma uğruyor. Tek bir kişinin marka kimliğini yansıtmak daha kolay. Dinleyiciler “kişisel bağ” kurdukları kişilerin merch’lerini satın almaya daha istekli oluyor. Ancak gruplar için merch’ler, daha geniş bir tasarım yaratmayı ve kolektif kimlik sunmayı gerektiriyor. Ama gelirler burada da bölünüyor. Ayrıca ister solo ister grup olsun müzisyenler, merch satışını yürütmek için ekstra bir ekip / lojistik planlamasına da ihtiyaç duyuyor. Bu da tabii ki müzisyenler için ekstra bir yük.
Bağımsız müzisyenler için finansal dengeyi zorlaştıran sadece bireysel tercihler ya da piyasanın doğası değil; aynı zamanda Türkiye müzik endüstrisinin yapısal eksiklikleri. Bu sorunlar da neredeyse bütün bağımsız müzisyenlerin ortak fikrinin olduğu noktalar. Bunlardan biri hiç şüphesiz ki telif sorunu. Barlar, kafeler, restoranlar ve düğün salonlarında çalınan müzikler için meslek birlikleri aracılığıyla toplanması gereken telifler çoğu zaman sanatçılara ulaşmıyor. Denetim mekanizması zayıf kalıyor. Aynı zamanda ulusal kanallarda çalınan popüler şarkılar ciddi telif getirirken, bağımsız bir müzisyenin bu alanlarda görünürlük şansı da düşük kaldığından telif gelirleri de neredeyse sembolik kalıyor. Telif mevzusunun yanında yukarıda da bahsettiğim üzere sponsorluk desteği de bağımsız müzisyenlere çok zor ulaşıyor. Çünkü büyük markalar genellikle popüler isimlerle çalışıyor. Bağımsız sahneye yatırım yapmak “risk” olarak görülüyor. Yurt dışında belediyeler ya da bakanlıklar bağımsız müzisyenlere turne fonu ya da albüm kayıt destekleri sunarken Türkiye’de böyle bir sistematik destekle karşılaşmak da pek mümkün değil. Her ne kadar bu alanda STK’lar devreye girse de bu fonlar çok küçük ve çok sınırlı sayıda müzisyene ulaşıyor. Yani Türkiye’de bağımsız müzisyen, sadece kendi üretim süreciyle değil, aynı zamanda düşük telifler, ağır vergi yükü, sponsorluk eksikliği, zayıf altyapı ve dijital pazarın dezavantajlı katsayısıyla mücadele ediyor. Bu yapısal sorunlar çözülmedikçe, bağımsız müzik üretimi “ekonomik sürdürülebilirlik” sorunu yaşamaya devam edecek gibi görünüyor.
Bağımsız müzik üretmek, bir özgürlük alanı olduğu kadar, aynı zamanda ekonomik bir mücadele. Tek başına yola çıkanlar için avantaj, gelirlerin tek elde toplanması. Ancak riskler de yalnız taşınıyor. Gruplar için avantaj, üyeler arasındaki dayanışma ve sahnede güçlü bir kimlik kazanma faktörü. Dezavantajı ise gelirlerin bölünmesi, masrafların artması ve finansal yönetimdeki çatışmalar oluyor. Sonuç olarak, bağımsız müzisyenin finansal anatomisi aslında sürekli bir denge arayışı aslında. Sanatın tutkusu ile ekonominin soğuk matematiği arasında gidip gelen bu yolculuk, eğer gerçekten elini taşın altına alan birileri olmazsa Türkiye’nin müzik endüstrisinin de en büyük sınavlarından biri olmaya devam edecek.