Ana SayfaÖzel Dosyaİskandinav sineması: soğuk ve derinden

İskandinav sineması: soğuk ve derinden

İskandinav sinemasına dair bilinenler bilinmeyenler…

Neslihan Atcan ALTAN

İskandinav Sineması bildiğimiz dünya sinemasını -bilmediğimiz de mi var? – şekillendiren epey İskandinav bir yapılaşmadır. Bu cümleye gerçekten koca bir pes deyip ne demek istediğimi hızlandırılmış 150 saatlik Türkçe kursunu tamamlayıp anlatayım. Bir kere “The Seventh Seal” (1957) ve “Persona” (1966) gibi bize kim olduğumuzu unutturan ve sonra hatırlatan ders kitabı filmleriyle Ingmar Bergman’ın ilham kaynağı olmadığı yönetmen yok gibi bir şey: Scorcese’den , Coppola’ya, Tarkovsky’den Allen’a, evrenin en parlak yıldızları ondan mutlaka feyz almışlar. Mesela Scorcese, Bergman için “Bergman’ın filmlerinin eskimeyen bir özelliği var. Kültürel ve dilsel engelleri aşarak hala izleyicisiyle buluşmaya devam ediyor. İnsan ruhunu ve deneyimini keşfi gerçekten eşsiz” diye buyurmuş. Bergman da Carl Theodor Dreyer’den etkilenmiş. Hani şu The Passion of Joan of Arc’ın mucidi. Kronolojik olarak daha fazla e-devlet tarzı bir sorgulamaya girmeden günümüzün çarpıcı İskandinav yönetmenlerinden kendi seçkimi sunup çıktığım deliğe geri döneceğim.

Joachim Trier – Norveç’ten kötü bir şey çıkamayacağının örneği

“Oslo, August 31st” (2011) gibi bir filmi yapan bu Norveç somonu -niye böyle şeyler diyorum, gerçekten bilmiyorum!- rehabilitasyondan yeni çıkmış madde bağımlısı Anders’in bir gününü bize varoluşsal krizler eşliğinde, umutsuzluğun ruh üşüten yalnızlığını, kalbin o ince ve narin hallerini, yabancılaşma, ait ol(a)mama gibi bizi biz yapan ya da yap(a)mayan mevzuular eşliğinde bize yaşatıyor. Tüm bu temalar Anders Danielsen Lie’nin performansında da kişiliklerini bulmuş oluyorlar. Trier’in ilk filmi “Reprise” (2006) de başka bir keşif. Film, iki genç arkadaşın yazarlık yolunda yaşadıklarını, kısaca yine bir “olma” hikayesini lineer olmayan bir anlatıyla bize yaşatıyor. “Thelma” (2017) desen ayrı bir dert. Dert diyorum çünkü kimliği bastırılmış dindar bir genç kız duygularını anlamlandırma ve/veya onlardan kaçma sürecini, doğaüstü dışavurumlarla deneyimliyor. Bu açıdan baktığımızda da -zaten fazla bakacak bir açı yok; dinin birey üstündeki tahakkümüyle çarpışan hür irade ve birey olma çabası- yine epey sancılı bir “olma” hikayesi. “Louder Than Bombs” (2015)’u kenara bırakıyorum -yersizlikten- ve The Worst Person in the World” (2022)’ü de hatırlatmam gerek diyorum: Bu da bir “olma” hikayesi değildir de nedir kuzum? Genel olarak baktığımızda Trier, bireyin olma/ olamama durumlarını büyük bir nezaket ama berraklıkla inceleyen, izleyen ve bize aktaran çok kral bir arkadaşımız.

Susanne Bier – Danimarka’nın kadın gücü

“In a Better World” (2010) filmiyle tanıyıp kendi kendime gurur duyduğum bu harika hanımefendi, bu filminde aile içi ve dışı insan ilişkilerinin karmaşık dinamiğini yoklarken, yaşattığı duygu yoğunluğuyla da bizleri ya da beni kalbimden yakalıyor. Gerçekten de bu filmde ne ararsan var: akran zorbalığı, evlilik müessesesinin manasızlığı gibi/ değil gibi olma durumu, bireyin yaşadığı kayıplar, ırkçılık, ahlaki ikilemler, eril güç dengeleri ve yönetmenin kendi sözleriyle ifade ettiği “kurtarılabilir ile kurtarılamaz arasındaki mesafe”. Bunca konuyu bu kadar dengeli bir şekilde filme yedirmesi Bier’in benim gözümde en güçlü noktalarından biri. Diğer güçlü noktası da romanları sinemaya aktarırken eserlerin ruhundan uzaklaşmayıp onlara iyice tutunması. Ya da ben öyle zannediyorum. Ayrıca “Bird Box” (2018) da yine çok ses getirmiş ve Bier’in sadece drama değil, farklı janrlarda da başarılı olduğunu göstermişti. Bier’in sinemadaki başarılarının yanı sıra televizyonda da kişisel olarak sevdiğim çok ses getirmiş dizileri yönetmiş olması kendisinin bu endüstri için ne kadar önemli olduğunu kanıtlıyor. Bakınız, John Le Carr’ın romanından uyarlanan “The Night Manager” (2016). Çok kıymetli bir hanımefendi, çok. Diğer işlerine de göz atın mutlaka.

Aki Kaurismäki – Finlandiya’dan deadpan mizah

“The Man Without a Past” (2002) beni Kaurismäki’yle tanıştıran ilk filmdi. Her zamanki gibi kendisinin bu tanışmadan haberi yok ama olsun. Kendisinin mizah anlayışını ve aslında sıcacık kalbini kendime o kadar benzetiyorum ki o yüzden bana deli diyorlar dermişim. Şaka – şaka mı?- bir yana, gerçekten üslubu ve insana dair umutlanacağımız her şeyi bize minik minik uzatmasıyla bu beyefendinin işlerine nasıl kayıtsız kalınabilir ki? İnsanın yok ettiğini, kırıp döktüğünü yine insanın toparladığı bu film ve “Le Havre” (2011) Kaurismäki’nin ilgilendiği işçi sınıf, gelir eşitsizliği, göçmen politikaları gibi konuları önceden de belirttiğim, deadpan -duyguların dışarıya pek yansımadığı, ifadesiz bir üslup diye açıklayabiliriz- mizahla sunan beyefendi ayrıca şu sözleriyle de kalbimi fethediyor: “İlgi alanım samimiyet ve kötü bir mizah anlayışı. Eğer samimiysen, istediğin kadar yalan söyleyebilirsin.”

Daha mesela birlikte halı sahaya çıkmak istediğim “The Celebration” (1998) ve “Another Round” (2020)’lu Thomas Vinterberg, evrene enerji yollamak istediğim “Force Majeure” (2014), “The Square” (2017) ve “The Triangle of Sadness” (2022)’lı Ruben Östlund, birbirimize günaydın demeden aynı apartmanda oturmak istediğim “Sick of Myself” (2022)’li Kristoffer Borgli ve bayramda harçlık isteyeceğim Lars von Trier var. Belki bu bireylerden de farklı gün ve haftalarda bahsederim ya da bahsederiz. Günleriniz nasıl geçiyor bilmiyorum ama sinemasız geçmesin diyorum. Sanki kendim her gün bir film izleyebiliyormuşum gibi artık… Günde beş film izlediğim zamanlardan bir filmi iki günde bitirebildiğim farklı zamanlara geldim. Kesin bu durumla da ilgili bir İskandinav filmi vardır. Ne dersiniz?

BENZER İÇERİKLER

EN ÇOK OKUNANLAR

ÖZEL DOSYALAR