Röportaj

Ova Ceren: “Hikâyelerimizi paylaştıkça yükümüz hafifliyor”

Kendisini “göçmen yazar” olarak tanımlayan Ova Ceren ile Bursa Edebiyat Festivali’nde bir araya geldik. Bu vesileyle, birlikte biraz madalyonun diğer yüzüne bakalım; bırakıp gitmek, göçebilmek gerçekten de kolay mı konuşalım istedik.
Aysu Uzer - 12 Aralık 2025
post image

“Bırakıp gitmek, göç etmek nasıl bir süreç?” diye soracağım Ova Ceren, Cambridge’deki evinden önce İstanbul’a ardından da Bursa Edebiyat Festivali vasıtasıyla benim memleketim Bursa’ya geldi. İlk romanı “Kalp Kırıklığı Kitabı” ile Türkiye ve İngiltere arasına bir çamaşır ipi gerdiğini söyleyen Ceren, ruhunu bu ipte sallandırıyor ve geçmişinden gelen hikâyelerini de böylece yeni yaşamına taşıyor. Tarihe duyduğu ilginin bir sonucu olarak yeni kitabında Osmanlı’yı anlatacağının müjdesini verirken ekliyor: “Devşirmelere ‘köksüz’ kavramı ile karşılık buldum çünkü ne yaparsan yap göçmen olduğunda kökünden koparılmış oluyorsun.”

Adapte olamayıp geri dönmek, diğer insanların gözünde de büyük bir kayıp ve başarısızlık gibi görülüyor; halbuki tüm yaşamını geride bırakıp gidebilmenin çok büyük zorlukları var. Bu zorlukları kendisini “göçmez yazar” ve “dil göçebesi” olarak tanımlayan ama sanki bir ülkeye göçmüş gibi değil de “Harikalar Diyarı”na yerleşmiş gibi görünen Ova Ceren ile konuşmak, gidenlerin yaşadığı zorluklarda, alışma güçlüğünde yalnız olmadıklarını, bu sürecin herkes için oldukça yıpratıcı ve zorlayıcı olabileceğini -ve bazen de büyük bir depresyonun paydaşları olduklarını hatırlayıp yalnız olmadıklarını- fark etmelerine vesile olursa ne mutlu bize…

Bursa Edebiyat festivali vesilesiyle buluştuk ancak ben sizinle öncelikle göçüp gitmek üzerine konuşmak istiyorum. Hemen yanımızda tatlı bir yılbaşı ağacı var, ben asılı dileklerin neredeyse tamamına bir göz attım, yüzde yetmişi başka bir ülkeye yerleşme imkânı dilemiş. Tabii ülke isimleri değişiyor ama temenniler temelde göçüp gidebilmek üzerine. Evet, dünya çok küreselleşti; farklı hayatlara açılmak artık çok daha mümkün. Ama gitme fikrini toz pembe bir “yeni hayat” ve “yeni maceralar” gibi romantize etsek de bırakıp gidebilmenin gerçekte çok büyük zorlukları da var, öyle değil mi?

Öncelikle şunu kabul etmek lazım: Yurt dışına çıkmak çok büyük bir cesaret istiyor. Bir de şunu ayırabilmek gerekiyor: Bir yere tatile gittiğinizde her şey çok güzel geliyor, daha mutluyuz, daha heyecanlıyız. Ama oraya yaşamaya gittiğinizde aynı şeylerle karşılaşmıyorsunuz çünkü yaşamanın her yerde kendine özgü zorlukları var. Ben artık göçü bir “deneyim” olarak görmeyi öğrendim. Hayatım boyunca böyle bir düşünceye sahip değildim. Son 2–3 yılda, özellikle bu kitabı yazarken bu şekilde düşünmeye başladım. “Yazıyorum, uğraşıyorum ama olmayabilir. Olmazsa da dünyanın sonu değil. Bu bana bir deneyim olacak.” diyordum. Kitap yazmak da göç de böyle bir şey aslında. Bir ülkeye gidiyorsunuz, 2–3 yıl tutunmaya çalışıyorsunuz; olmayabilir, geri dönersiniz, bu bir şey kaybettiniz anlamına gelmiyor, bu bir “başarısızlık” değil. “Orada yaşadım, deneyimledim, şartlar böyle gerektirdi ve geri döndüm” demek de bir bakış açısı. Önemli olan bakış açınızı değiştirmek. Zaten göç, kolay bir şey değil; beraberinde büyük bir yalnızlık getiriyor. Ben İngiltere’de yaşıyorum. Ama İngiltere’nin her yerinde yaşayabileceğimi de düşünmüyorum açıkçası. Cambridge küçük bir üniversite şehri. Kozmopolit bir yapısı var; komşularım Çinli, Rum arkadaşım var, Ermeni arkadaşım var, Türk arkadaşlarım var… Herkes göçmen. Bu yüzden hayatım daha kolay çünkü şu an Avrupa’da yükselen göçmen düşmanlığı gerçekten çok ürkütücü. Günümüzde göç etmeyi düşünenlerin bunları da dikkate alması gerekiyor.

Yüzüklerin Efendisi’nde Bilbo, “gittim ve döndüm” diye bahseder macerasından. Aslolan yolculuğun kendisidir yani. Nereye gittiğin, nereye vardığın o kadar da belirleyici olmayabilir. Siz de böyle düşünüyorsunuz sanırım…

O kadar güzel söylediniz ki… Tolkien’in dediği gibi diyelim. Bence en baştan şöyle demek lazım: “Bu benim için bir deneyim olacak. Bu deneyim beni nereye götürürse ben de oraya gideceğim.”

“Oraya gittim, o yalnızlığı yaşadım, bu süreçte kendimi dinledim”

Arkadaşlarımın hemen hemen tamamı göçüp gitti. Ancak özellikle ilk yıllarında, sabaha karşı ağlayarak ararlar, büyük depresyonlar yaşar, bunu paylaşacak kişi bulamazlardı. Çok arkadaşım var bunu yaşayan; ancak her biri bu alışma sürecini kendilerine ait bir başarısızlık olarak görüyor. Bence bunun sebebi biraz şu: Gittiğimiz yerde bir hikâyemiz olmaması. Geçtiğiniz sokakta bir geçmişiniz yok. Bir bağ kuramıyorsunuz. Sizin kitabınız aslında, “İki ülke arasına gerilen çamaşır ipi” metaforu ile tam da bunu sağlamış gibi geliyor bana. Ne dersiniz?

Evet, gerçekten öyle oluyor. Bir süre sonra o iki ülke arasına gerilen çamaşır ipinde bir çarşaf gibi sallanıyorsunuz. Kendi hikâyenizi iki tarafa da taşıyorsunuz. İlginç bir örnek vereyim: İngiltere’deki yayıncım lansmanı Cambridge’de yapmayı önerdi. Ben ise “Londra’da yapalım” dedim. Çünkü Cambridge’de bir geçmişim yok, bir köküm yok. Ne okul arkadaşım var ne çocukluğum ne de ailem… Yazar çevrem, göçmen arkadaşlarım, sosyal hayatım Londra’da. Bu yüzden lansman Londra’da yapıldı. Bu bile benim göçmenliğimin somut bir kanıtıydı aslında ama bunda bir güç de var bence. Belki benim biraz yalnız kalmaya ihtiyacım vardı. Oraya gittim, o yalnızlığı yaşadım, bu süreçte kendimi dinledim.

Ama biraz tersinden ele alalım, bana göre yurt dışına gitmek isteyenlerin beklentilerini biraz düşürmesi gerekiyor. Bir de Türkiye’deki hayat üzerine bir şey söyleyeceğim. Türkiye’de “beyaz yakalı” olarak yaşadım; çok iyi bir işim, çok iyi bir gelirim vardı. Burada bir balonun içinde yaşıyorsunuz aslında. Özel hastane, özel okul, özel alanlar… Bir konfor balonu. Hayat sana daha kolay oluyor. Oysa, Batı Avrupa’da hayat herkese eşit. Evime gelen yardımcımla ben aynı hastanede doğum yaptım. Özel hastanede doğum yok. “Daha özel” yaşamak gibi bir ayrıcalık yok. Sanırım Türkiye’deki kadar “özel hissetmemek”, yurt dışında yaşayanların en çok zorlandığı şeylerden biri. Bu “özelliği” yitirince de yeterince konforlu bulmuyorlar o hayatı.

Bir de kültür farkı var. Bizim kültürde duygular çok ortada. Sokakta ağlasanız biri gelir, “Ne oldu?” diye sorar. Otobüste biriyle yeni tanışıp sohbet edebilirsiniz. Ama Londra’da metroda konuşmak neredeyse yasak gibidir.

Sizinle göç konuşmak istedim ama açıkçası siz bana “Uçağa binip giden biri” gibi değil de bir delikten geçip orada bulduğu iksiri içmiş, tavşanı takip edip harikalar diyarına ulaşmış gibi geliyorsunuz.

Aslında benim hikâyem çok daha basit, ben haftada elli saat çalışmamak için gittim. Çok stresli bir iş hayatım vardı. Mutsuzdum. Orada daha insani saatlerde çalışabileceğim bir yaşam buldum. Haftada otuz beş saat çalışıp saat beşte eve gitmek… Çocuğum olunca part-time çalışabilmek… Evden çalışabilmek… Beni mutlu eden bu oldu. Belki şanslıydım da zira yazılımcılık dünya çapında karşılığı olan bir meslek. Irkçılık yaşamadım, dışlanmadım. Aksine göçmen olmama rağmen kitabımı yayımladılar. Kendi dünyamı kurmaya çalıştım. Ermeni, Rum, pek çok arkadaşım var. Onlarla geleneklerimiz de o kadar benzer ki, “Evdeysen kahveye geliyorum” diyebiliyorum. Seni görmek onun için bir angarya değil, sana zaman ayırmak ister, sana bir çay demler, dertleşmeni negatif yayıyorsun gibi görmez, paylaşır. Bunu bir İngilize bir Avrupalıya asla yapamazsın. İnsan, gittiği yerde, samimiyet tanımının karşılığını arıyor.

Son zamanlarda eski diziler platformlarda milyonlar izleniyor, hâlâ sosyal medyada yirmi yıllık dizilerden bahsediliyor. Tarkan’ın biletleri satışa çıktığı gün ilgiden ortalık karıştı vs. Biz içinde yaşarken, bazen tatlı bazen melankolik bir nostaljiye, geçmişe özleme kapılıyoruz. Uzun zaman sonra geldiğinizde siz ne hissettiğiniz? Burada olmayı özlemeniz mi ağır basıyor, geçmiş günleri mi özlemişsiniz, “Nerede o eski İstanbul?” dediniz mi?

Bunu çok dürüst cevaplamak istiyorum, ben eski Türkiye’yi çok özledim. Büyürken ülkede hissettiğim özgürlüğü çok özlüyorum. Levent Kırca’nın skeçleriyle siyasileri eleştirebildiği ve bizim özgür hissettiğimiz günleri… Ülkeye her döndüğümde bunun bir erozyon gibi azaldığını görüyorum. Evet, hiçbir zaman mükemmel değildi, hiçbir ülke de değil ama bizim burada, küçük şeylerden mutlu olma becerimiz elimizden alındı. Bıraktığım ülke yok artık. Döndüğümde kendimi yabancı hissediyorum. Bu bende korkunç bir acı yaratıyor.

Kendinizi bir “dil göçebesi” olarak tanımlıyorsunuz. Kitabınızı İngilizce yazdınız ve Türkçeye çevrildi. Aidiyet dediğimizde, hangi dile yakın hissediyorsunuz?

Artık İngilizce konuşmak ve yazmaktan Türkçede unuttuğum kelimeler oluyor bazen. Böyle Frankenstein’ın canavarı gibi hissediyorum, tam olarak tanımlayamadığım, eklektik bir yapı gibi. Ama İngilizcede çok özgür hissediyorum, o nedenle İngilizce yazdım. İngilizce bana başka bir dilde başka biri olma fırsatı verdi. Sanki başka bir Ova Ceren yarattı. Cambridge’de artık evimde hissediyorum. Ama İngiltere benim ülkem mi, bunun cevabını veremem.

“Bir şey sizi mutsuz ediyorsa ona karşı küçük bir panzehir yaratmanız gerekiyor”

Ben biraz da şunu merak ediyorum: Orada kendinize bir dünya kurmuşsunuz; ördekleriniz, bahçeniz, okuma odanız, fincanlarınız… Bulunduğu yeri “kendi dünyası” hâline getirebilmek herkesin kolay kolay yapabileceği bir şey gibi gelmiyor, içten gelen bir beceri gibi.

Bence bu bir “beceri” değil, daha çok bir hayatta kalma içgüdüsü. Bir şey sizi mutsuz ediyorsa ona karşı küçük bir panzehir yaratmanız gerekiyor. Kurumsal hayat beni çok yoruyordu; onun karşısına kendi küçük dünyamı koydum. İlk gittiğimde büyük bir evim yoktu. Bir oda, bir salon küçük bir yerde yaşıyordum. Orada pencere pervazına minicik bir kitap köşesi yaptım. İngiltere’de aldığım ilk eşya bir kitap tutacağıydı. İnsanlar, büyük bir kütüphane kurmalarına gerek var sanıyor ama hayır: Bir pencere pervazı bile yeter.

Küçük bir fincan, küçük bir masa, küçük bir ritüel… Ben biraz “doğru tür materyalist” olduğumu düşünüyorum. Pırlanta değil ama kitap, fincan, kalem… Mesela sevmediğim işte çalışırken kahve aramda renkli kupalar seçmek bile beni mutlu ediyordu. Küçük şeylerden mutlu olmak önemli. Böyle ritüeller insanı hayata bağlıyor.

“Kimseye sürekli ‘mutlu’ veya ‘mükemmel’ görünme borcum yok”

Sosyal medyayı çok samimi biçimde kullanıyorsunuz. Etkinizin kaynağı da biraz bu sanırım. Türkiye ve İngiltere’nin sosyal medya kültürlerini nasıl karşılaştırıyorsunuz?

Türkiye’de kim popüler, ne trend, çok bilmiyorum çünkü içeriklerimi İngilizce üretiyorum ve algoritma bana İngilizce içerik gösteriyor. Ama genel olarak her yerde benzer şeylerin döndüğünü düşünüyorum. Benim bu kadar takip edilmemin sebebi, sanırım gerçekten doğal olmam. Filtre kullanmıyorum, makyaj yapmıyorum. Kullanmadığım bir şeyi “Alın” diye önermiyorum. Link atmıyorum. Sosyal medyayı bir para kazanma alanı olarak görmüyorum.

Sosyal medya benim için yaratıcı olabileceğim, saçmalayabileceğim, muziplik yapabileceğim bir alan. Aldığım mesajlar beni çok mutlu ediyor: “Videolarını indirip işe giderken izliyorum.” “Yeni video yükledin mi diye kontrol ediyorum.” Bunlar beni gerçekten motive ediyor.

Bir keresinde “Bugün çok mutsuzum” diye bir video çekmiştim, viral oldu. Çünkü insanlar gerçeği görmek istiyor. Mutluluk kadar mutsuzluğu da… Bugün çok mutsuzum da diyorum, eşimle kavga ettiysem anlatıyorum. Çorap deliğinden parmağım çıkmışsa onu da koyuyorum. Annem bazen kızıyor: “Kızım bu ne hâl?” diye. Ama saklamıyorum. Çünkü ne isem oyum. Kimseye sürekli “mutlu” veya “mükemmel” görünme borcum yok. Bu yüzden insanlar beni samimi buluyor sanırım: Gerçek olduğum için. Göçün zorluklarını konuşmak da o nedenle önemli hem kişisel hem kolektif bir deneyim çünkü. Hikâyelerimizi paylaştıkça da yükümüz hafifliyor.

Kimseye bir şey borçlu olmadığımızı söylemeniz de çok kıymetli, ajandamın her sayfasına hatırlatıcı olarak yazacağım. Samimi cevaplarınız için çok teşekkür ederim.

İlgili Yazılar
Development by Bom Ajans