
Geçtiğimiz yıllarda örneklerine sıklıkla rastladığımız tek kişilik oyunlar arasına bu sezon da yenileri eklenmeye devam ediyor. Onlardan biri de Mehmet Ali Nuroğlu’nun kurduğu, şehrin kültür-sanat dünyasına için yeni bir soluk getiren Kadıköy Oda Tiyatrosu’nun ilk oyunu olan “Dünyada”. Ülkemizde daha önce sahnelenmeyen Will Eno imzalı bu oyun, tiyatronun yanında farklı disiplinleri de bir araya getiren anlatımıyla dikkat çekiyor. Çıplak, ulu orta, apaçık şekilde, sonsuz sayıda kelime ve anlamlar bütününün bir araya geldiği bir zihnin, alelade insani anlatımını sunuyor. Bunun yanında duygusal yoğunluğu ve derin düşünceye iten yapısıyla seyircisi için farklı bir deneyime kapı aralıyor. Ben de bu doğrultuda yakın zaman önce izlediğim oyuna dair başrolü ve yönetmeni Mehmet Ali Nuroğlu ile bir röportaj gerçekleştirerek metni ve yansıtmak istediklerini derinlemesine konuşma fırsatı buldum.
Dünyada oyununu konuşmaya başlamadan önce hikâyenin başına dönelim derim. Kadıköy Oda Tiyatrosu’nun kuruluş süreci nasıl gelişti? Özel tiyatroların ekonomik zorluklar karşısında giderek zorlandığı ve kapılarını kapatmak zorunda kaldığı günümüzde bu yolculuğa başlamak, sizi hangi engellerle karşı karşıya bıraktı?
Bir sahnem olması, çok genç ve çok arzulu olduğum bir dönemin hayaliydi belki de. Geçmişte bu hayal uğruna girişilmiş çokça hayal kırıklığım ve sonu çok da iyi olmamış birçok iyi niyetli adımım var. Şu an attığım bu son adımın beni nerelere götüreceğini de zaman gösterecek. Bu tarz işlere giriştiğinizde, etrafınızdaki sizi seven ve korumak isteyen insanlar sanki ağız birliği etmişçesine bu girişiminizi “delilik” olarak adlandırıyorlar. Böyle de denilmesinde bir sakınca yok, evet bir delilik hâli bu belki; birçok başka şey gibi, mesela âşık olmak, başka bir dünya hayal etmek, yaşamın kurulu verili hâllerinin dışında bir yaşam inşa etmek istemek gibi. Bu ve benzeri delilikler, aslında yaşamı hepimiz için biraz daha kıpırtılı, biraz daha pırıltılı bir hâle getiren şeyler. Sonuçta tabii birileri çıkıp “Ağlama, bu pırıltılı hayatı sen kendin seçtin.” diyecek. Çok bilenler bilmeye devam edecek, sen de “Yenil, yine yenil, daha iyi yenil” diyeceksin. Oyundan bir replikle “Çünkü bunu ben yapmasam başka kim yapacak, kim benim kişiliğimi ortalığa serecek ya da kafamın içindeki kelimelerin son damlasına kadar suyunu sıkacak. Başkaları mı?”
Bir zemine ihtiyacımız var, kuralların hep başkaları tarafından belirlendiği bir dünyada kendimize ait bir alana ihtiyacımız var. İhtiyaçtan doğan bir mecburiyet bu. Kimse destek olmuyor evet ama ağlayıp durmak yerine deneyelim en azından. İnsan daha çok yaptıklarından değil de yapamadıklarından ötürü pişmanlık duyuyor günün sonunda.
Kadıköy Oda Tiyatrosu, “Tiyatronun perspektifini deneysel, alternatif performanslarla genişletmeyi hedefliyoruz. Böylece sahne dışını -sokağı, sesleri, güncel gerçeği- sahneyle; ortak belleğin canlandırılmayı bekleyen kurgusal söylemiyle birleştiriyoruz.” söylemini benimseyen bir topluluk. Bu söylemi biraz daha açacak olursanız neler söylemek istersiniz? Seyirciye sunduğunuz teminatlar neler?
Kadıköy Oda Tiyatrosu, bu ay sonu itibarıyla “Kino Vertov” olarak yoluna devam edecek. Yolun henüz başında böyle bir isim değişikliği tuhaf gelebilir insanlara. Benim için çok geçerli sebepleri var bunun; sezgisel ve düşünsel olarak. Öncelikli sebeplerimden birisi “tiyatro” kavramının kendisi. Kültürel olarak çok yerleşmiş, deyimlere konu olmuş, duyan herkesin kafasında benzer şeylerin oluştuğu bir kavram. Bu işi yapanların da izleyen seyircilerin de ortak noktası “tiyatro” diye bilindik bir şeyin var olduğu ve bununla hemhâl olunacağı. Bense böyle bir şeyin var olmadığını, doğası itibarıyla her temsilde yeniden oluşan ve temsil sonu dağılıp giden bir ilişki biçiminin var olduğunu düşünüyorum. Bütün sanat disiplinlerinin ayrılamaz bir biçimde iç içe geçtiği böyle bir dönemde yaptığım şeyin tek bir başlıkla, tek bir isimle tanımlanmasının doğru olmadığını, bunun seyirci için de yanıltıcı olduğunu düşünüyorum. Kurduğumuz mekânın da mümkün olan her tür buluşmaya açık bir alan olmasını diliyorum. Dışlamayan ama içeren bir mekân. İlk oyunumuzda bu tavrı net bir şekilde ortaya koyduğumuzu düşünüyorum. Niyetim ve dileğim de bu tavrı sürdürebilmek.
İsmimiz, büyük sinemacılardan Dziga Vertov’a atıfla konuldu. Sinemanın bugün anladığımız şekliyle var olmasını sağlayan belki de en önemli isim. Kurguyu/montajı, kameranın hayatın tam ortasına yerleşmesini ve birçok diğer şeyi de borçlu olduğumuz bir isim. Biz de illaki bir tiyatro olarak anılacaksak kamerası olan bir tiyatro olarak anılalım.

Topluluk olarak meselenizi “Tüketilen değil, üretilebilen sanata alan açmak. Kolektif yapımlarla, alternatif metinlerle, kurgularla ve müziğin evrensel zamansızlığıyla sizleri buluşturmak.” şeklinde açıklıyorsunuz. Günümüzde tiyatro toplulukları için üretilebilen sanat, yerini tüketilene bırakıyor. Tabii ki bunun değişmesinde birçok parametre var. Bugünün şartlarında tüketilen değil, “üretilebilen sanat” yapmak neden değerli? Hangi açılardan zor?
Bu sorunun cevabını alıntıladığınız metnin yazarı, oyunumuzun da yardımcı yönetmeni Ayşegül’ün ifadeleriyle cevaplamak isterim: “Öncelikle çok haklı bir soru sorduğunuzu belirtmek isterim. Tüketim ve üretim kelimelerinin dahi birer ‘tüketim’ malzemesine dönüşmüş olduğu yaşadığımız bu dönemde sorunuza cevap vermek işin aslını açıklamakta zorlanan zihinlerimize bir açılım sağlayabilir. Bunun için umuyorum ki en basite bakmak yeterli olacaktır. Üretim ya da üretme hali kendi içinde işçi olma/işleyen olma özelliğini otomatik olarak barındırır. Sanırım bizler en çok bu noktada kaybolduk. Zorlu hayat koşulları, yalnızca maddi kaynakların sürdürülebilirliğine olanak sağlayan yapılanmalar, sanatçı duyarlılığı denen; dayanıklılık ve istikrar isteyen üretebilme hâlimizi sekteye uğrattı. Hâliyle ‘satılabilir’ olanı düşünmeye teşvik edildik, hatta böyle düşünmeyi birbirimize de teşvik ediyoruz. Gözümüzü açar açmaz para harcamaya başladığımız bir dünyada bu olmazsa olmaz bir tembih elbet. Fakat aynı zamanda duyarlı, hisseden, yaşamı kendi özgün bakışı ile algılayıp oradan hareketle var olabilen ve bunu bir sanat eserine işleyerek paylaşmaya cesaret eden yanımızı günden güne gölgede bırakıyoruz. Tam bu noktada da artık bir birikim oluştu. Sanatçıların kendilerini olduğu gibi, sistemler dışı bir alanda duyup, dinleyip, hissedip, paylaşabileceği alanların çoğalması bu birikimlerin ortaya çıkmasına imkân sağlayacak. İşte bu nedenle dileğimiz, yeni adıyla Kino Vertov’un, kendi işçiliğini hatırlamak isteyen her sanatçıya açık, birbirini destekleyen ve üretimi sürdürülebilir kılan bir alan olması.”
Kadıköy Oda Tiyatrosu olarak sahneye koyduğunuz ilk oyun, Will Eno’nun “Dünyada” isimli metni oldu. Yazarın diğer oyunları arasından özellikle bunu seçmenizi sağlayan neden(ler) ne oldu? Dünyada’nın metninde sizi kendine çeken neydi?
Will Eno ülkemizde çok tanınan bir yazar değil. “Thom Pain” adlı oyunu farklı adlarla çeşitli zamanlarda oynanmış olmasına rağmen basılı bir çevirisi yok maalesef. Oysa oynanması kadar okunması da keyifli metinler bunlar. Çağdaş edebiyata, tiyatro geleneğine ve felsefeye gizli atıflarla dolu, sade bir anlatımın altında derin ve geniş bir çağrışımlar dünyası barındıran bir yazın. Bizim oyunumuz “Dünyada”, orijinal ismiyle “Title and Deed”, yazarın okuduğum ilk oyunuydu. Pandemi henüz bitmiş, kendimi yıllar sonra Ankara’ya ve tiyatroya dönmüş bulduğum zamanlardı. Oyunun çevirmeni Ayberk Erkay önerdi bu metni bana. Okuduğumda metnin benim dertlerime dertlendiğini, seslendiremediğim mevzulara ses verdiğini gördüm. Ayrıca yapısı, kafamdaki sahneleme biçimlerine de uygun düşüyordu, dilediğim araştırmayı yapmama olanaklıydı. O dönem üzerine çalışmak kısmet olmadı ancak üzerinden iki yıl geçtikten sonra nihayet koşulların elverişli olduğu bir dönemde metin üzerine çalışmaya başladık. Oyunun ana teması yabancılık. Dilsel, kültürel, mekânsal bir yabancılık olduğu kadar kendine, geçmişine, dünyaya da bir yabancılık. Bir ev özlemiyle inşa edilmiş bir yersiz yurtsuzluk, birliktelik umuduyla kurulmuş bir yalnızlık, dile duyulan şüpheyle oluşturulmuş bir sayıklama, diyalog umudu taşıyan uzun bir monolog. Kelimelerin kifayetsizliği üzerine söylenmiş kelimeler, kelimeler, kelimeler…
Tiyatroda daha önceki oyunculuk tecrübelerinizde oyuncu kadrosunda birden fazla ismin yer aldığı yapımlarda sahne aldınız hep. Dünyada oyununda ise sahnede tek başınasınız. Bu sizin için her temsilde nasıl bir tecrübe oluyor?
Oyunun sırrını faş etmemek adına detaylı cevaplamayacağım bu soruyu ama izlediğiniz için biliyorsunuz ki sahnede tek kişi değil çok kişiyim aslında. O gün ne kadar seyircim varsa o kadar da rol arkadaşım var.

Dünyada’nın tanıtım metninde yer alan “Biraz yabancı bir adam için monolog.” ifadesi, oyuna dair son derece kilit bir ifade aslında. Bunun neyi ifade etmek istediğini seyirciler oyunun ilk dakikalarından itibaren çok keskin bir şekilde kavrıyor hiç kuşkusuz. Sizce bir zamanın, yerin, kültürün veya kendisinin yabancısı olmak, birey üzerinde nasıl etkiler bırakıyor?
Ben bir asker çocuğu olarak iki-üç yılda bir şehir değiştirmelerin, okul değiştirmelerin, tanıdık yüzlerin, mekânların yerini tanımadıklarıma bırakmasının bir ürünüyüm. Benim dünya algım, yaşam görüşüm, ilişki alışkanlıklarım her şeyin geçiciliği üzerine inşa olmuştur. İlişkilerde derinleşebilmeyi, mekânları sahiplenmeyi, bir yerlere kök salabilmeyi çok geç ve kendi kendime öğrenmek zorunda kaldım ve bu öğrenmeleri ne kadar kanıksadım orası da meçhul. Bu sizi günün sonunda özgün bir duruma sokuyor fakat bu özgünlük illaki olumlu bir anlam da içermiyor, tuhaflığa dönüşebiliyor. Doğduğu evde, şehirde yıllardır aynı yerde yaşayan insanlara hep imrenmişimdir çünkü onlar geniş ve kadim arkadaş grupları içerisinde neşeli bir yaşam sürenlerdir. Bense tek tük eski arkadaşımla buluşup çoğunlukla sessizliği paylaşıyorum.
Salona adım atan her seyircinin yaşadıklarından veya yaşayacaklarından izler bulacağı, zihninin derinliklerinden bir şeylerle eşleştirebileceği herkesin bir hikâyesini sunuyor aslında oyun. Peki Mehmet Ali Nuroğlu kendinden neler buluyor metinde?
Bu soruya önceden cevap vermiş bulundum. Üstü kapalı da olsa. Oyunculuk zaten metinle ortaklaşa ilerleme çabası, bir hemhâl olma denemesidir benim için. Yüzeyde veya derinde bir yerlerde oynadığın karakterle özdeşlik kurabilme gayreti. Bu yüzden bu soruya en iyi cevabı ancak sahnede verebilirim sanırım.
Ele aldığı meseleyi yoğun imgelemeler, felsefik temele parmak basan dayanak noktaları, sonsuzluğa uzanan kelimeler, anlamlar bütününü oluşturan ifadeler ve cümlelerle son derece girift biçimde aktaran oyun, izlemenin de ötesine geçerek düşündüren ve deneyimleten bir forma bürünmüş durumda. Metnin bu yapısı, performans olarak aktarım noktasında size nasıl bir alan açıyor?
Adamın anlattığı birtakım hikâyeler var, hakiki mi kurgu mu olduğunu bilemediğimiz hikâye parçacıkları. Bunları da lineer bir biçimde değil de fragmantal ve başı sonu olmadan, cümlenin ortasından girerek ve neredeyse belirgin sonlar da sunmadan anlatıyor. Anlatabiliyor mu bundan da emin değiliz, ne adamın kendisi ne ben ne de seyirci. Biz de bu tuhaf anlatıyı, görsel imajlarla, ses ve ışık koreografileri ve ansızın beliren müzik parçacıklarıyla destekliyoruz. Böylece metnin çağrışımsal yapısına görsel ve işitsel bir başka boyut açıp seyircinin bilinç dışı etkileşimlerini tetiklemeyi hedefliyoruz. Onları kendi söylemimiz ve imajlarımızla manipüle edip tek bir manaya gütmek yerine daha serbest çağrışımlı ve kişiye özel bir deneyim alanına yol açmak istiyoruz. Böylece ne kadar seyirci varsa o kadar çok sayıda temsil oluşuyor ve bu deneyimler zenginliğinden de yoğun bir enerji açığa çıkıyor. Belki şaşırtıcı ve alışıldık olanın dışında olduğu için de zorlayıcı bir deneyim ama günün sonunda seyircinin hakikaten de buradan bir şeyler alarak birtakım mevzuları gün yüzüne taşıyarak çıktığını gözlemliyorum. Yazar da bunu diliyor zaten, adamın ağzından oyunun sonlarına doğru şu kelimeler döküyor: “Size bir şeyler bırakıp gideyim istemiştim.”

Ses ve beden dilinin ön plana çıktığı anlatımda seyirciyi de metnin bağlamı içinde köşeye sıkıştıran kamera kullanımı, hiç kuşku yok ki oyuna dair en beğendiğim noktaların başında yer aldı. Bu yönüyle seyirciyi de oyunun içine görüntüyle dahil eden ve birlikte deneyimlenen bir “anlar bütünü” yaratıyorsunuz. Beden performansının yanında ses ve video kullanımını nasıl kurguladınız? Klasik anlatı yapısında görmeye pek alışık olmadığımız bu unsurlar seyircide nasıl tepkilere yol açıyor? Oyun anındaki gözlemlerinizi öğrenebilir miyim?
Öncelikle kamera kullanımının sizi köşeye sıkışmış hissettirmesine üzüldüm. Ben daha çok size kendinize dair bir başka bakış açısı sunabilmek ve bu açıdan yeni bir bakışla kendinize mesafelenebilmek ve nihayetinde de daha geniş bir alanda ferahlatabilmek istemiştim. Tabii herkesin deneyimi biricik ve çok çeşitli deneyimler yaşayabiliyor seyirci. Mesela bir gösterim sonrası söyleşide seyircilerden biri, çok sevdiğimiz ve oyunumuza geldiği için de gururlandığımız bir isim ekranda kendi yüzünün bir anda sanki babasının yüzüne dönüştüğünü ve onu izlediğini söylemişti. Bu deneyim onu belki uzun süredir hiç düşünmediği kendi çocukluğuna, anı parçalarına götürdü. Bir noktada sahnedeki adamın kendi babasıyla ilgili anlattığı bir hikâye, kişiselleşti ve bizim duymadığımız derin bir kişisel anlatıya dönüştü.
Sahnede kamera kullanımı uzun süredir kafa yorduğum bir mevzu. Dünyada çok geçmiş tarihlerden beri kullanılan, araştırılan da bir alan. Ülkemizde de bilhassa son yıllarda sıkça kamera ve-veya ekran kullanımına rastlıyoruz. Kameranın sahne üzerindeki imkânları, doğal alanı olan sinemadaki kadar çok sorgulanmış değil. Sahne üzerinde şık bir detay veya etkileyici bir fon olmaktan öte bir kullanımını da en azından ben şahsen görmedim. Kamerayı sahneye koyalım da oyuncunun yüzünü ve bazı detayları daha yakından gösterelim türünden bir yaklaşım değil benimkisi. Kaldı ki detayları ve ifadeleri vurgulamak ve seyirciye “yaklaştırmak” için tiyatronun çok güçlü özel teknikleri var.
Üç boyutlu bir temsil alanında iki boyutlu bir imaj dünyasının yabancılaştırıcı etkisi izleyicide nelere yol açar, artık çok kanıksadığımız bir görünümler dünyasının sahne yanılsamasını zorlayan gerçekçiliği bize yeni imkânlar sunar mı, bu zıtlıkların seyircide oluşturduğu bir gri alan, bir paralaks, bir nevi algılardaki bir sıçrayışla beraberce yeni bir deneyim alanına sahip olabilir miyiz; gibi sorularımız var. Ayrıca video imajın barındırdığı şok etkisi, anlatan değil de temsil eden, oluşan dönüşen bilinç dışı görünümler sahne deneyimimize neler katabilir? Bunlar üzerine belki felsefeciler veya tiyatro, sinema eleştirmenleri, araştırmacıları daha bağlamlı şeyler söyleyebilir. Bense daha sezgisel yaklaşıyorum. Merak ettiğim başka şeyler de var, mesela sahnede canlı bir montaj mümkün mü, imajlar sahip oldukları varlık imkânları dışında bir şeye dönüşebilirler mi, görünenin arkasında hakikaten göründüğünden başka bir şey var mı, göz kendisi gözlemlendiğinde esasında neye dönüşür? Bunlar gibi, cevaplardan çok sorularım var aslında.
Tüm bu düşünsel silsile dışında tamamen pratik olarak da sahnedeki adamın anlatma çabasını çoğaltmak, kelimelerle olduğu kadar, seslerle, ses kurgularıyla, görüntülerle, yakınlaşıp uzaklaşan, dönen ve geri dönen bir kamerayla da anlatabilmeye uğraşmasındaki fiziksel ve metafiziksel gayret.

Oyunun hissettirdiği “yabancılaşma”, bir yandan “özlem”, “umut” ve “arayış” kavramlarına da kapı aralıyor. Belirsizliğin bu derece belirgin olduğu günümüz distopik dünyasında “aidiyet” ve “güven” hissine daha mı çok ihtiyacımız var?
Aidiyet ve güven sanırım her varlığın peşinde olduğu ve yokluğunda kargaşaya düştüğü duygular. Fakat tehlikeli bir arayış da barındırıyor; en büyük suçlar, en korkunç günahlar aidiyet adına işleniyor, güvende hissetmek adına vicdanlar susturuluyor, yaşama dair ne kadar şey varsa askıya alınabiliyor. Günün sonunda her birimiz yaşama aitiz ve yaşama güvenmek dışında bir seçeneğimiz de yok. Hayat bizden büyük.
Bunların ardından biraz da sektörden söz edelim derim. Türkiye’de tiyatro veya herhangi bir sanat dalında üretim gerçekleştirmek gün geçtikçe zorlaşıyor. Sosyal Fayda için İletişim Derneği (SoFİ) bir süre önce “Tiyatro Sahnelerinin İletişim Alışkanlıkları” başlıklı bir rapor yayımladı. Benim için raporun en dikkat çeken noktalarından biri sahnelerin yalnızca %11,8’inin sponsorluk desteği alabildiği verisiydi. Tiyatrolar için zorlukları aşmak ve düzlüğe çıkmak yakın zamanda mümkün mü?
Daha önce kurucularından biri olduğum Fabrika Ayvalık için sponsor görüşmeleri yaparken özellikle büyük firmaların kendi çıkarlarına dönük ve sizi destekler görünüp aslında sadece ağzınıza bir parmak bal çaldıkları önerileriyle karşılaştığımda hayal kırıklığına uğramıştım. Bağımsız sanatçıları ve oluşumları desteklemeleri beklenirken zaten desteklenmeye ihtiyaç duymayan isimlere yatırım yapma iştahları gerçekten üzücüydü. Bu sefer kendi oyunum adına da benzer şeyler yaşıyorum. Bağımsız sanatı desteklemekle övünen büyük bir firma geçtiğimiz günlerde Kadıköy’de büyük bir performans sanatları merkezi açtı. Biz de oyunumuzu orada sahneleyebilmek için koşullarını sorduk, aldığımız cevapta bizim oyunumuzun onların sahne politikalarına uygun olmadığı ve bize yer veremeyecekleriydi. Oyunu hiç izlememiş olmalarına rağmen nasıl böyle bir fikre kapıldılar hiç anlayamadım. Uzun yıllara dayanan bir oyunculuk hayatım oldu, çok şey gördüm, yaşadım. Buna rağmen benim için bile moral bozucu bir tavırdı bize gösterilen. Daha genç meslektaşlarımın uğradığı yaklaşımlarıysa düşünemiyorum bile. Sanat hamisi gibi bir maske takıp esasında sanatçıların emeklerini sömüren büyük büyük isimler, markalar. Başlarda sorduğunuz sorunun bir cevabı da burada işte; oyunlarımızı oynamak, müziğimizi icra etmek, ürünlerimizi muhatabıyla buluşturmak istiyoruz. Bize sırtlarını çeviriyorsa malum mecralar, biz de kendi zeminlerimizi inşa etmek durumundayız. Burada bizi destekleyeceğine güvenebileceğim tek unsur ise seyirciler. Onlar da sizi görmezden gelince yok olmaya mahkumsunuz.

Pandemiyle birlikte kültür sanat dünyasında, özellikle de tiyatro alanında, yeni değişimlere tanıklık etmeye başladık. Bu değişimlerden biri de sayıları giderek artan tek kişilik oyunlar. Ben de geçtiğimiz sezon bu duruma dikkat çeken geniş katılımlı bir dosya hazırlamış ve sektörden oyuncu, yönetmen ve yapımcılara şu soruyu sormuştum: “Tiyatromuzda bir sorunsal: Tek kişilik oyunlar bilinçli bir tercih mi yoksa kaçınılmaz bir zorunluluk mu?” Sizin de bu konudaki görüşlerinizi alabilir miyim?
Tabii ki çok ekonomik sebepleri var bunun. Zaten iki üç kişilik oyunlar bile karşılanması çok güç masraflar çıkarıyor. Giderek her oyuncu da kendini var edebilmek adına bu tarz tek kişilik oyunlara yöneliyor. Benim durumumsa biraz farklı. Gerçekten bu metin karşıma çıkana kadar tek kişilik bir oyun sahneleme fikrim ve arzum yoktu. Bu oyunda oynamayı tercih etmemse hem karakteri kendime yakın bulduğumdan dolayı hem de sahneleme biçimimdeki arayış için kimseyi ikna etmeye zaman ve çaba harcamamak için. Sonucun ne olacağından asla emin olamayacağınız bir biçem arayışım var. Bazı köklenmiş tiyatro alışkanlıklarını, yöntemlerini, gerek oyunculuk bazında gerekse sahneleme tarzında terk etmek ve yeniye yer açmaya çalışan bir yaklaşımım var. Bundan sonra da bu hatta ilerleyen işler yapmak niyetindeyim ve çalışmak istediğim oyunculara, tasarımcılara, sahne insanlarına ve seyircilere işte böyle bir şey diyebileceğim bir örneğe ihtiyacım var. Dünyada böyle bir oyun. Yoksa hem oynayıp hem yönetmek gerçekten birbiriyle uyumsuz ve zorlayıcı iki ayrı iş. Allah’tan yanımda çok güvendiğim insanlar vardı da bunu bir ölçüde yapabildim.
Daha kişisel bir soru daha sormak isterim. Sanat ve özellikle tiyatro, yaşama ve umutsuzluğa bir alan açar mı?
Açar. Alan açmak zaten bu işlerin yaşama sebebi bence. Ama tersine de alan açabilir. Ölüme ve umuda yani. Ölümle ilişkimiz zayıf, sonunda hepimizin öleceğini düşününce bu ilgisizlik de bir tuhaf. Sonuçta bir natürmort her fotoğraf. Her anı Memento Mori.
Kadıköy Oda Tiyatrosu için Dünyada oyunundan sonra yeni projeler neler olacak? Mekânda konuk oyunlara, ekiplere ve genç tiyatroculara da alan açacak mısınız?
Masamızda birçok metin var, yoğunlukla edebiyat uyarlamaları… Bakalım… Mekânda prova yapılan işler var ve bununla ilgili detaylı bilgiyi yine Ayşegül’ün ağzından cevaplamak isterim: “Bugüne kadar Derya Türkan, Çağlar Fidan, Muaz Ceyhan gibi değerli müzisyenlere prova imkânı sağladık. Tolga İskit’in beğenilen oyunu ‘Kalabalık Duası’nı, sahnede fasıl eşliğinde ‘Kalabalık Fasıl’ olarak izleyicileriyle buluşturduk. Korhan Başaran’ın üretim aşamasında bir performans olarak adlandırdığı ‘Broke’n’ projesine ev sahipliği yaptık. Fox On Ice ekibi, ‘Orlando Trip’ performanslarını uluslararası festivallerden sonra bizde sahnelediler. Ataman Girişken’in ‘Origins’ isimli video enstalasyonu atölyemizde sergilendi. Şu an için önümüzde konuk oyun olarak planlanmış Kavla Tiyatro’nun ‘Dünyanın En Mutlu İnsanı’ gösterimi var. Genç tiyatroculardan oluşan Zemin Kolektif ekibi yeni oyunları “Eve Dönesim Yok” için prömiyer öncesi sahnemizde prova yapma imkânı buldular. Kasım ve aralık takvimimiz için de farklı tiyatro grupları ile hem prova hem gösterimler için iletişim hâlindeyiz.”
Röportajımızı Dünyada oyununu izleyecek tiyatroseverlere mesajınızla bitirelim.
Çok emek verdiğimiz, çok özen gösterdiğimiz bir oyun Dünyada. Tek şiarımız da samimi olmak, sahteliğe alan tanımamak. Seyirciyle bütünlenen bir oyun, her akşam farklı bir deneyime olanak tanıyan bir yapısı var. Gelin, izleyin, konuşalım. Beğenmeyebilirsiniz ama boşuna bir vakit geçirmeyeceksiniz. Zaten sıkılırsanız çıkabilirsiniz, çığlıklarınızı kendinize saklamak şartıyla… Teşekkür ederim ve hoş geldiniz.
Foto Credit: Luna Filmworks