
Ülkemizde sonbaharda başlayan festival sezonunun geç ve en önemli duraklarından Ankara Film Festivali bir kez daha bir hafta boyunca sinemaseverleri Kızılay’da buluşturdu. Dünya Kitle İletişimi Araştırma Vakfı tarafından bu yıl 36. kez gerçekleştirilen en köklü festivallerimizden Ankara Film Festivali ulusal yarışma bölümleri ve dünyadan yılın merak edilen filmlerinden oluşan seçkilerle seyircilerine iştah kabartan bir program sundu. Festival takip edenlerinizin yakından tanıdığı bir deneyim olarak zengin festival programları içerisinden herkesin kendi uygunluk durumu, zevkleri ya da beklentilerine göre düzenledikleri kişisel izleme planlarıyla koşturmacanın içine düştüğü bir haftayı burada da geride bıraktık. Biz de programdan Ulusal Uzun Film Yarışması’nda yer alan filmleri takip ederek bu keyifli festival koşturmacasına katıldık.
Türkiye’den bu sene içerisinde çıkmış yeni sekiz filmin yer aldığı yarışmaya bakınca ne kadar birbirlerinden farklı hikâyeleri ve kahramanları olsa da her bir filmin üzerine ortak bir sıkıntının sindiğini koklayabilmek mümkün sanki. Bir köşeye sıkışmış, nefes alacak bir çıkış yolu bulmaya çalışan kahramanlar neredeyse tüm yarışma filmlerimizi ortak bir kümede buluşturuyor. Filmler üzerine ayrı ayrı konuşmaya başlamadan önce bu genel hissiyata değinme ihtiyacım, bir sinema yazarının sorumlulukları arasında eleştiri yazmanın yanısıra tarihe not düşmenin de yer aldığını görmemden kaynaklanıyor sanırım. Bahsini ettiğim bu his, bir sinema yılını anarken ülkeye dair dönüp bakıldığında hatırlanacak bir “zamanın ruhu” algısını yaratmada film festivallerinin ulusal yarışma bölümlerinin ne kadar kritik bir role sahip olduğunu da düşündürüyor kaçınılmaz olarak. Festivallerde ulusal yarışma bölümlerini takip etmek, ülkenin farklı köşelerinden başka hikâyelere beyazperdede şahit olurken o yıl neleri dert edindiğimizi, nelere güldüğümüzü ve kolektif olarak neler düşündüğümüzü görmemize yardımcı oluyor ve olacak.
Zamanın ruhunu takip üzerine böyle bir giriş yaptıktan sonra yarışmada yer alan tek dönem filmiyle konuya başlamanın muzip bir giriş olacağını düşünüyorum. 2011 yılında Güzel Günler Göreceğiz filmiyle Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde büyük ödülü kazanarak adını duyuran Hasan Tolga Pulat yeni filmi Parçalı Yıllar’la seyirci karşısına çıktı. Başrolündeki Yetkin Dikinciler’e prömiyerini yaptığı Antalya’dan En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü kazandıran film, 1970’lerin ikinci yarısında Türkiye’de sinema sektörünün savrulduğu erotik film furyasının ortasında kalmış bir hikâye anlatıyor. İdealist bir tiyatro oyuncusu olan Aytekin, hayatını adadığı bu mesleği yaparak hayatını geçindiremediği, birçoğumuza tanıdık gelecek çaresiz bir durumda. Kıt kanaat geçinmeye çalışırken kansere yakalanan eşinin tedavisi ve üniversitedeki siyasi çatışmalarda aktif rol alan oğullarının eğitim masrafları iyiden iyiye hayatı zorlaştırıyor. Plotun bu kadarından bahsedince dahi Aytekin’in utana sıkıla erotik filmlerde rol almak zorunda kalacağını tahmin edebildiğimiz Parçalı Yıllar’ın senaryosu bu beklenilirlik sorununun altından kalkabilecek bir güç gösteremiyor ne yazık ki. Dönemi yorumlamada ve oradan bugün geçerliliği olabilecek bir mesaj çıkarmakta zorlanan filmin en büyük kozu sempatik oyunculuk performansları. Yeşilçam filmlerinin izinde bir anlatıyı sahiplenen filmin, başta Dikinciler olmak üzere oyuncu performanslarıyla benzeri bir sıcaklığı yakaladığını söylemek mümkün. Aynı şekilde akılda kalıcı birkaç sahneyle kendinden beklenecek bir güldürü yaratmayı da başaran filmin sorunları da yine Yeşilçam filmlerimizde görmeye alışık olduğumuz noktalardan kaynaklanıyor. Gidişatı tahmin edilebilir hikâyesini derinleştiremeyen senaryosu bir noktadan sonra tekrara düşen ve uzatılmış hissettiren bir iyi adam öyküsüne dönüşüyor.

Bu kez günümüzden ve daha farklı bir iyi adam hikâyesi sunan Kesilmiş Bir Ağaç Gibi yarışmada yer alan bir diğer filmdi. İlk filmi Dolanma’dan bu yana 10 yıl geçen yönetmen Tunç Davut, ikinci filminde günümüz Mersin’inde bir ailenin hikâyesine odaklanıyor. Söz konusu “iyi adamlıktan” dili yanacak olan Refik 70 yaşında emekli bir inşaat mühendisi. Kurban Bayramı yaklaşırken aile içinde konuşulması gereken ciddi konuların da biriktiğini öğrendiğimiz bir noktada tanışıyoruz karakterlerimizle. Almanya’da yaşayan kızı Nalan’ın dönüşü ve daha önce girdiği işi batırmanın verdiği gerginlikle hayata tutunmaya çalışan oğlu İhsan’ın da gelmesiyle aile toplanıyor. Film bu noktada aralarında çatışma yaşayabilecek bu üçgeni kurmuş olmasına rağmen hikâyesinin fitilini “dışarıdan” bir öğeyle ateşlemeyi tercih ediyor. Yalnız başına yaşayan Refik’in ev işlerini üstlenen Suriyeli genç yardımcısı Nesrin ve onun Türkçe bilmeyen iki oğlu bu aile hikâyesinde oldukça kritik bir yer tutuyor. Nesrin’in ardında çocuklarını bırakarak ortadan kaybolması bir anda aile meselelerinin önüne geçecek kadar büyük bir bilinmez yaratıyor ve filmi de belli bir süre bu merak unsuru taşıyor. Ancak neredeyse tüm yapısını karakterlerinin yüzleşmesi üzerinden kuran film, bu sahnelerin belli ki zamanlamalarındaki tercihleri sebebiyle yükselmeyi bekleyen senaryosunu aksaklaştırıyor. Bir ailenin hikâyesini evlerine girip sonra hemen kaybolan bir göçmenin dahliyle bir gerilim inşa etme fikri filmin en ilgi çekici yanı olsa da yapı oluşturulurken netleştirilememiş gibi duran öğeler, filmin vurucu olması gereken sahnelerinde odaksız bırakılmış seyirciden istediği reaksiyonu göremiyor.

Yarışma filmlerinden bir diğerine geçerken daha farklı bir ailenin evine konuk oluyoruz. Aldığımız Nefes, şehir yerleşiminden uzak bir fabrika kasabasında babası, hasta babaannesi ve biri kendinden büyük üç erkek kardeşiyle birlikte yaşayan 11 yaşındaki Esma’yı kahramanı olarak tanıtıyor bizlere. Çarpıcı bir açılış sekansıyla seyircisinin dikkatini en başından elinde tutmaya niyetlenen film, izleyeceğimiz hikâyenin kırılma noktalarını hissettirmeden seyircisine adım adım açıyor. Fabrikada gerçekleşen yangınla kasabadaki ve doğal olarak Esma ve ailesinin evindeki gündelik yaşam sağlam bir darbe alıyor. Ormana sıçrayan ve bir türlü söndürülemeyen yangın gittikçe yerleşim noktalarına yaklaşıyor ve her şeyin hâlihazırda zor şartlarda sürdüğü evleri tahliye tehlikesi kapıya dayanıyor. Film bu çerçevenin içerisinde gördüğümüz karakterlere zaman zaman dönse de aslen Esma’yı izlememizi istercesine devamlı ona dönüyor. Esma kardeşleriyle vakit geçiriyor, işlerinde babasına yardım ediyor, olan olayları uzaktan takip ediyor ya da abisine birçok konuda imreniyor. Genel olarak şık bir prodüksiyona sahip olan filmin yarattığı etkileyici resimlerle anlatıyı işlevsel şekilde ilerletebildiğini söylemekse pek mümkün değil. Esma’ya bakmak, kahramanla kurduğumuz ilişkiyi belli bir mesafede tutuyor ve her ne kadar kendini son sekanstaki kırılma noktasına kadar takip ettirebilse de bir anda kahramanımızı yeterince tanımadığımızı fark ediyoruz. Toronto Uluslararası Film Festivali’nde dünya prömiyerini gerçekleştiren Şeyhmus Altun’un ilk filmi Aldığımız Nefes, Ankara’dan da En İyi İlk Film, En İyi Erkek Oyuncu ve En İyi Sanat Yönetmeni kategorilerinde toplam üç ödülle ayrıldı.

Festivalden En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Bedir Bedir) ödülünü alarak eli boş ayrılmayan bir diğer film olan Perde’deyse farklı türden bir tehlike ana kahramanı Samet’in kapısına dayanıyor. Aslında hayatının mutlu günlerinden birinde olan Samet çalıştığı şirkette genel müdürlüğe terfi etmesini yakın arkadaşlarıyla kutlayacakları bir akşama doğru giderken beklenmedik bir olay yaşar. Eve çıkmadan önce apartmandaki kedileri besleme niyetindeyken aralık kalmış bir perdeden giriş kata yeni taşınan komşularını giyinirken görür ve yakalanır. Hemen oradan uzaklaşır; geri döndüğünde olayların büyüdüğünü ve kendisinin yerine apartman kapıcısının röntgenlikle suçlandığını görüp hiçbir şey bilmiyormuş gibi davranarak akşam yemeğine döner. Film, durumun kendisinden doğan mizahı ve eninde sonunda ibrenin Samet’e döneceği beklentisinin süregelen gerilimiyle oldukça seyirci dostu ve takibi eğlenceli bir senaryoya sahip. Henüz açılışında tüm bu söz konusu büyük olayın aslına şahit olmuş izleyici olarak elimizde kalan motivasyonsa olayın nasıl açığa çıkacağı ve durumdan haberi olmayan diğer karakterlerimizin tepkileri oluyor. Buradan itibaren neredeyse tamamı yemek masasında geçen film bir oda oyunu tarzında diyaloglar üzerinden işliyor. Tahmin edebileceğiniz üzere filmin yükünün büyük bir kısmı da oyuncu performanslarına yükleniyor. Asıl olayımızın dönüp dolaşıp yeniden kapıyı çalacağı anı beklerken masadaki sohbetler sırasında beyaz yakalı orta sınıfın gündelik yaşamlarına dair hicivler ve yan hikâyeler üzerinden dozunda çatışmalar izliyoruz. Kurduğu bu anlatı çerçevesinin dışındaki dünyaya dair çok bir şey düşündürtmeyen Perde, kapıcı ve ailesinin durumunu masadaki karakterlerimizle temsil edilen sınıfın ne kadar ikiyüzlü olduğunu göstermek için kullanmakla yetiniyor. Hâlihazırda yüzeysel kalan toplumsal yorumlarının ve oyuncularının performansları sayesinde çıkarabildiği refleks güldürünün üzerine final sekansında çözünme yolunu tercih etmesiyse ne yazık ki parlak başlayan filmi iyice zayıflatıyor.

2015 yapımı ilk filmi Nefesim Kesilene Kadar’ı benim kadar sevenlerdenseniz Emine Emel Balcı’nın ikinci filmi için sizin de gözünüz yollarda kalmış olmalı. Bu sene İstanbul Film Festivali’nde prömiyerini gerçekleştiren Buradayım, İyiyim sinemamızda örneğine pek rastlamadığımız bir konunun, doğum sonrası depresyonunun etrafına inşa ediyor hikâyesini. Performansıyla Adana Altın Koza Film Festivali’nde ödüllendirilen Bige Önal’ın canlandırdığı Filiz, kendisini annelik rolüne henüz hazır hissetmeyen genç bir kadın. “Anlayışlı” bir koca ve “çok” ilgili akrabalarla dolu evin içinde boğulacak gibi hissederken bir an önce çalışma hayatına geri dönüp kendini toparlamak istiyor. Hikâyenin başka bir form almasını sağlayacak karşılaşmaya dek geçen sürede film, bu durumdaki bir kadının gözünden görünen sıkışmış dünyayı filme yansıtma konusunda kendine hayran bırakacak bir işçilik sergiliyor. Seyirci olarak sempati kurduğumuz kahramanımızın bir boşluk bulup nefes alabileceği anı beklerken Elit İşcan’ın canlandırdığı Şule karakteri ve onun hikâyesi filme dahil oluyor. Filiz’i içinde bulunduğu bu kabusvari sıkışmışlıktan çıkaracak karşılaşmanın dışarıdan gelmesi gerektiğini hissediyoruz bu aşamada izlerken. Ancak gizemli bir girizgahın ardından Filiz’e peşinden gidilecek bir yol sunan Şule’nin hikâyesi, Filiz’in yanısıra seyirciyi de filmin ilk yarısındaki dünyadan koparıp çıkarıyor biraz. Bu noktada senaryonun götürdüğü yere ikna olup takip ettiğinizde ise buradaki dayanışmanın bizi annelik kimliğiyle barışarak iyileşebilme finaline nasıl ulaştırdığı sorusu biraz havada kalıyor. Buna rağmen Balcı, böylesine yoğun ve hassas bir dünyayı yaratabilmenin karşılığını hem ana jüriden hem de FİLM-YÖN jürisinden gelen En İyi Yönetmen Ödülü ile aldı.

Seyfettin Tokmak’ın bu yıl gösterildiği Tallinn, Taipei ve Antalya’da aldığı ödüllerle adından söz ettiren ikinci filmi Tavşan İmparatorluğu annesini yeni kaybetmiş 12 yaşındaki bir çocuğun öyküsüne odaklanıyor. Yaşadıkları küçük taşra kasabasının her köşesinde Musa’nın hayatını zorlaştıracak bir unsur var. Babası Beko ve onun her işine koştuğu, aynı zamanda okulun müdürü olan, kasabanın ağası Muzaffer, Musa için dünyadaki kötülüğün olağan failleri. Muzaffer okulu da bir ticarethane olarak gören, devletten ödenek alabilmek adına çocuklara engelli rolü yaptırma planını sürdüren bir dolandırıcı. Onun lafından çıkamayan ve karşısında sesini çıkaramayan Beko da illegal tazı yarışları dâhil her türlü kirli işine koşarak kendisinin ve Musa’nın geleceğini kurtarabileceğine kendini inandırıyor. Böyle ufak ve çıkmazı olmayan bir dünyada annesini kaybetmiş olan Musa da kendine bir boşluk yaratarak gördüğü bu kötülere karşı baş kaldırmaya çalışıyor. Ancak belli bir sürenin ardından hikâye iyice açılınca gidişatı da, varacağı finali de tahmin etmek kolay bir hâl alıyor. Zincir bir sistematik zorbalığa ve sömürüye işaret eden oldukça basit ama ağır bir hikâyeye sahip film. Muzaffer tarafından ezilen Beko eve gelip kendi gücünün geçtiği Musa’dan çıkarıyor acısını. Film, kendine bu konuyu anlatmayı görev edinirken bu istismar denklemini işaret etmekle yetinip denklemin üst kurumlarına karşı oluşabilecek herhangi bir söylemden kaçınıyor. Filmde Muzaffer’in de başını ezen bir gücü (ya da imasını) göremediğimiz sürece ortaya “dünyada böyle kötü insanlar var” sonucundan fazlası çıkamıyor ne yazık ki. Bunun yanısıra özenli prodüksiyon tasarımıyla özellikle Musa ve Nergis’in nefes alabildikleri nadir sahnelerde incelikli anlar yakaladığını da belirtmek gerek.

Bireysel, sistematik ve kurumsal bir istismarı başka bir noktadan gösteren başka bir dünyaya geçelim. Yarışmanın ve belki de bu yılın sinemamızdaki en dinamik örneklerinden biri olan Atlet, başarılı bir halterci olma yolunda çalışan Hatice’yi tanıştırıyor bizlerle. Koçuyla birlikte önlerindeki önemli turnuvalara hazırlanırken bir yandan o zamana kadar elde ettiği iyi dereceleri de bakanlıklardan maddi destek alabilmek üzere kullanmaya çalışıyorlar. Kulağa aşina “her zaman yanınızdayız” minvalinde havada kalan sözler, gösterişi yapılmak yerine denize atılacak herhangi bir iyiliğe yanaşmayan kurumsal dili güzel bir örnekle filme iliştiriyor. Annesiyle birlikte yalnız yaşayan Hatice, önüne konulan başarılı olursa hayatının kurtulacağı motivasyonuyla ama onun da ötesinde herhangi bir maddi karşılığını düşünmeden yalnızca başarmak üzere hedefine odaklanıyor. Bu hikâyede kahramanımızın başındaki en büyük istismarcı, manipülasyonu bir ata sporu olarak yapan koç karakteri. Hatice’yi ikna ettiğini gördüğümüz planına göre Hatice turnuvadan önce hamile kalıp hormonlarını arttıracak ve turnuva sonrasında kürtaj yaptırarak testlere yakalanmadan bir doping hilesi gerçekleştirip avantaj sağlayacak. Filmin ele aldığı, oldukça hassas konu, tetikleyici olabilecek sahnelerden kaçınmadan sert bir anlatı sunuyor. Zorlayıcı bir deneyimin yanısıra kahramanın edilgenliği üzerinden de seyirciler arasında bir tartışma alanı açan film öte yandan teknik departmanlarındaki işçilikle göz alıyordu. Öyle ki, başrolündeki Sevda Baş’ın oyunculuk ödülü dışında film üç ana teknik kategoride jüri tarafından ödüllendirildi.

Daha önce kısa filmleri ve ilk uzunu Ela ile Hilmi ve Ali’yle ismini duyuran Ziya Demirel’in yeni filmi En Güzel Cenaze Şarkıları yarışmada gördüğümüz en özgün sinema diline sahipti. Uçları birbirine tutturulmamış ayrı 6 perdeyle anlatılan hikâyenin merkezinde kocasının vefatını ve daha başka şeyleri de henüz atlatamamış Saadet yer alıyor. İzlediğimiz her bir perdeyle ayrı bir epizoda şahit olarak takip ettiğimiz sık sık ağlayan bu kadının etrafında dönen hikâyeler bütünü formülü filme kurgu açısından büyük bir canlılık katıyor. Seyir deneyimi açısından yoruculuğun tam aksine bir sonraki bölümde karşımıza çıkıp çıkmayacağını bilmediğimiz bir sürü karakteri çok sevmemizi ve yeniden görmek istememizi sağlayan doğallıkta bir kalem var. Annesi, ablası, iki oğlu, onların aileleri, kaybettiği kocasının dostlarıyla büyük bir aile olarak bir araya gelinen ev partisiyle film geniş posterine ulaşıyor. Vefat eden baba için düzenlenen bu özel doğum günü epizodu, genelde sinemamızda görmeye alıştığımız “yüzleşmelere” hiç pas vermeyip fazlasıyla içten anlar sunuyor önümüze. Her fırsatta büyük laflar etmek için can atan karakterlerin olduğu kendini ciddiye alan senaryolardan biraz sıyrılınca ne kadar yaratıcı ve eğlenceli olabildiğimizi gösteriyor bu film bana kalırsa. Adım adım seyircisinin kanına girip mizahını kabul ettiren En Güzel Cenaze Şarkıları, izlerken doya doya gülünebilecek, buna rağmen kalbi kırılabilen ve bunda beis görmeyen karakterlerini alay konusu etmeden perdeye yansıtabilecek hassaslığa sahip bir film. Duygusal reaksiyonunun en yüksekte olduğu noktada final yapmayı reddedip altıncı bir perdeyle takip ettiğimiz hikâyenin görmeyi en az bekleyeceğimiz kısmını finale dönüştürmesinin kişisel olarak filmin bütünündeki oyunbazlığa çok yakıştığını düşünüyorum. Her bir performansın ayrı bir iz bıraktığı oyuncu kadrosunda Meltem’i canlandıran başarılı oyuncu Çağdaş Ekin Şişman ana jüri tarafından En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülü’ne layık görülürken film de Sinema Yazarları Derneği jürisi tarafından En İyi Film seçildi.

Başkentin meşhur soğuğuna maruz kalmadan dolu dolu geçirdiğimiz bir haftayı bu filmleri izleyerek geride bıraktık. Bu seneyi bu filmlerle, Ankara sokaklarında bu filmleri konuştuğumuz sohbetlerimizle, ödül kazananlarıyla ya da kişisel favorilerimizle, yani sinemaseverlerin yaptığı gibi hatırlayacağız. Bu yazıyı da festivalde bu sene ödül kazananların tam listesini paylaşarak kapayalım!
İnci Demirkol En İyi Film Ödülü: Tavşan İmparatorluğu
En İyi Yönetmen Ödülü: Emine Emel Balcı (Buradayım, İyiyim)
Onat Kutlar En İyi Senaryo Ödülü: Seyfettin Tokmak (Tavşan İmparatorluğu)
En İyi Kadın Oyuncu Ödülü: Sevda Baş (Atlet)
En İyi Erkek Oyuncu Ödülü: Hakan Karsak (Aldığımız Nefes)
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülü: Çağdaş Ekin Şişman (En Güzel Cenaze Şarkıları)
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülü: Bedir Bedir (Perde)
Mahmut Tali Öngören En İyi İlk Film Ödülü: Aldığımız Nefes
En İyi Kurgu Ödülü: Semih Gülen, Arda Çiltepe (Atlet)
En İyi Görüntü Yönetmeni Ödülü: Ayşe Alacakaptan (Atlet)
En İyi Özgün Müzik Ödülü: Eylül Deniz Keleş (Atlet)
En İyi Sanat Yönetmeni Ödülü: Sevi Sevgi (Aldığımız Nefes)
SİYAD En İyi Film Ödülü: En Güzel Cenaze Şarkıları
FİLM-YÖN En İyi Yönetmen Ödülü: Emine Emel Balcı (Buradayım, İyiyim) & Seyfettin Tokmak (Tavşan İmparatorluğu)
En İyi Belgesel Film Ödülü: Kardeş Türküler ile 30 Yıl
Ulusal Kısa Film Yarışması En İyi Kısa Film Ödülü: Yaşarım Bence (Müzisyen Olan Değil)
Ulusal Kısa Film Yarışması Mansiyon Ödülü: İnziva
VEKAM Ankara Filmleri Ödülü: Bir Tutkunun Hikâyesi