1992 yılında tanıştığım ve tanıştığım anda kendisiyle uzun sürecek bir dostluğum olacağını -en azından kendi tarafımdan- anladığım Ufuk Önen, rock star, müzisyen, akademisyen, ses tasarımcısı kimliklerini inanılmaz bir disiplin ve profesyonellikle taşımış, birçok alanda çok kıymetli bir isim olmuş ve benim bazen aşırı sinir olduğum dostumdur.
Neslihan Atcan ALTAN
Yıllar içinde bir çok konuda (kısa süren dergicilik girişimi, şarkı sözleri, bir kısa film ve en son Ankara belgeseli) işbirliğinde bulunduk. Çalışması hem çok keyifli, hem de kısmen işkence olan Ufuk’la çoğunu büyük ihtimalle okuyamayacağınız uzunlukta bir sohbet ettik. Ben her zamanki gibi çok keyif ve feyz aldım. O da fena değildi sanırım. Buyrun biz iki çenebazı okuyun.
Ufuk, sen istersen bu filmi neden yaptığından başla. Taa oralara gidelim mi?
Aslında bu filmi yapmamın altında yatan en ciddi, en önemli fikir Ankara’nın rock tarihini, geçmişini kutlamaktı. Bütün olay oydu ama tabii iş bambaşka yerlere gitti. Evrildi, çevrildi, ihtişamlı bir kutlamadan daha çok hüzünlü bir hikayeye döndü.
Peki, hüzünlü bir hikayeye dönme sebebi ne?
Aslında kafada böyle güzel yerlerde pırıl pırıl duran çok güzel hatırladığımız anıları, kağıda ya da filme dökmeye ve uyarlamaya çalıştığımızda, ortaya onların öyle olmadığı çıkabiliyor. Gerçeklerle yüzleşmiş olduk yani. Ben o günlerde müzik yapmış grupların yer alacağı, o günleri güzel güzel anacağımız bir film yapayım diye yola çıktım, o döndü dolaştı benim şahsi hikayem oldu ve o kutlama da üzüntüye evrildi. Ama biliyorsun ben o fikre başta çok ciddi karşı çıkıyordum.
Acaba o zaman o tip bir yüzleşmeyi mi yaşamak istemiyordun?
Hayır, tek sebebi kendime film yapmış olmak istemememdi ama oldu. İyi ki de oldu. Samimi bir hikaye var şimdi orada. Bence çok daha değerli.
Film bittikten sonra bayağı bir çekincelerin vardı bazı konularda çünkü hatırlarsan filmi bir türlü sunamıyorduk, seyirciyle buluşturamıyorduk farklı platformlarda. Çünkü senin aman herkes izlesin gibi bir isteğin hiç olmadı. Bizim oldu ama. Ben çok istiyordum filmin seyircisiyle buluşmasını.
Evet olmadı. Bütün enerjimi filme harcadım. Filmden sonra fazla enerji kalmadı herhalde. Film bitti, bir de festivallere yolladık, ondan sonra hep aklımızda bir Türkiye gösterimi ve sonra da yaygın platformlarda gösterimi vardı, di mi? Orada benim enerji bitti açıkçası. Bir de bunu bir yerde okumuştum; bazı insanlar uzun soluklu bir projeyi, işi sonlandırdıklarında, onu duyurmak, dinletmek gibi şeylerle uğraşmayı tercih ederken bazı insanlar da bu bitti, şimdi ne yapacağım dermiş. Galiba ben oyum. Kötü ama öyle.
Kötü mü bilemiyorum da, sen böyle deyince aklıma şu geldi: Hazy Hill de bir proje değil mi? Tabii ki senin için sonradan çok farklı yerlere gitti, hayatının çok önemli bir parçası ama bu filmle ilgili hisleri Hazy Hill bittiğinde de yaşadın mı: Bitti, şimdi sırada ne var?
Evet, kesinlikle öyle. O anda noktayı oraya koyunca ben aslında o defteri kapatmış oldum, ki 22 yıl sonra tekrar konsere çıktık ama o konser kararını alması çok zor oldu. Ben istemedim. Tekrar aynı şeyleri çalışıp çalmak istemedim çünkü aynı enerjiyi yakalayamayacağımızı düşünüyordum. Çağlan (Tekil) çok ikna etmeye çalıştı olmadı. Zafer’le Mete ikna etmeye çalıştı olmadı.
O zaman filmle birlikte Hazy Hill defterinin açılışı ve konsere çıkmanız da çok ilginç oldu bu durumda. Neler hissettin? Öncesi, esnasında ve sonrası diye ayıracak olursak.
Bayağı ilginçti. Konser 2022 Ekim’de oldu ama temelinin atılması 2018. Çağlan’ın da baskısıyla biz bir deneme kararı aldık 2018’de. İlk gittik stüdyoya, hiç olmadı bence. Aynı enerjiyi tutturabileceğimizi düşünmüyordum. Acayip önyargılı gittim zaten. Basçısız da olmuyor, Ekim yok. Hakan Savaşer’i (Metallium, Dark Phase) davet ettik, sağ olsun o da bizi kırmadı, atladı geldi. İşte basla da çalışmış olduk ama bende yine olmadı. Hakan İstanbul’daydı zaten o da biraz zor olacaktı bizim için. Sonra Ankara’dan birkaç kişiyle çalıştık yine olmadı.
Olmadı dediğin aslında istemedin.
İstemiyordum evet. İki konuda çekincem vardı: 1. Aynı enerjiyi tutturamamak 2. Bu iş devam ederse uzayıp gitme olasılığı ve onu hiçbir zaman istemedim. Sadece bir-iki konser yapmak istedim. Bizimkiler de kabul ettiler. Sonra Yudum katıldı bize ve aramızdaki epey yaş farkına ve bizim yaşadıklarımızı yaşamamış olmasına rağmen geldi, pat diye çok güzel oturdu grubun içine. O da benim için ayrı bir motivasyon kaynağı oldu. Tamam yapalım dedim. Sonra Çağlan vefat etti, yapmak istemedik. Sonra da dedik ki Çağlan’ın başladığı işti bu. Onu bitirmek lazım.
Çağlan’ı onurlandırmak da işin bir parçası oldu sanırım.
Evet. Nasıl yapsak derken 2022 Temmuz’unda bir gün Tarkan (Gözübüyük- Pentagram) aradı, beraber konsere çıkalım dedi. Bence çok güzel bir teklifti. Hem eski arkadaş grubuyla aynı sahnede olmak, hem onların genç dinleyici kitlesine Hazy Hill’i tanıtmak adına iyi bir fırsattı. Covid’den dolayı olmadı. Biz ama hazırdık artık. Küçükçiftlik provalarında “eye of the tiger” oldu, kaplanın gözü vardı herkeste. Aslında sanki 1991 yılında İstanbul Açıkhava konserine gidecek gibi hazırdık. Sonra Tarkan “Hiç üzülmeyin, ne olacak, başkasını yaparız” dedi, sonra Ankara’yı yaptık beraber. Ama ben biliyordum Ankara’da da neyle karşılaşacağımı. Onu hissettim. Dedim sahneye çıkacağım ve bu iş olacak ve her şey olması gerektiği gibi oldu. Tek çekincem oradaki genç kitlenin nasıl bir tepki vereceğiydi çünkü Pentagram’ın genç bir kitlesi de var. soundcheck’te bile aklımda o vardı.
“Live music işini devam ettirmememin sebeplerinden bir tanesi boş oturmak.”
Sen soundcheck’te hiç kendin gibi olmayan bir hareket de yapmışsın bu arada. Hatırlayalım istersen (gülüşmeler)
Doğru. Normalde ilk ben giderim her türlü event’e. Bu sefer geç gittim.
Bu inanılmaz bir şey. Tabi seni tanımayanlar bunu bilemez ama ben bunu duyduğumda senin için yeni bir çığır açılmış olduğunu anladım.
Evet, çünkü benim bu live music işini devam ettirmememin sebeplerinden bir tanesi boş oturmak. Soundcheck’i beklemek, konser sırasını beklemek, bir yere gidiyorsan o yolculuk. Bir-iki saat çalmak için hele de şehir dışına gidiyorsan 24 saatin gidiyor. Tüm bunlar birikmiş bende ve ben o gün bizim soundcheck’e geç gittim. Bir de ben Hazy Hill’in ilk konserinden son konserine kadar çok boğuştum sesten anlamayan insanlarla, mikserin düğmelerini rastgele evirip çevirenlerle. Kimsenin de live sound’la ilgili doğru dürüst bilgisi de yoktu. Bu sefer çok rahat geldim, gitarı koydum. Ekip müthişti, Murat Bulut, Alper Karslı. Hiçbir açıklama yapmama gerek kalmadı. O bakımdan üzülerek söylüyorum ama İstanbul’un farkını görmüş olduk çünkü ekip İstanbullu ve olması gerektiği gibi her şeyi yaptılar yani.
İstanbul’da bu işin sürekli olmasının etkisi yok mu?
Var tabii. Çok fazla insanla çalışıp çok hızlı öğreniyorlar. Mesela “Ankara Rocks” İstanbul Film Festivali’nde gösterildikten sonra yapılan afterparty’de Hazy Hill elemanları tek tek çıktık, orada da sound çok iyiydi. Hem içeride hem dışarıda. Masa da uzak bir yerdeydi. Sonra bir teşekkür etmek istedim. Oradaki görevliye bunu söylediğimde görevli “O da zaten sizinle tanışmak istiyor, sizin kitaplarınızdan çok şey öğrenmiş” dedi. Tamam kitaplardan öğrenmiş ama o İKSV’ye o kadar kişi geliyor ki, yerli-yabancı, müthiş bir deneyim sahibi oluyorlar. Neyse bizim konsere dönecek olursak işte soundcheck’ten sonra yine tek kuşku gençler ne tepki verecek. Ben profesyonel kuşkucuyum. Orada sahneye çıkarken ben o kokuyu alabilen bir insanım. Yıllar boyunca konserlere çıktım, ders verdim, sunum yaptım, o kokuyu alabiliyorum, adımımı attım daha intro, tamam dedim.
“Ben bu işe iki konser için girdim. Benim için o misyonun yarısı bitti.”
Peki sonrasında?
Sonrasında her şey olması gerektiği gibi oldu. Kendime sahneye çıktığımda seyirciyle kurduğum diyalog açısından çok güveniyorum. Onu kullandım ve müthiş bir bağ oluşturduk. Ondan sonra sahneden indik, o çok acayip bir hissiyattı. Kulisten sahneye gidiyorsun ama gitarlarla gitmiyorsun, son anda biri gitarını veriyor, 22 yıl önce bunları Ankara’da söylediğimde kimse anlamıyordu ne dediğimi. Bunlar senin performansını etkileyen şeyler. Teknik ekip iyi olacak, kuliste biraz rahat edeceksin, çıkmadan önce biraz kafanı boşaltıp çıkacaksın. O yüzden bu kez her şey olması gerektiği gibi oldu. Neyse, set bitti. İndik, gitarı verdim, “oh” dedim, “that’s it”. Belki röportajı okuyunca tekrar farkına varır bizimkiler; özellikle Zafer (gülerek). Ben bu işe iki konser için girdim. Benim için o misyonun yarısı bitti. Benim önümde bir de İstanbul konseri var ama bizimkiler devam etmek istiyorlar. Zafer de, Mete de, Yudum da.
Senin için hiç mi oluru yok?
Şöyle… İlan edeyim buradan: Farklı bir performans olursa ekstra bir şey düşünebilirim.
Farklı performanstan kastın ne?
Bizimkiler buna nasıl bakar bilemiyorum ama mesela bir orkestrayla bir şeyler ya da orkestradan tamamen farklı olarak elektronik bir collaboration olabilir. Ya da AV (Audio-visual/ Görsel-işitsel) event’e çevirmek gibi bir şey. Beni böyle şeyler heyecanlandırıyor. Ben fikir, proje üretmeyi seviyorum. O yüzden de tamam bu konserler çok güzel ama sonrasında her şey aynı olmaya başlayacak. Beni motive edebilmek için ya bir orkestrayla mı çalacağız ya bir elektronik sanatçıyla çalışacağız; yani farklı bir şeyler olması lazım.
Onun dışında Hazy Hill’den bağımsız yeni bir şeyler üretiyor musun müzikle ilgili?
İstiyorum evet. Elektronik bir collaboration ya da dark ambience bir şeyler istiyorum.Bu görsel-işitsel bir projenin parçası olabilir, ki çok isterim. Aslında gönlümde yatan şey davulsuz, synthesizer ve doğal sesleri birlikte harmanlayabileceğin, mümkünse karanlık ve immersive formatta bir şey.
Bunu bireysel yapmayı mı düşünüyorsun yoksa Hazy Hill’le beraber mi?
Müzik kısmı benimle alakalı ama görsel-işitsel bir projenin parçası olacaksa birisiyle işbirliği içinde olmak isterim.
Kafanda bir isim var mı? Sürekli magazin peşindeyim.
Yok, tekliflere açığım. Muhtemelen de bunu yayınladığım zaman Apple Music’te Dolby ATMOS formatında yayınlamak istiyorum.
Sen birlikte çalışması kolay biri misin?
Değilim. Biliyorsun öyle olmadığımı (gülüşmeler)
Çok iyi biliyorum ama bu tip collaboration’larda nasılsın? Biz seninle doğal olarak müzikle ilgili bir şey yapmadık, müzisyen olmadığım için.
Olur mu, söz yazdın bir sürü.
Ama onda sen söyledin ne istediğini, ben yazdım. Müzisyenlerle iş birliği daha mı kolay bizimle olduğundan yoksa daha mı zor?
Ufuk: Haaaaa…. Aynı, aynı.
O zaman herkese bol şans (gülüşmeler)
Huysuzum ben.
“Film maddi bir şey katmadı ama benim için hayatımda çok önemli bir şeyi değiştirdi.”
Biliyorum ama son birkaç yıldır daha iyisin. Filme dönecek olursak, filmden sonra, filmden dolayı hayatında doğrudan değişen bir şey oldu mu? Ya da sana ne kattı? Maddi bir şey katmadığını biliyoruz (gülüşmeler)
Maddi bir şey katmadı ama aslında benim için hayatımda çok önemli bir şeyi değiştirdi. Ben böyle nostaljik duygulara sahip bir insanımdır. Nostalji benim için çok önemlidir ve özellikle de Ankara’nın eski rock ortamı, o müzik yaptığımız eski günler falan filan, hep böyle açık bir nostalji defteri vardı bende. Bu film sayesinde o defteri daha da çok açtım, hatırlamadığım şeyleri hatırladım, bir sürü fotoğraflar buldum, resmen eskiye döndüm ve film bittiğinde de geri geldim ve dedim ki tamam bu çok güzel harika bir zaman yolculuğu oldu ama bunu burada bitiriyorum ve ben artık nostaljik bir insan değilim. Bu film benim gelecekteki projelere odaklanmamda da yardımcı oldu.
Tabii filmin doğuşundan bu noktaya gelişi kaç yıl, onu da öğrensin okuyanlar…
2010’dan 2022’ye. 13 sene. 2022’de Mubi ve BluTV’de gösterime girdi. Ama filmi bitirmek altı yıl sürdü, sonra da yok festival, yok streaming kanalları için teliflerdi falan derken uzun sürdü ama altı yıl film yapmak için uzun bir süre değil çünkü ben araştırmıştım; eğer tam zamanlı işin bu değilse bir belgesel altı yılda çıkıyormuş. Ve kaç kere kurgulandı düşün yani. Farklı versiyonları var, ohoo. Ama şu aralar ben daha görsel-işitsel bir şeyler yapmak istiyorum.
Zaten asıl işlerinden biri de bu. İstersen ondan da bahset de kim olduğunu hatırlasınlar filan diye gaza gelirmişim birden! Ama bahsetsen iyi olur.
İlk defa 1989 yılında demo yapmak için gerçek bir stüdyoya girdik ve iki şey oldu: Birincisi stüdyodan çok etkilendim. O zamanlar büyük analog masalar, bir sürü efekt cihazları, kompresörler mikserin yanında alt alta üst üste duruyor, bir sürü ışık, mikrofonlar, dönen bantlar falan. İkincisi de, dedim ki Hazy Hill’in prodüksiyonuyla ilgili özgürlüğe sahip olmam için benim bu işi öğrenmem lazım. Bu sebeplerle bu işi öğrenmek için yola çıktım, yola çıktım derken çıkamadım yani. O zaman internet yok, böyle bir şeyin okulu yok, bunu öğretebilecek kimse yok. Bilkent’in kütüphanesinden bir kitap buldum. Bütün kitabın fotokopisi çekilmiyordu. Ben gittim, biraz çektirdim. Ekim gitti, çektirdi. Bu şekilde öğrenmeye başladım, yıl 1990. Eve stüdyo kurma gibi bir şansım yok. Birinden Tascam 4-track diye bir alet ödünç almıştım kasete dört kanal kayıt yapabilen, rüya gibi iki gün geçirmiştim evde.
Peki radyo dönemi?
1992’de Anadolu Ajans’ın radyosuna girdim. Oraya başvurduğumda müzik departmanının başında Müjdat Akgün vardı. Tam da Hazy Hill’in hızlandığı zamanlar, odasına bir havayla girdim ben. Saçlar, başlar, duruş filan. Müjdat Abi “Buraya neden gelmek istiyorsun?” dedi, “Radyoculuğu çok seviyorum ve ses cihazlarıyla birlikte olmak istiyorum” dedim. “Ne bilirsin müzikle ilgili?” diye sorunca “Her şeyi süper biliyorum, 80’lerin, pop’unu, rock’ını, metal’ini biliyorum. Tüm janrları takip ediyorum, bilmediğim bir şey yok” dedim. Müjdat Abi, blues diyor, country diyor, jazz diyor, Latin diyor. Hiçbirini bilmiyorum. “Anladım ben seni” dedi. “Neyi anladınız?” dedim, “Bir b*k bilmiyorsun” dedi, aynen bu kelimelerle. “Sen bir radyo programı yapıyor olsan nasıl bir metin yazardın, yaz getir bir bakalım” dedi. Ben bozuldum ama tamam dedim. Yazdım götürdüm metni, okudu, baktı bana. “E, tamam, güzel yazıyorsun, müzisyensin de, müzikle ilgili bir b*k bilmiyorsun ama onu da telafi ederiz” dedi ve beni part-time işe aldı. Sonra şunu fark ettim, Müjdat Abi’nin Ankara’da kayıt stüdyosu varmış. Hem acayip iyi bir müzisyen, aranjördü, hem film müzikleri yazıp prodüksiyon ve kaydını yapıyordu. Ben öyle bir yapıştım ki ona kayıtla ilgili tüm temel bilgileri kendisinden öğrendim. Sonrasında bu kayıt işini daha resmi bir hale sokmak için sırtıma çantamı alıp ver elini California dedim. Los Angeles Recording School’da yaklaşık bir senelik bir programa katıldım, o bana acayip iyi geldi.
Nasıl iyi geldi?
Ufuk: Birincisi, müziğin belli merkezlerinden bir tanesiydi. İkincisi, batıda bu işin nasıl yapıldığını görme şansım oldu, üçüncüsü bu işin sadece müzik değil görsel medya için ses ve müzik kısmı olduğunu da orada 1995 yılında keşfetmiş oldum. Son olarak da bir insanın kafası çalışıyorsa aslında fikir olarak öyle yerlerin bile önüne geçebileceğini gördüm. Sonra Türkiye’ye dönüş, profesyonel müzik prodüksiyonu, sonra görüntülü medya için ses müziğe geçiş, tüm bunlar olurken işin canlı müzik sistemleri kısmına bulaştım, o alanda da ciddi deneyimim oldu, büyük yerlere sistemler kurmaya başladık. Daha sonra bunu kitap haline getirdim. “Ses, Kayıt ve Müzik Teknolojileri” kitabım 2007 yılında çıktı. O da Türkiye’nin bu alandaki ilk kitabı oldu.
Türkiye’de alanında en önemli referans kitabı oldu, değil mi?
Evet, şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki binlerce kişi bu kitap sayesinde meslek sahibi oldu. Sonra bir dönem sinema ses sistemleri alanında danışmanlık yaptım. İnteraktif ses tasarımına ve işin akademik kısmına da girdim. Sanırım sesle ilgili her alanda bir yerde bulundum. Ben tek bir yerde kalmıyorum, sürekli yeni alanları geziyorum. Bir de deneyimlediğim her şeyi paylaşıyorum. Derslerimde, kitaplarımda, blog yazılarımda paylaşıyorum. Çok seviyorum bu alanı ve böyle de devam etsin istiyorum.
Filmi izleyenlere ya da izlemeyenlere ne diyorsun?
İzlemeyenler izlesinler ve izlerken de şöyle düşünsünler: bu bir dönemi kronolojik olarak sıralayan ya da belgeleyen bir film değil; bu sadece bir dönem o şehirde, o scene’in içinde yaşamış olan birinin gözünden bir pencere açtık, o. Tamamen kişisel bir hikâye izleyecekler. Bence böyle olduğu için değerli. Ansiklopedik bilgi verir gibi film yapmanın hiçbir anlamı yok.
Zaten öyle bir iddia da yok. Bir grup insanın hikayesi işte. Teşekkür ediyorum o zaman.
Ben teşekkür ediyorum, enteresan oldu, iyi oldu bu. Car car konuşmuşum 53 dakika.
Bu ne ya gerçekten?!