Ana SayfaRöportajlarNostalji değil bellek: Ankara’nın belleğinin peşinde “Ankara Apartmanları”

Nostalji değil bellek: Ankara’nın belleğinin peşinde “Ankara Apartmanları”

Şubat ayının 3’ünde, havası ve rengiyle çok şık bir Ankara gününde, Instagram’da Ankara Apartmanları olarak bilinen ve çok sevilen hesabın sahibiyle yine kendisinin seçtiği bir mekanda tanıştık ve röportaj yaptık.

Neslihan Atcan Altan

O gün her ikimiz de bugünlerin yaşanacağından bihaber, şehir, binalar, binaların hikayeleri, şehir belleği üzerine konuştuk. Ben o gün çok şey öğrendim. Kimliğinin anonim kalmasını isteyen “Ankara Apartmanları”nı tanıdığım için de ayrıca mutlu oldum. Şu yaşadığımız kolektif acı ve tuttuğumuz yas üzerine bu röportaj daha da anlam kazandı benim için. Herkese sevgiyle!

Öncelikle bizi kırmayıp bu röportajı gerçekleştirmeyi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Biraz sizi tanıyabilir miyiz?

Önce şundan başlayayım; mimar ve Ankaralı değilim. Ankara’da okudum ve dört yıl boyunca Ankara’dan gideceğimi düşündüm ama gidemedim, bir de yüksek lisans okuyayım dedim ve şehir üzerine çalışmaya başladım. Tezimde de soylulaştırılma üzerine çalıştım ve sonra gidememeye devam edip doktora yapmaya karar verdim ve onda da başka bir semtin soylulaştırılmasını, farklı bir bakış açısıyla çalıştım. Sonrasında akademide devam etmedim ama araştırma merakım ve onu bir çıktıya dönüştürme kaygısı devam etti.

1995’te Farabi’ye geldim, 2001’den sonra Güvenlik Caddesi’nde yaşadım. Şimdi de bu civardayım. Kentsel dönüşüm yasasından sonra binalar yıkılmaya başlamıştı ve belki de çoğunluğun dikkatini çekmeyen bir şekilde Ankara’nın farklı mimari dokusunu fark ediyordum. Modern, ondan önce de yerel ve klasik bir mimarisi var Ankara’nın, özellikle de apartmanlarının. Bu mimarinin örnekleri buralarda çok fazlaydı ve işte onlar yıkılmaya başladı. Çoğu da yıkılmıştı zaten. En azından bunları belgeler ve insanların hatırladıklarını bir platforma aktarırım diye düşündüm.

Bir Ankaralı olarak gerçekten bu yolları, bu sokakları çok kereler yürümüş olmama rağmen ben de fark etmedim. Sizin hesabınızı takip ettikten sonra bir uyanış oldu: “A, evet, bu ev, bu apartman” diye…

Bir arkadaşım o durumu şu şekilde ifade etti: “Ankaralıların kafasını yerden kaldırttın. Artık yukarıya, apartmanlara bakarak yürüyorlar.” Bu kadar genele yaymak doğru değil tabii… Benim de Ankara’nın kendine özgü bir apartman yapısı olduğunu fark etmem Büklüm Sokak’taki bir apartmanla olmuştur mesela.

Hangisi acaba? (Büklüm Sokak’ta 30 yıl yaşamış biri olarak heyecanlandım)

Tunalı’dan girip sola dönünce ikinci ya da üçüncü apartman, 55 numara. Altında poster satan bir dükkan vardı ve ben canım sıkıldıkça oraya giderdim. Her gittiğimde de o binaya bakardım. İki yanında çıkma pencereleri vardı. Ankara’ya özgü bir planı var zaten… Salon ortada, daire oradan ısıtılıyor, koridor yok, bütün odalar salona bakıyor. Soğuğa karşı çift camlı. Evimin karşısında, Kıbrıs Sokağı’nın köşesinde de iki tane benzer bina vardı. Bir tanesinde de bir çocuk vardı ve çocuk o iki camın arasında oturup gelip geçeni izlerdi. Bu çıkma camlar benim yaşadığım diğer şehirlerde yoktu. Mesela Antalya ve İstanbul’da camlar genelde daha büyüktür ve hatta bazılarında yere kadardır. Bunları da sonradan öğrendim aslında. Çünkü binaların mimarisine değil, hikayelerine meraklıydım.

O merak nasıl başladı?

Lisedeyken siyaset tarihine çok merakım vardı. O zaman abim Ankara’da okuyordu ama ben Ankara’ya gelmek istemiyordum. O da bana Metin Toker’in kitaplarından verdi, “Al oku, sen meraklısın” diyerek. O kitaplarda sürekli bir Ankara bahsi vardı. Metin Toker mesela Pembe Köşk’ten çıkarken Menderes’le Zorlu’yu görüyor; yürüyüşe çıkmışlar, şimdi olmayacak şeyler işte. Başbakanla dış işleri bakanı çıkacak, yürüyecek. Sonra edebiyatçıların bu kadar sık burada yaşadıklarını bilmiyordum ama araştırmaya başladıkça öğrendim. Daha çok siyasetçiler üzerinden gidiyordum. Zamanla da mimari anlatı yerine siyasi ve kültürel tarih oturmaya başladı ve o yüzden hesabın mottosu “Ankara’nın Apartmanlı Tarihi” ya da “Apartmanlı Ankara Tarihi”. Arada değiştiriyorum kimse fark etmiyor. (Gülüşmeler)

Ben hiç fark etmemişim sizin mottoyu değiştirdiğinizi. Peki bu hesabı neden açtınız ve neden Instagram’ı uygun gördünüz platform olarak?

Ben bunu 2011-2012 gibi düşünmeye başladım. O zamanlar Sivil Mimari Bellek daha çıkmamıştı. Kafamda bir belgesel veya blog fikri vardı ama blogu besleyecek kadar derin bir metin elimde yoktu. Sonra Instagram’ı keşfettim, önce görselin sonra da kısa bir metnin geliyor olması benim işime yarayacak bir altyapıydı. İlk paylaşımı da 2016 ya da 2017’de yaptım.

2016’ymış. Cinnah 19 paylaşımı. Hesabın getirileri ne oldu?

Benim için soruyorsanız ortak üretim yapabileceğim bir ağ oluştu diyebilirim. Şimdi de farklı farklı projeler var. Çoğunun apartmanla alakası yok ama burası sayesinde Ankara’da beraber buna kafa yorabileceğimiz çok insanla tanıştım, hesap sayesinde özellikle son bir kaç yılda çok değerli arkadaşlarım oldu. Bir de Ankara’yı sevdirmeye çalışırken sevmeye de başladım, sanırım hesabın samimiyeti de bundan kaynaklanıyor.

“Nostalji bana göre tehlikeli bir duygu. Seçicidir bir kere… Sadece iyiyi alır çıkarır, bu yüzden de yanıltıcıdır.”

Hesabın nostaljik bir durumu, misyonu var mı?

Benim nostaljiyle bir derdim yok aslında. Bir gün öncesini bile düşünmem. Hesabın alt başlığı “Nostalji değil bellek”. Bunu yapan yalnız ben değilim elbette, özellikle Facebook’a girerseniz orada gayet kaliteli gruplar var, buralarda bildiklerini bulduklarını paylaşan onlarca isim var, ben de onlar gibiyim ama farklı bir yerinden tutuyorum. Nostalji bana göre tehlikeli bir duygu. Seçicidir bir kere… Sadece iyiyi alır çıkarır, bu yüzden de yanıltıcıdır. Bellek daha kapsayıcıdır. İçinde iyisi de kötüsü de var. Bu da şu açıdan önemli, bizim gelecek nesillere olanı biteni, ne kadar öznel de olsa deneyimlerimizi aktarmak gibi bir yükümlülüğümüz var. Bunun için illa tarihçi olmak gerekmiyor, herkes çocuklarına, öğrencilerine, gelen nesillere bilgisini aktaracak ki insanlık bir yere doğru daha hızlı evrilebilsin. Bu olmadığında bellek kayboluyor, aynı hatalar tekrarlanıyor. Bunun da en çok yaşandığı alan ne yazık ki siyaset. Bugün eleştirdiğimiz durumlar geçmişte de yaşanmış. Sanılanın aksine binalarla da birkaç tanesi dışında bir gönül bağım yok.

Bütün romantizmi bozdunuz.

Evet, bir hocamız var Hacettepe’de. Onun bir lafı var: “Biz Orta Doğu’da yaşıyoruz. Üzülme hakkımı binalardan yana kullanmak istemiyorum” diyor. (Gülüşmeler) Ben de ona katılıyorum. Hatta o önceden benim romantik yaklaştığımı zannediyormuş. “Yok” dedim, “ben yıkılanı belgeliyorum”. Ki yıkılması benim yaptığım işi daha kıymetli kılıyor. Karakterli apartmanlar ya da simge binalar yıkıldığında elbette için sızlıyor ama yerine yapılanı gördükçe daha çok üzülüyorum. Mahallelerin, caddelerin, sokakların yıllar içinde oluşturduğu dokular birkaç binanın yıkılmasıyla sekteye uğrayabiliyor. Parseli sınırına kadar kullanan, koyu renk camları, alüminyum korkuluklu, hatta çakma sütunlu, dışarıdan led aydınlatmalı apartmanlar yapılıyor. Yaptığım iş, yıkılanların çetelesini tutmak, varsa hikayelerinin peşinden koşmak ve bunu kayda almak ama genel olarak da belleğe katkıda bulunmak gibi bir fonksiyonu var. Bundan dolayı da bir Ankaralılık ya da kentlilik bilinci de oluşuyor gibi geliyor. Bu sadece benimle başlayıp biten bir şey de değil, buna katkıda bulunan onlarca insan var. Kimi mimari tarihini anlatıyor, kimi insanları, kültürel ve sosyal hayatı ya da siyasi tarihi. Ben bunların kesişimine konumlandırıyorum Ankara Apartmanları’nı. Böyle hikayeler eğlenceli kılıyor. Havalar düzeldiğinde ilginizi çekerse sözüm olsun, Şili meydanında durup sekiz tane hikaye anlatabiliyorum.

Harika olur. Çok isterim.

İşte bunlar çok eğlenceli geliyor bana ama binanın, şehrin benimle konuşması lazım. Ankara’nın İstanbul’dan, Bursa’dan ya da yaşadığım diğer şehirlerden farkı, sizinle konuşmaması. Mesela Antalya’da yaşadığım yer Kale’nin hemen arkasındaydı. Hadrian Kapısı ama Üç Kapılar da derler. Ben her gün onun önünden geçerdim. Bizim ev de Kale’nin içine bakıyor yukarıdan. İşte eski evler, kale yapısı, yivli minare falan. Orada işte tarih konuşuyor, çocuk da olsam merak ediyorum.

Ankara Apartmanları
“96’lar Apartmanı” (Mimar: Arman Güran)

Bursa’da yaşadığım yer de eski Rum mahallesi mesela. Öyle derler ama karşı sokakta, okulumun da karşısında Ermeni Katolik Kilisesi vardı, ki hala var. Onu söylüyorum insanlara; ben evden okula diye çıktığımda daha okul yolunu yarılamadan anlatabileceğim bir buçuk saatlik hikayem var, çünkü şehir konuşuyor. Bir köprü var, yanında tarihi başka bir bina var. Atatürk oraya iki kere gelmiş. Orada Mahfel diye bir yapı var, Celal Bayar’ın orada silahlı fotoğrafı var, vatanı savunmak için ant içmişler. Onun yanında meyhaneler sokağı var, karşısında cami var. Ezan okunduğunda meyhanelerden kadeh kaldırılırmış. O yüzden kapatılırmış zaman zaman meyhaneler, çünkü müftü kadıya yazı yazarmış, kapattırırmış falan. Böyle tonlarca hikaye var çünkü şehir konuşuyor.

Ankara’da, özellikle Ulus’tan bu tarafa geldiğinizde, hiçbir şey yokmuş gibi geliyor. Şehir bir şey söylemiyor. Binalara bakıyoruz, ben biraz dönemini çözüyorum; 80’lerin yapısı ayrıdır, 90’ların malzemesi, pencere yapısı falan ayrıdır. İnsanlar onu da çok fark edemiyor. Onun dışında elçilikler, parklar, sokaklar, caddeler ve mahalleler hepsinin hikayeleri var. Mesela “Cinnah 19” da şu şekilde gelişti: Ben eve yürürken Cinnah 19’un arka grill yüzeyini görüyordum ve abimle de hep bakıyorduk ama uzun zaman hiç önüne gidip bakmak aklıma gelmedi. Çok sonra, belki 15 yıl sonra “A, bunun ön cephesi de böyleymiş” dedim. Hesabın fonksiyonu da bu bende. Yanımda biri varsa anlatıyorum. Kimisi sıkılıyor. Bir arkadaşım var mesela “Sen bunlarla çok eğleniyorsun galiba” dedi, “Sen eğlenmiyor musun?” dedim, “Hayır” dedi. Hala çok iyi arkadaşım ve hala çok sıkılıyor. (Gülüşmeler) Ama mesela Enver ve Hakan Kaynar’la bir gün üç sokak yürüyelim dedik; burada Sevgi Soysal yaşamış, burada Attila İlhan’ın evi varmış derken bir saat sürdü.

Aslında iyi bir arşivcisiniz değil mi?

Kötü bir arşivci, iyi bir belgeleyiciyim. 1997’de fotoğraf çekmeye başladım ve o da sıkıntıdan yapmaya başladığım bir şeydi. Sıkılıyorum, kitap oku oku bir yere kadar… Evde de makine vardı, hadi dedim öğreneyim, meşgale olur, hem de evden çıkartır. O şekilde bir sürü tuhaf fotoğraf kaldı elimde. Kimsede yok. Varsa da paylaşmıyorlar en azından. İnsanlar kendi arşivlerini ortaya çıkarsınlar. Ankara’nın orta sınıfının fotoğraf makinasına, video kameraya erişimi de merakları da biraz fazla. Böylece arka planda çok ilginç şeyler çıkıyor onların arşivlerinden. Mesela bende bir fotoğraf var, çok nadir paylaşıyorum, onda da yakın arkadaşlarıma gösteriyorum sadece; Farabi sokağın köşesinde yaşayan birisinin annesi ona hamileyken fotoğrafını çekmişler, balkonda. Arkada Cinnah 19 yapılıyor, tam da o grill cephe yapılırken çekilmiş. O bilmiyor mesela onun Cinnah 19 olduğunu, bana gösteriyor. Ben de bizim gruplara gönderiyorum. İşte bunun gibi evlerdeki arşivlerin çıkmasını istiyorum. Ufuk Önen’in belgeseli “Gri Değil, Siyah: Ankara Rocks!” bu yüzden önemli mesela. Filmde o kadar kıymetli şeyler var ki; Mesela Tunalı’nın gece hala arabayla geçilmesi… Belki ben de oradayım. Ben değilsem abim orada, onu biliyorum.

İnsanların nostaljik algıdan sıyrılıp bunun bir bellek çalışması olduğunu ve belleğin de önemli olduğunu anlamalarını istiyorum. Bu şekilde 20’lerden 60’lara kadar konut konusunda yapılan hataların tekrarlanmaması sağlanabilir. Bir de şunun farkına varılmalı; Ankara’da yaşıyoruz ve Ermeni nüfusu varmış, yoklar. Yahudi nüfusu varmış, gitmişler. yahudilerin bir kısmı gönüllü olarak gitti ama burada çok mutlu olsalar gitmezlerdi. Amerika’ya gideni var, İsrail’e gideni var. İşte Ermenileri sürmüşüz, biz de sürülmüşüz. Ben de göçmen bir aileden geliyorum. Babaannem Kırım Tatarı’ymış, oradan sürülmüş. Anneannem Makedonya’dan sürülmüş. Dedem Romanya’dan sürülmüş. Bir dedem buralı, o da Yörük. Onu da zorla bir yere oturtmuşlar “Gezme sen” diye. Demek istediğim bu topraklar bugün bizde ama, yarın da biri gelir bizi atar.

Ankara Apartmanları
“Gemi Ev” (Mimar: Danyal Tevfik Çiper)

Tüm bunların belgelenmesi dediğiniz gibi bu şehrin kimliğine katkıda bulunuyor değil mi?

Biraz daha ulvi bir yönden bakacak olursak Ankara’nın çok farklı bir kültürü var. Kendinden kentleşmeye çalışıyor, önceden kalan bir mirası yok. Olanı da reddediyor. Ankara, Cumhuriyet ile kurulmuş bir şehir değil; çok eski. Çankırı Caddesi, o eski Bankalar Caddesi’nden Gençlik Parkı’na kadar giden yol, kim bilir kaç yıldır buradaki yerleşimin ana caddesi. Anafartalar’ın altında tüneller olduğu söylenir. O tünellerin, dünyanın iki yerinde olan gladyatör mezarlarından birine ait olduğunu okumuştum. Ne kadar doğru bilemiyorum, o dönemlere çok da hakim değilim. Diğeri de Roma’da. İnsanlar farkında değil. Cumhuriyet ile modern bir kent yapısı kuruluyor ve İstanbul, İzmir ve Bursa gibi şehirlerin eski seçkinleri geliyor. Çevre illerden de memuriyette çalışmak üzere gelen halk var ve bunların oluşturduğu bir kültür var. Mesela 40’larda, 50’lerde bulvarın çok ayrı bir çevresi var. Eski videoları buluyoruz, herkes film sahnesinden fırlamış gibi. Şimdi o sahneyi film diye çeksek millet güler “insanlar bu kadar güzel mi giyiniyordu?” diye. Benim Ankara merakımı tetikleyen noktalardan biri de bu işte. Babam böyle anlatırdı Ankara’yı: “İnsanlar çok şık giyinir, kırmızıda durur, yaya geçidinde bekler” diye Türkiye gibi olmayan bir yer anlatırdı. 61-65 yılları arasında dedem milletvekilliği yapıyor. Babam da lise yıllarını burada geçiriyor. Onun anlattığı Ankara’yı ben birkaç yıl önce ortaya çıkan videolarda görünce anladım.

Sonrasında Ankara’nın geldiği yer biraz farklı. Mesela Behzat Ç. Ankara’yı popülerleştirdi derler ama benim çıkışım biraz da ona tepkiydi. Ben Bursa’ya, İstanbul’a gidip Ankara’nın güzel, düzenli, güvenli -artık değil- bir yer olduğunu anlatıyorum. Sonra birden Behzat Ç. çıkıyor, millet la’lı lu’lu konuşuyor. Payvonlar falan… Herkes birbirine “aga” diyor. İnsanlar bana “Biz seni farklı bilirdik, Ankara’nın nesini övüyorsun” falan diyorlar. (Gülüşmeler) Ben de diyordum ki “25 yıldır Ankara’da yaşıyorum, kimse bana “la” demedi bugüne kadar”. Bazı semtlere gidince duyuyorum şimdi. Hatta bir ara hesabın mottosu “Angara değil Ankara” olsun, güzel bir “elitistsin” linçi yerim diye düşündüm ki halihazırda yiyorum. (Gülüşmeler)

“Hesabı, benim Ankaralılar’a Ankara’yı anlatacağım bir yer gibi değil de, herkesin kendi deneyimini gelip paylaşabileceği bir platform olarak kurguladım.”

Sadece Çankaya paylaşıyorsun diyorlar, halbuki Altındağ, Yenimahalle hikayeleri de anlattım ama Çankaya, özellikle Ayrancı, Kavaklıdere, Ulus ağırlıklı olduğu doğru. Ben burayı bir platform olarak kurguladım. Benim Ankaralılara Ankara’yı anlatacağım bir yer gibi değil de, herkesin kendi deneyimini gelip paylaşabileceği bir platform. Ben kendi Ankara’mı anlatarak başladım işe, havasını soluduğum sokaklarını yürüdüğüm yerlerden başladım. Başkaları da gelsin kendi Ankaralarını anlatsın, ben bunu istiyorum.

Ankara’da farklı bir eğlence hayatı var. Sanki sürekli bir pavyon olayı varmış gibi bir durum oldu. O yüzden Ufuk’un yaptığı iş çok önemli mesela. Hem işin içinde, hem her şeyin kaydını da almış. O çok çok büyük şans. Ben filmin öyle bir omurgası olduğunu bilmiyordum. Biraz daha retrospektif bir şey zannediyordum.

Evet, hep arşivciydi Ufuk.

Ankara’nın çok ciddi bir eğlence kültürüne sahip olduğunu ortaya çıkarmak lazım işte. Ama artık o yok. Pavyon var, elektronik müzik var. Canlı müzik dinleyeyim desem, çok çok nadir bir şeyler yapılıyor. Ama bir sürü isim buradan çıkmış. Burada doğup büyümese de okumaya gelmiş, çalışmaya gelmiş. Orhan Veli’den tut da Pavarotti’ye, Dairo Moreno’dan ne bileyim Jehan Barbur’a kadar. İstanbul’da caz üzerine bir araştırma yapıyordum. Kiminle konuşsam Ankara’da ya büyümüş ya okumuş. Modacılarla konuşayım dedim, ilk konuştuğum Ayrancı’da yan sokağımda doğup büyümüş. Sinemacılar, tiyatrocular… Her alanda yani. Çoğuyla da takipleşip arada dertleşiyoruz hatta. Bir de böyle bir şey var; Ankaralı Ankara’yı unutmuyor ya da en azından yolu geçen Ankara’yı unutmuyor. Ben de istediğim zaman ayrılmış olsam Ankara’yı unutmazdım. Özetle, Ankara’nın bir potansiyeli var. Pandemi her şeyi değiştirdi ama hala her şey İstanbul’da. Şehirde ne tek bir sinema salonu var, böyle keyifle film izleyeyim, çıkıp yürüyerek gideyim diyebileceğin ne de bir caz müzik mekanı… Eskiden Kavaklıdere ve Akün sinemaları vardı. Mesela Kavaklıdere Sineması da çok matah değildi ama bir pasajı vardı ve Tunalı’daydı hiç değilse. Geçenlerde bir arkadaşım anlattı; abisinin Tunalı’da ofisi varmış ve bir gün bir misafir gelmiş. Ona bir şeyler alayım diye pastaneye gitmiş adamı ofiste bırakıp. Dönerken dalıp sinemaya girip film izlemiş. Filmin ortasında aklına gelmiş. (Gülüşmeler) Harika bir hikaye bu! Ya da içerdik mesela, “dur bu hızda içmeye devam edemeyeceğiz” derdik ve sinemaya giderdik duralım diye. Arkadaş sızardı. Abartıyorum tabi. (Gülüşmeler)

Ben de anneme “arkadaşımla buluşacağım” deyip gitmezdim. Kavaklıdere’ye gidip film izlerdim. Kavaklıdere çok çok özel benim için.

Kavaklıdere Sineması, benim Ankara’ya dair sevdiğim ilk şeydir mesela. Yaz başında önceki sezonun seçme filmleri gösterilirdi ve üniversitedeyken tam da finallerimin bitimine denk gelirdi. “Arizona Dream”, “Kafka”, “Trainspotting”… Bunlar hep Kavaklıdere’de izlediğim aklımda kalan filmler. Şimdiyse Tunalı kalmadı; Kızılay’a dönüyor. Bunu tepeden bakarak söylemiyorum. Ana caddede niteliksiz işletmelerin sayısı artıyor. Hepsi birbirinin aynısı. Caddenin kültürünü oluşturan dükkanlar tek tek yok oldu, geriye iki üç tane yer kaldı. İnsanlar Çayyolu’na, İncek’e taşınıyor, sanki oralar havalıymış gibi. Sonra sadece şehri tüketmeye geliyorlar. Bunun şehre hiçbir katkısı olmuyor. Arabayla geliyor, bir yere park ediyor, iki mekanda içiyorlar… Şili Meydanı ya da Tunus falan meyhane doldu. Halbuki oranın bir konut yapısı var. Oralar öyle olunca kafeler hep Kavaklıdere’nin arka sokaklarına taşındılar. Orada yaşayan insanlar da bundan rahatsız oldu. Bu rahatsızlık, mahalle sakinlerinin taşınması ve başkalarının yerleşmesi demek. Mahallelerin çehresi işte öyle değişiyor. G.O.P. mesela; süper binalar var. Bence sokakları falan çok güzel ama her sokakta saat ikiye kadar müzik çalan bir bar var. Orada yaşayan bütün arkadaşlarım şikayetçi. “Allah’tan, şikayet edince belediye geliyor” diyorlar. Tek övündüğümüz şey de bu yani. (Gülüşmeler)

Ankara Apartmanları
“Çankaya Caddesi, 32” (Mimar: Vedat Özsan)

Peki hesabın misyonuna dönecek olursak?

Benim kendimce bir misyonum var: Kaybolanı kayda alayım. Bunun üzerinden de bir farkındalık oluşturayım kentin kültürüne dair. Eğlence mekanları olabilir, siyasi kültürü olabilir, kitapçılar olabilir… İki-üç tane kitapçı kaldı sahafları saymazsak. Eskiden üniversitedeyken haftalığımı ya da maaşımı aldığımda dışarı çıkar, en azından Megavizyon’dan da olsa gider kitap alırdım. Ya da İş Bankası’ndan… Dünya Kitabevi vardı ama çok oldu kapanalı.

Ama siz peşindesiniz, değil mi?

Vizyon meselesi işte… Kavaklıdere yeniden açılsa Tunalı’nın da kaderi değişir. Çünkü düşünün, AVM mantığı zaten sokaktaki alışveriş fonksiyonlarını kendi içinde bir araya toplaması. Onun esinlendiği yapı sokağın dinamizmidir. Tunalı’da hangi fonksiyonlara ihtiyacımız var? Kaliteli yemek, restoran, sinema, kitabevi… Bunlar olduğunda oraya gelen kitle zaten farklılaşacak ve tekdüze AVM’lere alternatif olacak. Mesela pandemi, şehri değerlendirmek açısından bir fırsat sunmuştu. İnsanlar en azından parkları kullanmayı öğrendiler. Kötü kullanıyorlar ama en azından parklarla barıştılar, kapalı mekanlarda olmaktansa. Biraz da sanırım alkol fiyatlarıyla alakalı. Oo çok dağıldım. Var mı bir soru? (Gülüşmeler)

Yok. Kalan sorularım pek anlamlı gelmedi bana. Bir beklentim olarak gelmemiştim ama çok fazla varsayımın üstünden gitmişim.

Ben de zaten o yüzden önce bir konuşalım dedim. Çünkü “En sevdiğiniz apartman hangisi?” ya da “Bir apartman olsanız hangisi olurdunuz?” gibi sorulardan sıkıldım. Aslında bunu en son sorun, röportaj da orada bitsin. (Gülüşmeler)

Ona benzer bir soru yazmıştım ama bulamadım şimdi. Hesabı anonim şekilde sürdürmenizden bahsedelim.

Herkes bir hesap açıp 3 bin – 5 bin takipçisi olunca hemen kendi profilini altına eklemeni ya da “ismim bu” demeni bekliyor. Ben ısrarla anonim kalmaya çalışıyorum. Mesela, bir yerlerde birileriyle tanıştığımda, çok bildiğim birisi tanıştırmıyorsa kim olduğumu söylemiyorum. Geçen bir arkadaşım geldi, haber vermeden yanında birini getirdi ve tepki gösterdim. Çünkü ben bu hesaptan kendime bir şey devşirmeye çalışmıyorum.

O yüzden kimliksiz kalıyorsunuz; bu hesap şehrin kimliği çünkü.

Bir de o var. Ben niye anonim oldum? Ben bunu, kendi geçmişim olan bir şehirde yapmak istemezdim. Bursa’da, İstanbul’da ya da Antalya’da… Çünkü onun içinde ben de varım, babama da, dedeme de rastlayacağım. Ben bu şehrin belleğin bir parçası değilim. Bu yüzden içim rahat gezebiliyorum. Ben 1995’te Ankara’ya geldim ve merakımı celbeden de 95 öncesi. Kendi geçmişimden bir fotoğraf koydum hesaba mesela. Hayatımda iki kere If’e gittim. Birinde yanımda fotoğraf makinesi vardı. Çıktım, kar yağdı, sokakta kimse yok. 20 tane falan fotoğraf çektim dona dona ama şimdi en çok beğenilen postlardan biri. Arada da ısıtıyorum, insanlar bayılıyor. Bir yandan da beni takip eden insanların çoğu beni gerçek hayatta tanıyor. İşte birlikte çalıştığım insanlar olayı biliyor. En komik hikayem şu ama: Abimlere bir gün yemeğe gittik. “Ankara Apartmanları diye bir hesap var, senin fotoğraflarını kullanıyorlar. Sen sevmezsin bir de böyle şeyleri” dedi. “Abi, o benim” dedim. (Gülüşmeler) Anonim olmazsam, o belleğe ben de karışacağım. Kim olduğum anlaşılırsa ben müdahale etmiş olacağım.

“Mesela üniversite için Ankara’ya gelmiş birisi belki bir dönem Pavarotti’nin burada yaşadığını bilse şehri daha farklı görecek.”

Şimdi başka bir şey yapmaya çalışacağız. Çevre Sokak’tan çıkıp And Sokak’a döndüğümüzde orada Cemal Süreya‘nın evi var mesela: Kaan Apartmanı. Özgün Türkeli’nin bir kitabı var, “Kaç Kişi Kaldık Ankara’da?” diye. Benim bilmediğim hikayeler var içinde. Tek tek peşine düşmüş! Ahmed Arif de Basın Sitesi’nde yaşıyor mesela. Cemal Süreya’ya yakın olsun diye orada yaşıyor. Ahmet Arif, tanışmamasına rağmen Cemal’in kardeşine aşık oluyor. Süreya da tanışmaya çağırıyor Arif’i ama gelmiyor adam randevuya. Üç-dört gün falan ortadan kayboluyor. Sonradan öğreniliyor ki, ütülü gömleği mi yokmuş, temiz gömleği mi yokmuş… İlk buluşmaya öyle gitmek istememiş. Sonra da çok utanmış gitmediği için ve ortadan kaybolmuş. Yani şu kadar 200 metrede harika bir hikaye var işte! Biraz bunun farkında olmak lazım. 

Mesela üniversite için Ankara’ya gelmiş birisi belki bir dönem Pavarotti’nin burada yaşadığını bilse şehri daha farklı görecek. Her yıl en az bir mesaj geliyor, üniversiteyi kazanan öğrencilerden “Hesabına bayılıyordum, Ankara’yı yazdım, geliyorum” diye. Yazmadan sorsaydın ya kardeşim, sorumluluk kabul etmiyorum ben. (Gülüşmeler)

O zaman bir şekilde şehre ait hissetmelerine de yardımcı oluyorsunuz.

Bağ kurmak zaten o aidiyetin bir parçası. Daha doğrusu aslında ben lisanstayken sevmemiştim Ankara’yı. Tamam, güzel şeyler vardı, yazın sıcak olmuyordu, havası daha kuruydu. Denizi umursamıyorum. Ama sevmemiştim. Şimdi bu öğrencilere sevecek malzemeyi veriyormuşum. Farkında değildim. Hoşuma gidiyor tabii. Ne bileyim, Orhan Veli‘nin yaşadığı yer veya Kürdün Meyhanesi diye bir yer var. Şu anda kiralık hatta. Eskiden kebapçıymış Posta Caddesi’nde. Orhan Veli‘nin, Melih Cevdet’in, Ceyhun Atıf Kansu’nun, Fikret Otyam’ın, herkesin takıldığı bir mekan. Onun üzerine bir de kitap var, Fahir Aksoy’un. Asıl adı Yeni Hayat Lokantası. Mesela o orada duruyor hani, gidin onu görün. Bunun İstanbul’da, Bursa’da, Antalya’da karşılığı yok. Ankara’da var sadece. Yapmak lazım, uğraşmak lazım, peşine düşmek lazım. Ufuk’un yaptığı gibi, belki herkes kendi deneyiminden yola çıkıp bir hikaye anlatacak.

Gazinolar da anlatılacak, pavyonlar da anlatılacak. Mesela Tunus Caddesi’nde Playboy Club diye bir yer varmış ama hiç kimsede kaydı yok. Adamın biri orada bir ay çalmış, onun hatıralarından çıkarıp bulduk. Bir tane zarf bulduk, sahaftan alınmış. Playboy Club yazıyor, Ankara. Turan Tanyer’e sordum, o da efsane bir adamdır, “Ankara’nın yakın tarihçisi” der Hakan Kaynar ona. “Hocam, bu ne?” dedik, “Tunus Caddesi’nde Bilkent durağının arkasındaydı” dedi. Sonra onu araştır, bunu araştır derken orada çalmış bir Amerikalı’nın hatıralarına ulaştık. Paylaştım, tepkiler geldi “pavyon mu paylaşıyorsun” diye. Beğeniler 600-700’lerde ama bu kaç kişiye gönderilmiş: 1,000. Hani beğenmeyelim ama milletin de haberi olsun! (Gülüşmeler)

Ankara Apartmanları
“Başçavuş Sokak”

Ankaralılar’ın biraz da şunu kavraması lazım; buradaki elle tutulur bir miras. Bursa’nın mirası imparatorluk mirasıdır. Yani Osmanlı geri getirmedikçe orada bir değişim olmaz ya da ne bileyim İstanbul, Osmanlı ve Bizans mirasıdır. Ama Ankara’da cumhuriyet devam ediyor. Bütün bu yapılar, anlattığım bütün bu pratikler bunun getirdiği şeyler. İnsanlar şehirlerde yaşamaya geri dönse, o şehir içindeki dokusu geri gelse bile bir kazanımdır. Başka hiçbir yerde olmayacak ve Ankara’yı çok farklı kılacak bir şeydir.

Büyük ölçekte Ankara da öyle bir yer olabilir ama mesela artık Tenis Kulübü diye bir bina yok. O bina Amerika’da, Avrupa’da olsa başka bir yere taşırlar… Ama burada takır takır kırıp, yıktılar. Yazın bir yeğenim tenis turnuvası katıldı. Gittim ve o zaman gördüm. Üç kere inip çıktım, “nasıl bundan vazgeçiyorlar” diye. O binanın eşi Türkiye’de yok. Elimizdeyken fark etmiyoruz. Yazın Kuğulu’nun yanındaki Dost Kitabevi’ni paylaşıyorum; “ne zaman kapandı, kapanıyor mu?” falan yazıyorlar. Saçma sapan bir diyaloğa dönüştü sonra da altına yorum yazdım: “Yeni kapanıyormuş gibi yapmayabilir miyiz?” Kaç sene oldu kapanalı ve yerinde bir kahveci var, sizin haberiniz yok. Enteresan… O yüzden pek bir şeyin değişeceği yok. Ne ben kendimi üzeyim, ne başkası kendini üzsün. Giden gitsin ama biz kaydını tutalım ve soğukkanlılıkla söyleyeyim; kaybın fazla olması benim saygınlığımı artırıyor. Benim de fark etmediğim şeyler oldu; İller Bankası’nı çekerim diyordum. Bir gün bir baktım, Melih Gökçek’le olan tartışmayı kaçırmışım tez yazarken; ha dedim, tamam. Böyle kaçırdıklarım oldu. (Gülüşmeler)

Peki bir apartman olsanız hangisi olurdunuz?

Buna cevap vermek biraz zor. Sevdiğim apartmanlardan birini söylesem fazla iddialı olur. Başçavuş Sokak’ta iki katlı, mütevazı bir apartman var. İddiasız, merdiven boşluğuna açılan dikey pencereleri var. Sanırım o olurdum. Ama daha önemlisi apartmanın bir bina olmaktan çok daha farklı bir işlevi var, bunu unutmamak lazım. İnsanların güvenle içinde yaşayabileceği, evim diyebileceği, ışık alan, havadar, depremde içindekileri öldürmeyecek bir apartman olmak isterdim. Daha doğrusu bütün apartmanların öyle olmasını isterdim, özellikle deprem riski olan yüksek bölgelerde.

BENZER İÇERİKLER

EN ÇOK OKUNANLAR

ÖZEL DOSYALAR