Bu yaz çılgınlar gibi bir tatile hazır mısınız? Ben değilim. Tamam, kimsenin tatiline kimse karışamaz ama tatili, büyük yazarların; sokaklarında yürümekten zevk aldıkları, kafelerinde bir şeyler yazıp ya da bir şeyler okuyup yanına da bir fincan kahveyi katık ettikleri, gün batımında içlerinden afili bir cümle geçirdikleri şehirlerde yapmak iyi olmaz mıydı? “Neden olmasın”dan hafifçe göz kısmaya, m’si uzun bir “hım”dan “yani, aslında” diye başlayacak o cümleye kadar tüm cevaplar kabulümdür.
Hazırsanız, başlıyorum.
Önemli Not: Bu yazıyı, pek çok yazara ve pek çok şaire ilham kaynağı olan İstanbul’da yazdım. Bende de durum aynı işliyor; İstanbul’u en tepeye koyar, çok sever, çok sayar, sık sık “İstanbul ve diğerleri” derim. Dolayısıyla “İstanbul nerede?” sorusuna böylece cevap verdim diye düşünüyorum.
Daha Önemli Not: Bu içeriği hazırlarken yol göstericim, Bozcaadalı Şair ve Yazar Güven Adıgüzel’in Huzursuz Evler Atlası isimli kitabı oldu. Böyle bir kitap yazdırdığı için Bozcaada’ya, böyle bir kitap yazdığı için de Güven Adıgüzel’e teşekkür ederim.
Jorge Luis Borges için Buenos Aires öyle bir yer ki 1923 yılında yayımlanan ilk şiir kitabının ismi her şeyi anlatmaya yetiyor: Buenos Aires Tutkusu. Şehre neden mi gitmeliyiz? Çünkü Arjantin Güney Amerika’nın, Buenos Aires de Arjantin’in kalbi. Kıtanın albenisi en yüksek şehri, hiç şüphesiz. Hem gitmişken el yerine ayağını, kalem yerine de futbol topunu kullanıp büyük şiirler yazan Maradona’ya selam söyleyin; eminim oralarda bir yerdedir.
Kafka ve Prag; içinde aşk, nefret ve savaş barındıran bir ilişkinin iki kahramanı. Çok sık gittiği Cafe Louvre’a girdiğinizde Kafka’nın masasını tahmin etmek de bu ilişkinin hâlâ var olduğunun ve sıcaklığını koruduğunun ispatı. Hakeza, Vlata Nehri’nde günü batırmak. Hem ne diyor Küçük Prens’te Antoine Saint Exupery, “İnsan acı çektiğinde güneşin batışını başka türlü sever.” Kafka için acı çekmek günlük bir rutindi zaten. Bizim için de… Neyse.
Şu an kendisinin milyonlarca “hissi akrabası” olduğuna inandığım (ki bir tanesi de benim) Dostoyevski’nin şehri St. Petersburg’a gitmek ve gezmeye Kokuşkin Köprüsü’nden başlamak tatil anayasalarının ilk dört maddesinden biri olmalı. Köprü tanıdık mı geldi? Evet evet, Suç ve Ceza oradan başlıyor. Bakarsınız, şehrin bir bodrum katında Yeraltından Notlar yazılıyordur hâlâ; hiç olmazsa zihinlerimizde. Öyle değil mi?
Dante’nin 1320 yılında tamamladığı ve 14 bin 233 mısradan oluşan İlahi Komedya’da şöyle bir bölüm geçiriyor: “Hayat yolumuzun orta yerinde/Karanlık bir ortamda buldum kendimi.” Ve yıl 1946. Şair Cahit Sıtkı Tarancı, Otuz Beş Yaş kitabına da ismini veren şiirinde şöyle diyor: “Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder/Dante gibi ortasındayız ömrün.” Dante, bir Floransalıdır ama şehri daha çok zihninde ve kalbinde yaşar. Çünkü 36 yaşında sürgün edilir şehirden. 20 sene sonra da vefat eder. Hakkındaki sürgün kararının kalkması ise 700 sene sonra 2008’de olur. Floransa Kent Konseyi bu kararı iptal eder. Dante’nin hâlihazırda şehrin sokaklarında hissedilen ruhu biraz olsun rahat eder böylece.
“Ey Lizbonum, yuvam benim” diyecek kadar şehrini seven bir yazardı Fernando Pessoa. Soyadına bakarsak “Hiç kimse” olarak yaşadığı hayatını anlamdıran detayların başına Lizbon’u koyar. Şehri, “Parlak mavi gökyüzüne yaslanmış, sade ve zarif bir masal gibi görünür Lizbon.” diye betimler denizden gelen yolcular için. Coelho da Rocha Sokağı’ndaki evi bir müzeye dönüştürüldü. Müzeye gidip Pessoa ile bir sohbet etmeyi unutmayın; biraz dikkat kesilince cevap verdiğini göreceksiniz, merak etmeyin.
Almanya’nın küçük bir kasabası olan Röcken’de doğdu Nietzsche. Ama onun şehri 30’lu yaşlarında adım attığı Sorrento olur. Öylesine keyiflenir ki burada çok sevdiği o içeceği mutluluğuna ortak eder: Türk kahvesi. Sorrento’da ikamet ettiği Villa Rubinacci şu an Vittoria Otel olmuş durumda. Belki siz de otelin herhangi bir yerinde, espressoyu elinizin tersiyle itip bir Türk kahvesi içersiniz. Bakarsınız falınızda da en az Sorrento’daki Nietzsche kadar mutlu olmak çıkar.
Bir Kahire aşığıydı Necip Mahfuz. Her fırsatta, “Modern Mısır’ın tarihi bu sokaklarda biçimlendi.” dediği şehrin, kendi öykülerinin her yanından taşmasını da “malumun ilamı” olarak yorumluyordu. Kahire’de ne yapmanız gerektiğini de ben değil o söylesin: “Sokağı dinleyin, insana kulak verin, hikâyeye inanın.” Ben de bir ekleme yapmak isterim ama: Bir kahvehaneye oturun, elinizde bir Mahfuz kitabı, kulağınızda da Ümmü Gülsüm olsun. Evet, şimdi her şey Kahire oldu.
Binlerce yıllık tarihi olan Girit’e hakkını veren bir Giritli idi Kazancakis. “Doğu’dan gelen medeniyetin şafağını Avrupa’da alan ilk ülke” olarak tanımladığı Girit topraklarını, “Büyük mücadelelerim sırasında kuvvetle kavrayıp sevdiğim bir dost eli gibi sıkardım.” diyecek kadar sevdi. Gel gör ki 1957 yılında Almanya’da vefat ettiğinde naaşının Girit topraklarında defnedilmesine, aforoz edildiği Ortodoks Kilisesi tarafından izin verilmedi. Fakat sevenleri onu bir şekilde Venedik surlarının kale burçlarından birinin altına defnetti. Mezar taşında yazılanlar her şeyin, olması gerekenin ve kulağa edilecek küpenin bir özeti gibi:
“Hiçbir şey ummuyorum/Hiçbir şeyden korkmuyorum/Özgürüm.”
Hepimize özgür bir hayat ve iyi tatiller dilerim!