Dijital platformlarımızın en başarılı ve en kendine has işlerinden biri olan “Ayak İşleri” dördüncü sezonuyla Gain’de kaldığı yerden devam ediyor. Dizinin yönetmeni ve Volkan Öge’yle birlikte yaratıcısı olan Caner Özyurtlu’yu köşeye sıkıştırıp kendi karakteri Evren gibi tuhaf sorular sormanın tam zamanı!
Doğu Yücel
Türkiye’de filmler ve dizilerden sonra yapılan röportajlarda karşımıza en çok çıkan laf “Çekerken çok eğlendik”tir ve ben de bunu hiç anlamam, hadi oyuncular eğlenmiş olsun da yönetmen, görüntü yönetmeni, senarist falan nasıl eğlenebilir, hiç aklım almaz… Ama soruyorum yine de: Siz de bu sezonu çekerken çok eğlendiniz mi?
Sette eğlenmek çok zor. Çok sert bir çalışma temposuyla, normalde çekilmesi gerekenin sürenin çok altında takvimlerle çalışıyoruz. Ama birbirini seven ve işinde iyi insanlardan oluşan bir ekip kurabilirsen, işler biraz değişiyor. İstanbul dışında çekmekte ısrar etmemizin sebeplerinden biri de bu, herkes hayatını bir süreliğine donduruyor, işine ve birbirine odaklanıyor. O zaman işimizi iyi yapmanın coşkusunu hep beraber yaşayabiliyoruz sette. Çok zor bir oyunu her birlikte oynuyor gibi hissediyoruz. Eğlenmek mi bilmiyorum ama zevk aldığımız süreçler oldu Ayak İşleri setlerinde.
Film ve dizilerden sonra kafamda o dizi veya filme dair en çok sevdiklerimi sıralamak gibi bir huyum vardır. Bu yüzden diğer hiçbir şeyini sevmesem de atıyorum sırf soundtrack’ini sevdiğimden ya da senaryosunda güzel bir numara yapıldığını gördüğümden bazı filmleri sevebilirim. “Ayak İşleri”nde en çok sevdiğim şey senin yönetmenliğin. Eski arkadaşım olduğundan da tuhaf bir gururla izliyorum. Sence bu güne kadar bu yönünü neden gösterememiştin?
Teşekkür ederim öncelikle 🙂 2010’daki ilk filmimde de yönetmenliğim övülmüştü sinema yazarları tarafından. Yetenekli birinin geldiğini düşünmüşlerdi ama sonrası öyle gitmedi. Sonra bir anda yönetmenliği unutmadım tabii ki, hatta kendi içimde hep geliştirmeye, kendim için yeni ve zor şeyler denemeye çalıştım. Senin için söylemiyorum ama seyircinin bunu anlaması imkansız. Çoğu yönetmenin filmografisini överken de genelde senaryoları övüyor oluyoruz aslında. Bir yönetmen, senarist ya da bazen görüntü yönetmeninin işini ayırt etmek seyirci için çok zor. Senaryon bir yenilik getirmiyorsa, reji kabiliyetlerin yüksek de olsa seyirci ondan etkilenmiyor. Yaptığın çok zor teknik kombolar, sıradan hikayelerin içinde kayboluyor, kimsenin övesi de gelmiyor zaten. Yazma konusunda kendimi biraz bulduğum için, reji de öne çıkmaya başladı bence. Çoğunluğu kötü olsa da, çok fazla şey çekmek, sete çok çıkmak da çok şey kattı ayrıca tabii ki. Çok şey deneme fırsatım oldu.
“Reji açısından en sevdiğim bölümler…”
Bu açıdan, bu son sezonda ve tüm sezonlarda yönetmen olarak kendine kendine “vay be iyi iş çıkardım” diyerek koltuklarının kabardığı bir bölüm veya sahne veya sekans var mı?
“Ayak İşleri” acayip bir çalışma alanı benim için. Her bölüme ayrı bir film gibi yaklaşıyoruz. Gerilim, polisiye, drama, korku, aksiyon, her türü denemek istiyoruz. Tüm kamera oyuncağı seçimleri, kamera dili, mizansen seçimleri her bölümde farklı. Anlatım farkları yaratmaya çalışıyoruz hep Volkan’la da, rejide de. Zor şeyler deneyip, becerdiğimizi düşündüğüm bölümlerde mutluluk çok artıyor. “Ben Burada İyiyim”, “Celse”, “Küller”, “Kulis Listesi”, bu sene de “Deli Gezdirme” ve bu sezon final bölümümüz “Dayak” ilk aklıma gelenler. Karanlık bölümlerimizi daha çok seviyorum sanırım.
Sen aynı zamanda sosyal medyada söylediklerinle de sık sık gündeme geliyorsun, hatta en çok linçlenen ünlülerden olabilirsin! Bir röportajında düşündüklerimin aynısını Evren veya Vedat’a söylettiğimde insanlar beğenerek alıntı yapıyorlar, ben söylediğimde linçleniyorum gibi bir şey demiştin. (Bunu ben de kitaplarımda çok yaşadım, normalde söylediğimde “Ne alakası var” deneceğinden emin olduğum bir düşünceyi karaktere söyletince aforizma olabiliyor!) Bu neden böyle oluyor sence?
Yani gerçek birine küfretmek daha doyurucu galiba. Film karakterine laf etsen çok gerizekalı görünürsün. Bu, sebeplerden biri olabilir. Başka ne olabilir; asıl ayrım kurmaca ve gerçek ayrımı olmayabilir. Mesela ben barınma hakkını savununca “Siktir git Kadıköylü” deniyor, Gazapizm deyince kral oluyor. Sana yakıştırılan ya da uydurulan ve uygun bulunan şeyler var sosyal medyada. Çağlar benden çok daha sevilesi bir tip mesela. Vedat ve Caner farkı değil belki bazen, Çağlar ve Caner farkıdır. Diğer taraftan bakarsak Evren’in konuşmaları insanı çok sıkıyor mesela, çok yazan var bunu. Bazı düşüncelerde kurmaca olmanın avantajını yaşamıyor Evren. İki teori birbiriyle çelişiyor gibi. Hepsinin geçerli olabileceği senaryolar vardır kesin.
“Ruh halimi hiç saklamadım”
Ayak İşleri bir bakıma senin eğlence sektörüne ve kitlelere soktuğun bir Truva Atı gibi, uzaktan bakıldığında “dijital platform için yapılmış hap bir dizi” ama diyaloglarda hiç de “satır altı” diyemeyeceğimiz kadar yer yer felsefi yer yer psikoloji üzerine derin saptamalar var. Ve aslında özellikle Evren üzerinden, seni yakından tanıyanların veya Loş Sohbet gibi içeriklerini bilenlerin senin nihilist, pesimist, sık yabancılaşan kafa yapınla karşılaşıyoruz. Kafa karıştırmayı seviyorsun, değil mi?
Kafam karışık aslında, bunu da gizlemeyi sevmiyorum. Kendimden emin gibi görünmek de istemiyorum. Ruh halimi hiç saklamadım “NeyseNe” seyircisinden, mutlu gibi görünmeye çalışmadım hiç, değilsem eğer… Bu aralar gerçekten mutlu hissediyorum mesela, bunu da saklamadım ama çok hoş karşılanmadı galiba. Yazdığım karakterlere de “Bi açılsınlar bakalım” gibi yaklaşıyorum, “Bakalım neler söyleyecekler”. Şuraya gitsinler, buraya gitsinler gibi onları zorlamak yerine, karakter özellikleri, bozukluklar, takıntılar gibi şeyler üzerine daha çok düşünüp, daha fazla anlayıp ya da iyice kafamı karıştırıp, karakterlerimi bu duyguların içine atmayı sevdim son zamanlarda. Kendimi de galiba bunların içine atmayı sevdim. Yıllarca futbol nefretim yüzünden linç yedim mesela, sonra Atina’ya taşınınca Fatih Terim’in maçına gittim. Hayatımda gittiğim ikinci maçtı. “Fatih Hoca’yı tabii ki yalnız bırakmadım” diye paylaştım. Nasıl bir küfür yediğimi anlatamam. İlk dalga “fanatik ve holigan bir kültüre destek verdiğim” için takibi bıraktıklarını söyleyenlerdi. Aşırı ağır küfürler ve beddualarla birlikte tabii. İroniyi kimse anlamak zorunda değil, benim hayatımı mı takip edecek insanlar. Ama biri maça gitti diye böyle bir tepki, coşku, hakaret, aşağılama içeren mesajlar gördüm ki, bir süre holigan hayatı yaşayasım geldi. İyice coştum “hoca nereye gitse ben de oradayım” falan. Sonra aşırı sevgi mesajları yağdı ama çocuk gibi yamuk yumuk yazılar, yanlış harfler. “Noluyor lan” dedim. Sonra anladım Aziz Yıldırım’ın konuşmasını taklit edip, Fenerbahçe boklayan Galatasaraylılarmış. “Onlav gevizekalı Fenevli abi, bizi anlamazlar” falan yazıyor. Baktım hiçbir önemi yok, herkes kafayı yemiş. Artık bir gün Terim övüyorum, bir gün gömüyorum, çok ilgili gibi yazıyorum falan. Saçmalıyorum. Son zamanlarda çekildim ama. Yoruldum biraz. Twitter’da birkaç hesap, bendeki “Tipini skiyim” ratingini keşfetti ve işin tadı kaçtı benim için.
Yeni sezonun 2. bölümünde Yabancı Kol Sendromu’na değinmişsin, bu konuda ciddi bir araştırma yapmışsa benziyorsun, doğru mu? O bölümün konuk oyuncusu Bartu Küçükçağlayan da çok gerçekçi canlandırmış, role girmek için nasıl bir çalışma yaptı biliyor musun?
Özellikle “Ayak İşleri” için kanalla anlaşınca hemen okuma listesi yapıyorum kendime. Psikoloji, nöroloji, suç, felsefe, varoluş… Hep kurgu dışı okuyorum bir şey yazarken. Gerçekten yaşanan ilginçlikleri kovalıyorum. İlgimizi çeken hastalık, problem, çıkmazları alıp Evren’le Vedat’ın kucağına, inandırıcı bir şekilde atmanın bir yolunu arıyoruz Volkan’la. Bu konu ilk sezonun ilk bölümünde de vardı aslında. İlk sezon “yabancı el”di, bu sezon bir çeşit hayalet uzuv olarak güçlenerek geldi. Arada bu konuda birkaç makale ve bir kitap okumuştum. Çok uzun bir araştırma süreci değil ama farklı kişilerinden gözünden, meseleye bakış açılarını okudum. Drama olsa çok yetersiz, komedi için tatlı bir araştırma bence. Bartu özüyle, duygusuyla daha çok ilgilendi. Makaleleri ona da yollamıştım ama baktı mı bilmiyorum. Oyuncu tarafında çok gerekli olduğunu düşünmüyorum bu hazırlığın. Oynama inancını azaltacak hale gelebiliyor fazla bilgi bence.
“Ayak İşleri”nde en çok sevdiğim diğer şey ise mekanlar! Bir kere, bildiğimiz klasik dizilerde mekanlar nedir? Ana karakterlerin evleri, aynı sokaklar, aynı iç mekanlar dönüp durur. Bu durum prodüksiyonu da rahatlatır. “Ayak İşleri”nde ise hemen her bölümde apayrı mekanlardayız ve bu diziye büyük renk katıyor. Mekan seçimleri, tüm bu olayın organizasyonu, planlaması nasıl gerçekleşiyor?
Bu bir olay bizde. Çok seviyoruz ilginç mekanlarda çekmeyi. Uzun zamandır İstanbul’da bir şey çekmedik, kullanılmamış, seyirci tarafından görülmemiş mekan bulmak imkansız gibi. Aktörler kadar önemli benim için mekan. Baktığımız her karenin en büyük yüzdesini mekan kaplıyor. Filmin atmosferini en çok etkileyen öge bence. 4. sezonda 4 şehir gezildi. Çanakkale, İzmir, Mersin, Antalya. Tüm bölümleri çekebileceğimiz mekanları kapsaması gerekiyordu. Ayrıca konaklama rahatlığı, trafik, lojistik, pek çok unsura göre karar veriliyor.
Sanırım 2. sezondan itibaren İzmir’de çekim yapıyorsunuz, doğru mu? Neden İzmir? Ve bu 4. sezonda İzmir’de hangi bölgelerde çekim yaptınız, biraz bilgi verebilir misin?
3. sezon Çanakkale’deydik. Bu sezon yine İzmir’e döndük. Çok büyük, çok çeşitli mekanları var. Işığı çok güzel geliyor bana. Her yerinde çektik. Selçuk, Narlıdere, Güzelbahçe, Urla, ne bileyim, her yeri.
Volkan Öge’yle iş birliğinizi de sorayım. Her sezon sonunda eminim bir yazar tıkanıklığı yaşamışsınızdır, “eyvah ne yazcaz şimdi” gibisinden… Hangi sezondan önce tüm cephaneleriniz tükenmiş gibi geldi size? Sonra onu nasıl aştınız?
Her sezonun bir noktasında yaşıyoruz. Bazen başında, bazen sonunda. En acıklı halimiz üçüncü sezonun son bölümünü yazarkendi galiba. Beynimizi kazıyorduk artık, günlerdir bir şey yazamamıştık. Kadıköy’de Tek Büfe’ye gittik, oturduk bir gece. Bölümü yapıma teslim etmemiz gerekiyor ve kafamız sıfır, hiç fikir yok. Öfke ve hayal kırıklığıyla insanları izliyorduk. Herkes figüran gibi, gecenin ikisinde Kadıköy’ün çeşitli noktalarında sabit duruyordu. Garip görünüyordu. “İnsanlar ölmeyi bekliyor lan resmen” dedik. “Kocaman bi bekleme salonu” lafı çıktı, sonra da “Bitkiler” bölümünü yazdık o gazla. Son bölümdü artık, sonuna da bir diyalog ekledik. “Bir duralım ya, bi tavana bakalım, duvara bakalım” diyordu Vedat. Bizim sesimizdi o artık Volkan’la. Çok kısa sürede üç sezon çekmiştik. Ben 2 sene boyunca ya senaryoda, ya sette, ya da kurguda Vedat ve Evren’i gördüğüm bir döngüde yaşamaya başlamıştım. Kendimize dedik, bir duralım n’olur. Birazcık düşünelim. Öyle bir halde yazdık yani “Bitkiler”i. Sonra da durduk bir süre işte.
“Ayak İşleri’nin filmini de bir ara yapmak istiyoruz”
Bir ara “Ayak İşleri” uzun metraj film olacak diye bir dedikodu vardı, bu sadece bir dedikodu muydu?
Dedikodu değildi, Gain el değiştirdiği sırada, diziye ne olacağının belli olmadığı uzun bir süreç oldu. Seyirci de sürekli soruyordu. Biz de Volkan’la ‘bir film yazıp bitirelim bu işi’ dedik. Yazdık da, bayağı da sevdiğimiz garip bir yapı çıktı ortaya. Sonra Gain diziyi yapmak istediğini söyledi, biz de filme dokunmadan yeni bir sezon yazdık. Filmi bir ara yapmak istiyoruz, duruyor yani senaryo.
“Ayak İşleri”ni sevenler başka ne severler? “Ayak İşleri”ni yazarken seni etkileyen başlıca diziler, filmler, senarist ve yönetmenler kimler? Bana biraz nerd bağlantılar ver!
Beni en çok gaza getiren şey “Kill List“ti. Çok daha sert olayların içinde doğaçlama diyaloglarla çekilen harika bir Ben Wheatley filmi. “Barry”yi yeni izlemeye başladım ama çok yakın bir hissi oluyor bazen. Bizinkinin çok daha iyisi gibi. Godot’yu Beklerken üzerine Selçuk Altun’un ortaya attığı ‘iddia’ beni çok etkilemişti karakterleri yazarken. Oyundaki iki karakterin aslında tek bir yaşamı oluşturması, ikisi arasındaki bağın sembiyotik olması. Vedat ve Evren’i birbirleri olmadan tamamlanamayan canlılar gibi düşünmek yazışımı kolaylaştırmıştı ilk sezonda. Hem de bayağı tıkandığım bir anda okumuştum. Bizimkiler de öyle demiyorum da, öyle yaklaşmak ana çatışmayı bulma konusunda çok yardımcı olmuştu.
“Gibi”nin yönetmeni Ömer Sinir’le güçlerinizi birleştirdiğiniz, Volkan Öge, Erman Çağlar ve Ozan Akyol’un yazdığı “Dünya Bu” da Gain’de gösterilmekte. O biraz daha, nasıl derler “niş” bir iş, ne kadar seyircisine ulaşabildi? Ve devam edecek mi?
İşlerini sevdiğim insanlarla, işlerine karışmadan beraber bir şey üretmeyi hayal ediyorum hep. Kime ulaştı, potansiyeli neydi, gerçekleştirdi mi, bunlar net cevapları olmayan sorular. Dönem dönem kesitleri patlıyor, birkaç rap şarkısında içinden diyalog sample’lar kullanıldı. Bir yer buldu kendine kültürde. Bir şekilde komedi kovalayan seyircinin bildiği bir iş. Tabii ki ana akımın haberi yok ve olmasını da hiç planlamadık. Benim yapımcı olarak çok sevdiğim bir iş. Kalt ve Volkan Öge yazdı, Ömer Sinir çekti, ben elimden gelen her şeyi yaptım iyi görünmesi, ilginç bir yapım olması için. Böyle birliktelikleri çoğaltmaya çalışıyoruz.
Bir gün, sence Sermet Bey’i görecek miyiz? (Hiç görmedik di mi, bi an emin olamadım!)
İlk sezon finalinde görmüştük. Filmde de görüyoruz senaryoda, ama dizide artık dramatik bağlantıyı tamamen bıraktığımız için görmeyiz muhtemelen.