Türkiye müzik sahnesi bir zamanlar söz yazarlarının ustalığıyla şekillenirdi. Aysel Gürel’in kelimelerle kurduğu büyü, Sezen Aksu’nun şarkılara kattığı ruh, Murathan Mungan’ın edebiyat kokan dizeleri… O yıllarda bir şarkının sözü, melodisi kadar önemliydi; hatta çoğu zaman onu ölümsüzleştiren asıl unsurdu. Bugünse popüler müzikte söz yazarlığı giderek ikinci plana düşüyor. Dijital çağın hızla tüketilen hitleri, streaming algoritmalarının dayattığı formüller ve “görsel kimlik – sosyal medya” önceliği, singer-songwriter geleneğini sessizce geriye itiyor. Peki, nasıl oldu da sözün büyüsü gölgede kaldı?
Bundan çok da uzun olmayan bir zaman öncesine kadar Türkiye’de bir şarkının sözlerini kimin yazdığı, en az o şarkıyı söyleyen kadar önemliydi. Plakların, kasetlerin ya da CD’lerin kartonetlerinde albümün künyesini okurken şarkıların altındaki “söz” kısmında yazan isim özellikle müziğe gönül veren dinleyiciler için bir kalite, o sanatçı için de prestij göstergesiydi. Bugünse durum tam tersi gibi görünüyor. “Streaming” çağında, haftada binlerce yeni şarkının servis edildiği TikTok’ta 15 saniyelik nakaratların viral olduğu müzik dünyasında söz yazarlığı maalesef eskisi kadar büyük bir marka değeri taşımıyor. Yapay zekâya bile şarkı sözü yazdırılan bu dönemde çoğu dinleyici, dinlediği şarkının hangi yazarın kaleminden çıktığını bile bilmiyor. Yani bu da bir nevi söz yazarının görünmezleşmesi anlamına geliyor. Peki söz yazarlığı ne oldu da yavaş yavaş görünmez bir konuma düştü? Gelin Türkiye’deki söz yazarlığının yolculuğuna ve evrilişine bir göz atalım!
Türkiye’nin özellikle pop müzik tarihinde “kendi şarkısını yazan” ya da “en iyi söz yazarlarından şarkı alan bir sanatçı olmak” önemli bir kariyer stratejisiydi. Bir şarkıcının (eğer kendi sözlerini yazmıyorsa) albümü çıkmadan önce dönemin meşhur söz yazarlarından şarkı almış olması onu daha albümü çıkmadan 5-0 öne geçiriyordu. Mesela Aysel Gürel, kelimeleri adeta dans ettiren çılgın bir dahiydi. Fikret Şeneş, Türkçe pop’un uluslararası tınılarla buluşmasında köprü işlevi gördü. Sezen Aksu hem kendisi söyledi hem de verdiği sözlerle sayısız ismi meşhur edip, Türkçe pop’un omurgasını yarattı. Murathan Mungan, edebiyatın zarif ve metaforik dilini popüler müziğe taşıdı. Nazan Öncel, sokağın diliyle içsel bir şiirsellik kurdu; Teoman ise rock müzikteki bireysel hikâye anlatımının en önemli temsilcilerinden biri oldu, ballad’larıyla motto olacak sözlere imza attı. Hâliyle söz yazarlığının bu kadar dorukta olduğu bir dönemde bir şarkının söz yazarı, o şarkının kaderini de belirlerdi. Mesela altında Aysel Gürel’in imzasının olduğu bir şarkıyı, dinleyici en baştan şans vererek dinlemeye başlardı. Söz yazarlarının ortak noktası da şarkıya bir kimlik yaratmasıydı. Söz, sanatçının bir yansımasıydı ve dinleyiciler şarkıyla kurduğu bağda bu yansımayı görüyordu.
Türkiye’de Türkçe sözlü ilk pop şarkısı olarak anılan ve 1961 yılında İlham Gencer’in sesinden dinlediğimiz ‘Bak Bir Varmış Bir Yokmuş’, orijinali Fransızca olan ‘C’est écrit dans le Ciel’ şarkısına Fecri Ebcioğlu’nun yazdığı Türkçe sözlerle ortaya çıkmıştı. Memleketteki aranjman modasını da başlatan bu şarkı sayesinde 1960’ların başından neredeyse 1970’lerin ortasına kadar birçok Türkçe pop şarkısı aranjman olarak piyasaya sürüldü. Türkiye’deki söz yazarlığının başka bir yüzü olan aranjman modası, en basit tabirle yabancı şarkılara Türkçe sözlerin yazılması ve bunu bir şarkıcının seslendirmesi olarak tanımlanıyordu. Fecri Ebcioğlu ile başlayan ve ardından Sezen Cumhur Önal ile devam eden bu furyada söz yazarı yine sıfırdan sözler yazıyordu ama işi biraz daha zordu zira hem arkadaki melodinin ruhunu Türkçe’ye taşıması gerekiyordu hem de yerel dinleyiciye dokunan bir hikâye yaratmak zorundaydı. Yani yaratıcı bir uyarlama söz konusuydu ancak kültürel referansların kullanılması ile Türkçe kelime oyunları da bu yabancı şarkıya uyumlu olmalıydı. Bir Fransız şansonunu ya da İtalyan pop şarkısını Türkçe’ye uyarlarken, söz yazarları hem melodinin ritmine hem de Türk dinleyicisinin duygusal kodlarına hitap edecek yeni bir şarkı yazmalıydı. O dönem “aranjmanlar ne kadar özgün?” tartışmaları yapılmış olsa da, sözün belki de en çok şarkının merkezinde olduğu bir zaman diliminden bahsetmek mümkündü.
Bugün sosyal medyada paylaştıklarınızı bir göz önünde bulundurun. Ya da bir influencer’ın yayınladığı bir reels’e. Videonun başlangıcından itibaren dikkat çekmek yönelik bir “kanca” atılıyor ve hedef kitleler bu kancaya takılıp içeriğe kilitleniyor. İşte dijitalleşmeyle birlikte şarkılar da tam olarak böyle bir kanca sistemine sahip olmaya başladı. 90’lardaki bazı şarkıları da hatırlayacak olursak; “Aboneyim abone / biletleri cebimde / ballı lokma tatlısı / aman hadi hayırlısı…” ya da “Hey corç / versene borç / olmaz maykıl / bende de yok…” gibi sözler de aslında bugünün kancalama taktiğine biraz yakın sözlerdi ancak ona rağmen bugünün şarkılarından daha da akılda kalmıştı. Bugünkü popüler müzik üretimi ise tamamen hız üzerine kurulu. TikTok ve Instagram gibi platformlar, şarkıların sadece en “yakalanabilir” 15 saniyelik bölümlerini öne çıkarıyor. Bu da ister istemez söz yazarlığına olan bakışı değiştiriyor. Artık derinlikli hikâyeler, uzun metaforlar değil; akılda kalıcı, hemen eşlik edilebilecek, “meme” potansiyeli olan cümleler tercih ediliyor. Daha önceleri tematik albümler yapılabilirken bugün single mantığıyla hareket edildiği için bütünlüklü bir söz düzeni kurulmuyor. Single yayınlama stratejisi de şarkı sözünü tema bütünlüğünden koparıyor. Sonuç olarak dijitalleşmeyle birlikte şarkı sözleri hikaye anlatıcılığını kaybederken; söz yazarları sanatçı kimliğinden çok trend mühendisliği yapan bireylere dönüşüyor.
Az önce bahsettiğim ‘Bak Bir Varmış Bir Yokmuş’ sözleri itibarıyla gerçek bir hikâyeydi aslında. Bunun dışında zaten Türkiye’de Anadolu’nun hikaye anlatıcılığı geleneği, kökünü bu topraklardan alan Barış Manço, Cem Karaca, Moğollar, Edip Akbayram, Erkin Koray gibi isimlerin şarkılarına fazlasıyla etki ediyordu. Yani aslında söz yazarlığıyla birlikte aynı zamanda sokaktaki ya da Anadolu’daki insanların hayatlarını herkesin duyabileceği şekilde bir hikâye olarak anlatabiliyordu bu isimler. Bu geleneği sürdüren diğer söz yazarları 70’ler, 80’ler, 90’lar ve hatta 2000’lerde de bunu şarkılarına yansıtmayı tercih ettiler. Ajda Pekkan’ın ‘Düşünme Hiç’inde, Nilüfer’in ‘Kar Taneleri’nde, MFÖ’nün ‘Sarı Laleler’inde ya da Teoman’ın ‘Paramparça’sında dinleyici, üç dakikalık bir şarkı içinde baştan sona bir öykü yaşar ve bu sözleri hayatına da bir şekilde entegre edebilirdi. Mesela hangimiz 2000’lerde MSN kişisel iletimize bir Teoman sözü yazmadık ki? İşte bu hikâye anlatıcılığı geleneği, şarkıların dinleyiciyle kurduğu bağı da derinleştiriyordu. Çünkü şarkı sadece bir duygu değil, o duygunun geçtiği bir zaman-mekân atmosferi sunuyordu. Bir şarkı, bir film sahnesi gibi hatırlanabiliyor, yıllar sonra bile aynı hikâyeyi yeniden yaşatabiliyordu. Bugün ise bu anlatı yapısı büyük ölçüde kaybolmuş durumda. Şarkılar artık başı, ortası ve sonu olan hikâyeler değil; duygusal fragmanlar hâline geldi. Tıpkı 20 saniyelik TikTok videoları gibi.
2000’lerden itibaren müzik üretiminde prodüktör merkezli bir model öne çıktı. Eskiden şarkılar genellikle söz ve melodiyle başlar, aranjman sonradan eklenirdi. Bugün ise üretim süreci çoğunlukla “beat” ile başlıyor. Bu durum özellikle pop ve hip hop sahnesinde belirginleşti. Prodüktörler hazır altyapılar hazırlıyor, sanatçılar bu altyapılara söz ekliyor. Bu yöntem, küresel pop trendlerine hızla uyum sağlamak için verimli olsa da söz yazarlığını dar bir alana sıkıştırıyor. Artık söz, müziğin “üzerine giydirilen” bir parça; melodinin ya da altyapının ritmine uymak zorunda kalan bir eklenti gibi bir görev üstleniyor. Bu değişim, söz yazarının rolünü de görünmezleştirdi. Eskiden stüdyoda başrol söz yazarı ve yorumcuyken, bugün başrolü prodüktör oynuyor. Bunun sonucunda şarkı sözleri, melodik ve ritmik kısıtlamalar nedeniyle daha basit, daha tekrar eden, daha kısa hâle geliyor.
Söz yazarlığının geri plana itilmesi, tabii ki müzikte bazı ciddi sonuçlar doğuruyor. Öncelikle şarkıların ömrü kısalıyor; bir şarkı, birkaç hafta içinde dinleyicinin radarından düşüyor. Sanatçının kimlik inşası da sekteye uğruyor çünkü söz, dinleyiciyle bağ kurmanın en kişisel yolu. Sözün etkileyici olmadığı ve anlam taşımadığı bir yerde, müzik yalnızca “ses”e indirgeniyor. Ayrıca edebiyatla olan bağ da zayıflıyor; Murathan Mungan’lı, Nazan Öncel’li, Sezen Aksu’lu dönemlerde popüler müzik, aynı zamanda kültürel hafıza yaratıyordu. Bugün bu hafıza, sosyal medyanın dalgalı gündeminde silinip gidiyor.
Tüm bu dönüşüme rağmen, Türkiye’de hâlâ şarkı sözünü müzikal kimliğinin ayrılmaz parçası gören, kelimelere özen gösteren sanatçılar var. Üstelik bu isimler, sadece bestelerini değil, sözlerini de kendi dünyalarından çıkarıyorlar. Mesela Mabel Matiz, her albümünde hem müzikal hem de lirik açıdan özgün bir evren kuruyor. ‘Gök Nerede’den ‘Antidepresan’a uzanan çizgide, sözlerindeki dil oyunları, yerel motifler ve modern tavırlar aynı potada eriyor. Kalben, günlük hayatın içinden ama derin duygusal katmanlara sahip bir dil kullanıyor. Onun sözlerinde hem bireysel hikâye hem de evrensel hisler yan yana durabiliyor. Can Bonomo ise şiir kökenini müziğine taşıyanlardan. Kullandığı imgeler, metaforlar ve ironiler, pop müzik içinde alışılmadık bir söz yazarlığı atmosferi yaratıyor. Rap sahnesinde Ceza, Şanışer, Çağrı Sinci, Gazapizm gibi isimler kenar mahallelerdeki gençlerin sesini hâlâ en vurucu sözlerle duyurmaya çalışıyor. Alternatif sahneden Gaye Su Akyol veya Melike Şahin gibi isimler de kendi sözlerini yazarak müzikal tavırlarını pekiştiriyor. Gaye Su Akyol’un Anadolu rock’tan psikedelik evrene uzanan şarkı metinleri ve Melike Şahin’in duygusal yoğunluğu yüksek, edebi tınılı sözleri, “şarkı sözü hâlâ fark yaratabilir”in kanıtı gibi.
Bunun cevabı bence evet. Çünkü bağımsız sahne ve alternatif müzik, söz yazarlığının yeniden yükselebileceği alanlar olarak karşımıza çıkıyor. Edebiyat ve müzik işbirlikleri (örneğin şairlerin söz yazması ya da şarkı yazarlarının edebî eserlerden esinlenmesi) sözün yeniden değer kazanmasını sağlayabilir. Hem belki de bu bir döngüdür? Bugün hız ve trend kazansa da, yarın yine sözün peşinde koşan bir kuşak gelecek. Çünkü teknoloji değişse de, insanın bir şarkıya bağlanma sebebi hep aynı kalacak: Kelimelerin ruhumuza dokunması. Ve bu yüzden belki de gelecek; gerçek sözün peşinden gidenlerin eliyle kurulacak müzikte, kim bilir?