
İlk kitabı “Romantik Korku”nun üzerinden geçen 23 yıl içinde Hakan Bıçakcı kitaplarının tekinsiz ama bir yandan da günlük hayatımızda bakmadığımız için görmediğimiz nüansları karşımıza sunma özelliği değişmedi. Her romanında ve öyküsünde farklı şehir gerçekleri ya da insanın güvenilmezliğiyle ilgilenen yazar 2022’de “Silinmiş Sahneler” isimli romanını, 2023’te “Alakalı Filmler” adını verdiği film yazıları derlemesini ve birkaç hafta önce de yeni öykü kitabı “Geçici Manzara”yı okurlarıyla buluşturdu. Okur tıkanıklığını 2025’in ilk günlerinden bu yana derinden hissettiğim senenin son perdesine yetişen bu kitap, ihtiyaç duyduğum okuma ritmini sağladı. Darısı bunu korumaya diyerek sizi, Hakan Bıçakcı ile yaptığım söyleşiye davet ediyorum. Baktığımız manzaraların değerini bilelim çünkü ertesi sabah uyandığımızda göremeyebiliriz.

Öncelikle “Geçici Manzara” için tebrik ederim. Son üç kitabında farklı türlerde üretim yaptığını fark ettim. “Silinmiş Sahneler” romandı. “Alakalı Filmler” derlemeydi. “Geçici Manzara” da öykü kitabı. Kısa sürede üç farklı türde üretim yapmak senin için nasıldı?
Evet, durum tam da özetlediğin gibi oldu. Aslında araya “Alakalı Filmler” girmemiş olsa ben zaten romandan sonra öykü, öyküden sonra roman yazdığım bir düzende ilerledim hep bugüne kadar. Kurmaca dışı bir denemem olan film yazılarımı bir araya getirdiğim “Alakalı Filmler”, orada düzeni değiştirdi. Romandan sonra öykü yazmak uzun zamandır devam ettirdiğim bir akış.
Bu kitapla ilgili şunu söyleyebilirim, daha önceden birtakım dergiler ya da kolektif kitaplar için yazdığım öykülerden neredeyse hiçbirini kullanmadan, 1-2 tanesi hariç hepsini sıfırdan yazdığım ilk öykü kitabım oldu. Çünkü sen de bilirsin ki bir dergiye yazı yazmanın getirdiği disiplin oluyor. Bu sefer nereye ve neye yazdığımı bilmemenin getirdiği boşlukta süzülme hâli vardı. Öyküleri yazıp yazıp bir klasöre attım. Aklımda bu öyküleri bir öykü kitabına çeviririm fikriyle de yazmıyordum; sadece yazmak istediğim için yazıyordum. Sonra bir baktım ki bu öyküler bayağı çoğalmış ve kitaba dönüşecek hâle gelmiş. Bana “Geçici Manzara”nın en büyük katkısı, kimse benden yazı beklemezken bile yazı yazmaya devam ediyor muyum sorusunun cevabını görmek oldu. Çünkü hep belli bir takvime göre yazıyordum, bu sefer kafama göre yazdım.
İnsanın temel derdinin kendisiyle olduğuna dair bir düşüncen olduğunu yıllar içinde okuduğum kitaplarından anladım. “Geçici Manzara”da yer alan “Kuş Seslerinin Sınırları” öyküsü, insanın şehirden doğaya kaçarak huzura erişebileceğini dair o klişeyi yerle bir ediyor. Sence insanın en büyük derdi kendisiyle olan çatışması mı? Ya da başka bir deyişle insan, huzura ulaşmak için kendinden mi kaçmaya çalışıyor?
Yine çok güzel özetledin. İnsanın kaçacak bir yerinin olmadığını anlamasıyla ilgili oldukça klostrofobik bir öykü o. Çünkü sonunda başa dönüyoruz ve bunun mutlu bir son olmadığını da görüyoruz. Temelde, şehirden kaçmak istiyor kahramanımız. Kaçınca çok daha kötü bir kırsal deneyim yaşıyor ve hayal ettiği şeyin gerçeğe dönüştüğünde kabusa dönüşebileceğini deneyimliyor. Başladığı yere geri dönmesi aslında hayata karşı attığı bir geri adım.
Kendi adıma düşünmem gerekirse hayatımın hiçbir döneminde şehri bırakıp sahil kasabasına yerleşeyim düşüncesinde olmadım. Bunu anlamam için yaşamama gerek yoktu, sadece ufak bir projeksiyon yapmam anlamama yetti.
Ben de İstanbul’da doğdum, büyüdüm. Hayatın her türlü çirkefliğini burada tanıdım ve o kaos, İstanbul’da doğup büyüyen herkesin hayatının parçası aslında. Doğaya kaçmaya çalışmamız aslında sorumluluğu kendi üstümüzden atıp her şeyin suçunu şehre atma hâli gibi hissettiriyor bana. Temelde kendimizle yüzleşmeye ve bir şeylerin sorumluluğunu üstlenmeye ihtiyacımız olduğunu düşünüyor musun?
Çok doğru. Tam olarak o ezberle dalga geçmek istedim. Seninle konuştukça o öyküye dair kafa yoruyorum tekrar. Hani, hayat o kadar kolay değil ya. Şuraya gideyim de sorunlar çözülsün. Böyle yapayım da her şey yoluna girsin…

Senin önceden de ziyaret ettiğin ve buna dair “Uyku Sersemi” kitabını yazdığın kentsel dönüşüm ve sürekli değişen şehir üzerine de konuşalım isterim. Fontaines DC’nin “Favourite” şarkısında “everytime you blink, you feel it change” sözü de bundan bahsettiğin öyküleri okurken aklıma geldi. Senin için bu konu nasıl bir anlama sahip?
Öncelikle Fontaines DC’yi çok sevdiğimi söyleyerek başlamak istiyorum. Hatta son zamanların en sevdiğim grubu da diyebilirim. Kentsel dönüşüm, İstanbul’da yaşayan biri olarak takıntılı olduğum ve üzerine kalem oynattığım konulardan. Ki bu bana özel bir şey de değil. Hiçbir şey yapmadan dursan bile kentsel dönüşüm seni bir yerden etkiliyor. Yazar olarak da benim çok derinlikli bulduğum ve katman katman açılan bir konu. “Uyku Sersemi”nin odağında kentsel dönüşüm vardı. Hatta o kitapla birlikte bu konuya olan takıntımla vedalaştığımı ve bir daha yazmayacağımı düşünmüştüm ama roman bitse de konu içimde büyümeye devam ediyor. “Geçici Manzara”da da en az iki tanesi direkt olmakla birlikte, çok fazla öykünün dokusuna işledi.
Kitaba adını veren öyküde de bir sabah uyandığında manzarası değişen birinin başından geçenleri anlatıyorum. İstanbul’da ya da daha genel anlamda büyükşehirde yaşayan herkes takdir edecektir ki bir anda yaşanan manzara açılması, gelecek daha büyük bir manzara kapanmasının habercisidir. Öyküdeki karakter de bunun farkında ve yaşadığı durumu hem geçici hem de anlamsız buluyor. Bu elbette dev bir metafor.
Kitabın adı bu öyküyü yazana kadar farklıydı. Hatta Word dosyasının ismi çok uzun süre, kitaptaki son öykü olan “Alarmı Dikkate Almayın”dı. O da üzerine konuşulabilecek başka bir metafor. Şehirde yaşayan ve sürekli uyaranlara maruz kalan insanlar olarak dikkate almamız gereken ya da dikkate alınması normal olan şeylerin bize “Dikkate almayın, geçer.” şeklinde sunulması çok garip bir durum. “Geçiçi Manzara”yı yazana kadar öykülerin o panik hâline, huzursuzluğuna ve duygu bütünlüğüne bu ismi çok yakıştırıyordum ama “Geçiçi Manzara” gelince ismi bu olmalı dedim. Çünkü öykü kitabı form olarak zaten okura geçici manzaralar sunuyor. “Bir Yerden Tanıdık” da kardeş bir öykü bu bağlamda. Büyükşehirde yaşayan insanların durumunu özetliyor: Dev binalar, küçük insanlar!

Kitapta bulunan öykülerin neredeyse yarısından fazlasında anlatıcı olan karakterler kalabalığın arasında yavaş yürüyen insanlardan kurtulmaya ve bir şekilde kendi ritmine ulaşmaya uğraşıyor. Parçası olduğun bir iki videoyu izlediğimde dile getirdiğin “Gündemden kendimi soyutlamıyorum, etkileniyorum elbette.” cümlen bu bağlamda dikkatimi çekti. Kendini o kalabalığın içinde istediği ritimde, özgürce yürüyen bir Hakan olarak hissediyor musun? Ya da en son ne zaman hissettin?
Dürüst olmak gerekirse, hissetmiyorum. Şehirdeki, o kalabalığın içinde yürümeyi ve kalabalıklar içinde kaybolmayı tercih ediyorum. Aslında bu durum çok büyük bir lüks. İnsan, bu lüksün değerini kaybedince anlıyor diğer tüm durumlarda olduğu gibi.
Kalabalıkta yürümek güzel ama kalabalığın temposu her zaman güzel olmuyor. Kaldırımlarımız aşırı dar, insanlarımız aşırı yavaş. Hatta telefona bakarak yüründüğü için çoğunlukla durduğu için zorlaşabiliyor. Ha ben de bazen telefona bakarak yürürken böyle oluyorum ve birileri arkamdan söyleniyor muhtemelen ancak benim kadrajıma giren, kendi gözümün gördüğü oluyor. İster istemez çok yaşadığım bir durum ve senin de dikkatini çektiği gibi öykülerde sık sık kendini gösterdi bu sefer.
Senin gibi bir film, müzik ve edebiyat tutkununu bulmuşken biraz faydalanmak istiyoruz. Belki bu tür soruları duymaktan sıkılmış da olabilirsin ama son zamanlarda okuduğun, izlediğin ya da dinlediğin ve okurlarının da göz atmasını önerebileceğin neler var?
Aslında hayata bunlarla tutunuyoruz. Son dönemlerde biraz da geç keşfetmiş olduğum “How to With John Wilson”ı söyleyebilirim. Kurmaca bir belgesel. Filmden ziyade bunu önerebilirim hem bir değişiklik olur. İnsanlarla bu belgesele dair konuşuyorum ve izlemeyen çok da kişi olduğunu görüyorum. Belki bu röportaj sayesinde duyup keşfedenler olur. Müzik tarafına geldiğimizde az önce konuştuğumuz Fontaines DC’yi söyleyebilirim ki senin de müzik zevkine güveniyorum, önerilerin varsa alırım röportajdan sonra. Edebiyata geldiğimizde de bunu birçok yerde söyledim ama Georgi Gospodinov’un “Bahçıvan ve Ölüm” kitabını önereceğim. Belki henüz yazarı ya da kitabı duymadıysanız bakmalısınız. Yazar, çok riskli bir konuya girmiş. Ben edebiyatta ve genel anlamda sanatta böyle aşırı duygu, kişisel hikâyeler ve travmalardan pek hoşlanmıyorum. Bir babanın ölüm sürecini anlatmak bana çok tehlikeli geliyor. Lakin büyük yetenek ve büyük ustalık böyle bir şey tam olarak. Günlük gibi çok sade bir şekilde yazmış. Biri bana kitap yazmak için en yapılmaması gereken şeyler nedir diye sorsa Gospodinov’un bu kitapta yaptığı şeyleri söylerdim. Ama o, o kadar maharetli bir yazar ki bu kadar riskli bir tercihin altından harika bir şekilde kalkmayı başarıyor. Başından geçen bir süreci günlük formunda kaleme alıyor ama o kadar tuhaf bir sadelikle yazmış ki müthiş etkilendim. Bana da bir anlamda tokat attı kitap. Kesinlikle yapılamaz dediğim şeylerden de aslında böylesi bir kitabın çıkacağını gördüm. Şunu da söylemem lazım, Gospodinov’a özenip böyle bir şey denemenin sonucunda rezil kepaze olabilir insan. Çünkü vıcık vıcık bir duygusallık ve ajitasyon pornosuyla metnin bütün gücünü kaybetmek çok olası.
