
Günümüzde Türkiye Cumhuriyeti pasaportuna sahip birinin Schengen bölgesine giderken ne kadar zorlandığını bilmeyen yok. 7-8 ay önceden girilen vize başvuru sıraları, evrak tesliminde yaşanan stres, görevlilerin pek de nazik olmayan üsluplarına “Vize çıkacak mı?” gerginliği eklenince, tatile mi gidiyorum yoksa terapiste anlatacak konu mu biriktiriyorum diye düşünüyor insan. Ki 1 Euro’nun neredeyse 50 Türk Lirası olduğu konusuna girmeyeceğim. Ancak böyle bir dönemde bir hafta dinlenebilmek için en az sekiz ay önceden her şeyi hazır hâle getirmek zorunluluğu insanın birçok konudaki şevkini kırıyor. Kırılmaması için uğraştığımız o şevki diri tutup vizeden onay almaksa derin bir oh çektiriyor. Dört güne dört konser sığdırıp bir vizeden alınabilecek maksimum verimin nasıl olacağını kendime de öğretmek değişik oldu. Lakin birbirinden özel isimleri bir şekilde yakalayıp en iyi dönemlerinde izlemek “Neyse ya, en azından değdi.” dedirtti. Hamburg’un coğrafi konumunun ekmeğini yedim de diyebilirim. Çünkü Kopenhag, Amsterdam ve Berlin gibi her büyük grubun mutlaka gittiği şehirlerin tam ortasında olduğu için Hamburg da değişmeyen bir konser lokasyonu. Devamı için sizi rotaya davet ediyoruz.

Spotify’ın en işe yarayan özelliklerinden biri belki de gideceğiniz şehirdeki konserleri göstermesi. Ki orada dinlediğiniz gruplar için ayrı bir kısım oluşturması plan yapmayı ekstra kolaylaştırıyor. 7 Kasım akşamı sadece bulunduğu St. Pauli bölgesinin değil, Hamburg’un da en bilinen lokasyonlarından biri olan Bunker’ın içinde yer alan Georg Elser Halle, açılış konserindeki duraktı. Yol yorgunluğu ve şehrin iki takımının da stadyumlarını gezmek bahanesiyle konsere gitmeden önce başka bir şey yapmak mümkün olmasa da mekânın tam önünde kurulan devasa lunapark, Umut Sarıkaya’nın bedava ve ekstra bir gıda çizimini hatırlattı. Wolf Alice’ten önce sahneye çıkan Florence Road, bir ön gruptan ne beklenirse onu yaptı. Temiz ve ilgi çeken bir set çalarken bu sene çıkardıkları “Fall Black” EP’sinin radarıma girmesini sağladı. Ön grup indikten yaklaşık 20 dakika sonra 2025’in en özel albümlerinden biri olan “The Clearing”i yayımlayan Wolf Alice sahnedeydi. Grubun müzisyenliğine ve şarkı seçimlerinin harikalığına diyecek hiçbir laf olmadığı gibi 15 Temmuz akşamı İstanbul’da onları izlemek için iştahımı iyice kabarttığını da belirtmem lazım. Bunu sağlayan faktör de grubun sesi, görünüşü ve bir nevi her şeyi olan Ellie Rowsell. Hamburg’dan sadece iki gün önce Stockholm’de Avrupa turnesine başlayan grubun sahnesinden gözümü bir saniye olsun ayırama sebebim olan Rowsell, hem sesiyle hem de görünüşüyle o akşam orada olan herkesi kendisine aşık etti. Özellikle “Bloom Baby Bloom” ve “The Sofa”da vokalinin de arşa çıktığını görünce Hamburg’un daha ilk geceden tatmin ettiğini söyleyebilirim. Ancak önümde üç gün ve bir o kadar öne çıkan üç isim vardı.

Konser mekânının da St. Pauli bölgesinde olması sebebiyle ikinci günün tamamı burada geçti. Bugüne kadar gittiğim Avrupa ülkelerinde gördüğüm en güzel ve geniş seçkiye sahip plakçı olan Zardoz Records’ta başlayan gün, 1,5 saatlik plak arama/tarama çalışmalarının getirdiği açlıkla Jim Block’ta ilerledi. Türkiye’de olmayan bir hamburgerci olan Jim Block, fiyat/performans bakımından tartışılabilir. Ancak doyurduğu da bir gerçek. Zardoz’dan çıktıktan sonra 2-3 dakika yürüme mesafesinde yer alan Ruff Trade, Groove City, Remoto Records gibi yerlerde “Uygun bir şeyler çıkar mı?” umuduyla tur devam etti. St. Pauli’nin en bilinen bölgesi Reeperbahn’a yürüme mesafesindeyken orayı pas geçmek imkânsız elbette. Ek olarak, hava kararmadan önce St. Pauli stadyumu Milerntor’dan, Reeperbahn’a giden sokaklardan yürürseniz oldukça tatlı bir ruh hâlini de kucaklayabiliyorsunuz. Buradan en iyi bildiğimiz şeye, müziğe dönelim.

The Notwist’in müziğinden bahsederken indie rock ile buluşan melankoliden söz etmemek imkânsız. Hatta yer yer dream pop sularına girdiklerini de ifade edebilirim. Ancak 8 Kasım akşamı St. Pauli’nin merkezinde yer alan Knust’ta sahneye çıktıklarında çok başka bir konser beni bekliyordu. Çünkü sadece altı konserliğine The Notwist, 1990’ların ilk yarısına dönecekti. Yola, endüstriyel rock ve punk ile çıkmış bir grup olan The Notwist, sadece Berlin, Hamburg ve memleketi olan Münih’te erken dönem klasiklerini çaldığı konserler verdi. Yani “Neon Golden” ile tanıdığımız o nahif ve kırılgan The Notwist gitmiş, sahnede yerinde duramayan The Notwist gelmişti. Yaklaşık olarak 90 dakika sahnede kalan grup, sadece ilk üç albümündeki şarkılarla o dönemi seven hayranları için özel bir akşama imza attı. 2026’da yeni albümleri de gelecek, birileri İstanbul’a getirirse işitsel olarak keyifli bir akşam yaşarız.

Almanya’da pazar günleri… Gerçekten diyebilecek hiçbir şey olmayan, dünyanın son günündeymişsiniz gibi hissettiren o gün. Hiçbir marketin açık olmadığı, su almak için bile merkez tren istasyonuna (Hamburg Hauptbahnhof) gitmek gerekirken bir anda şehrin en işlek caddesindeki sinema salonunun açık olduğunu görmek nefisti. Daha güzeli, Türkiye’de vizyona girmeyen hatta çevrim içi dağıtımı bile yapılmamış Depeche Mode’un yeni konser filmine seans olduğunu görmekti. Çok uygun bir meblağ karşılığında hem pazar günü yapacak bir şey bulmak hem de seyahat boyunca sık sık dinlediğim Depeche Mode’a dair bir film izlemek pasta üstündeki çilek oldu. Dahası, akşam için dinlenmeye de katkı sağladı. Çünkü 9 Kasım akşamı Hamburg’da savaş vardı… Sporthalle’de mosh-pit, crowd surf, pogo vb. ne varsa yaşanacaktı.
Bütün bu seyahatin ve vize süreciyle, stresiyle uğraşmanın nedeni olan Turnstile, Kasım ayının başında çıktığı Avrupa turnesinin ilk konserlerinden biri için Hamburg’daydı. Tıka basa dolu olacağını ve Almanların böyle konserlere kapı açılışından çok önce geleceğini bildiğim için 17:30 gibi sıradaydım. Kapı açılışına yarım saat vardı. Yarım saat olmasına rağmen önümde en az 200’den fazla insan olduğunu görünce iyi bir yerden izleme hayalim suya düşüyordu ki insanların vestiyer sırasına yöneldiğini fark ettim. Turnstile’ın merch masasından hızlıca bir tişört kapıp sahne önüne koştum. Evet, bayağı depar attım. Ufak tefek heyecanlar. Şaka bir yana bariyerle aramda bir kişi vardı ve tam ortadaydım. Tahmin ettiğimden çok daha iyi bir noktadaydım. Önümdeki kişilerden montumu yanlarına asmam konusunda izin aldıktan sonra 2024’teki favori albümlerimden biri olan “Guided Tour”u yapan High Vis’i izlemeye hazırdım. Sadece 25 dakika sahnede kalıp sekiz şarkı çalan gruba punk seven birinin hayran kalmaması imkânsız. Vokaldeki Graham Sayle’ın giyiminden sahne duruşuna tam bir Liam Gallagher hayranı olduğunu anlamamak da öyle. Grup sahneden indikten sonra Google’a İngiltere’nin neresinden olduklarını yazdım ve aldığım Manchester cevabıyla taşlar yerine oturdu.

High Vis’den sonra The Garden sahnedeydi. İki kişilik bir grup olan The Garden, sahnede davul ve bas gitardan oluşuyor. Gitar ve diğer enstrümanları teypten dinliyoruz. Konserin ilk şarkılarında oldukça sert ve güçlü bir tonla giren grup konser ortasında rave punk sularına girince konserden tamamen uzaklaştım. Ancak şu bir gerçek, The Garden’ı İstanbul’a getiren 500-1000 kapasite arası herhangi bir mekân pişman olmaz. Bu sene Blind’a gelen Sextile’ın daha büyük kitlelere oynayan hâli diyebiliriz. Onlar da dokuz şarkı ve yaklaşık 50 dakika sahnede durduktan sonra indi ve yarım saat boyunca büyük buluşmayı bekledik. Tek başıma konser izlediğimi gören Tracy’e buradan teşekkür ediyorum. Açtığı muhabbet sayesinde yarım saati bir şekilde erittik. 2025’in bana göre uzak ara en iyi albümü olan “NEVER ENOUGH”a adını veren şarkının ilk notasıyla beraber başlayan pogolarda birbirimizi kaybettik ama olsun.
Turnstile, günümüzün en büyük sıçrama yapan gruplarından biri olmanın ötesinde 15 senelik bir temele ve sahne alışkanlığına sahip. İlk şarkıdan son şarkıya kadar tek saniye bile pogo durmadı. Crowd surf esnasında kafama yediğim tekmeyi saymayı bıraktım bir noktada. Çünkü makine gibi çalarken enerji saçan Turnstile’dan etkilenmemek gibi bir durum söz konusu olamaz. “I CARE” ile “DULL”ın birleşiminde çıldırmamak elde değildi. Ya da “LIGHT DESIGN” veya “BLACKOUT” ile “MYSTERY”de. Hatta “SOLE”u da burada örnek gösterebiliriz. Ancak hem kitlesel hem de kişisel olarak konserin zirve anı kapanışıydı. “BIRDS” ile adeta ortalığı birbirine katan grubun frontman’i Brendan Yates, “Ön taraftakiler, hadi sahneye” dedi. En önden güvenliğin de yardımıyla sahneye fırlattım kendimi. Tam gitarist Pat McCrory’nin önünde olduğum için şarkının sonuna kadar onu darlamaya çalışıp davuldaki Daniel Fang’e “COME TO ISTANBUL BE ABİ” diyerek görevimi yerine getirdim. Pena veya setlist kapamamak içimde ukde…
Turnstile konserinde alınan hasarlar, açılan kaş, moraran vücutla birlikte dört günlük Hamburg müzik ve konser rotasının son gününe başlamak pek kolay değildi. Önce Rathaus tarafındaki Arın Kebap’ta yenen Alman döneriyle yemek kısmı aradan çıktı. Linç yemek istememekle birlikte Almanların dönerinin, Türkiye’de yapılan dönere göre daha doyurucu ve lezzet bakımından daha çeşitli olduğunu düşünüyorum diyerek şehre devam ediyorum. Şehir merkezinde kalmanın avantajıyla Hamburg Hauptbahnhof’taki dergi satan dükkanları dip köşe gezerek aylık telif kazancımı dergilere yatırdım. Pişman mıyım? Asla. Yine şehir merkezinde olan ve en az plakları kadar CD koleksiyonuyla da iyi bir seçki sunan Michelle Records’a da uğramadan geçmek istemedim. Ayrıca Zardoz’daki çalışanlar kadar olmasa da Michelle’in çalışanlarının da hoş sohbet insanlar olduğunu söyleyebilirim. Alınanları otele bıraktıktan sonra yine, yeni ve yeniden St. Pauli yolu gözüktü. Çünkü, şehrin müzik ve genel anlamda kalbi bu bölgede atıyor. Kaffee Stark’ta hafif bir şeyler atıştırdıktan sonra bölgedeki mağazaları gezerek Beatles’ın, Beatles olmadan önceki durağı olan Reeperbahn’a tekrar gittim. Beatles-Platz olarak geçen ve grup elemanlarının heykellerinin de bulunduğu kısımdan düz ilerlediğinizde, 1960-1962 arasında her gece 4-5 saatlik The Beatles performanslarına ev sahipliği yapan mekânlarla göz göze geliyorsunuz. Aynı zamanda Hamburg’un Red Light’ı olarak da geçen bu bölgeden 500 metre mesafedeki Docks, 10 Kasım akşamında Wet Leg’i ağırlıyordu. “Moisturizer” albümüyle bu senenin takdir toplayan işlerinden birini yapan Wet Leg, Avrupa turnesinin sondan bir önceki konseri için sahneye çıkmadan önce Faux Real müzikseverleri geceye ısıttı. Sonrasında sahneye Wet Leg çıktı ve 80 dakika boyunca tek saniye durmadan 19 şarkı çaldı. Wet Leg’in çok iyi çalan ve hit şarkılar yapan bir grup olduğunu söylemezsem büyük haksızlık ederim. Ancak ışık kullanımı, şarkı sözlerini düzenli olarak yanlış söylemesi ve biraz “donuk” sahne duruşlarıyla beklentimin altında kaldığını da belirtmem lazım. Konserin zirve anları “Pillow talks” ile kapanış şarkısı olan “Mangetout” idi.

Umuyorum ki, hayatın bize dayatılandan daha fazlası olduğuna olan inancımızı koruyup dünyayla entegre bir yaşam sürmek için bu kadar efor harcamamız gerekmez yakın bir gelecekte. Ancak o gelecek gelene kadar kımıldamadan oturmak da yanlış. Daha kolay gerçekleşen rotalarda buluşmak dileğiyle.
