
Bazı isimler vardır, bir vesileyle bir araya geldiğinizde mesele(ler) o vesileyi de aşıp hayata, sevdaya, doğaya, yağmura, sise, Lazcaya, Hemşinceye, kültüre, sanata… uzanır. Sohbet bitince de dünyanın bütün inançlarında bir “âmin” deme ihtiyacı hissedersiniz.
Az önce, son filmi “Erken Kış” vesilesiyle Atlas Sineması’nda bir araya gelip röportaj yapma imkânı bulduğum Özcan Alper ile ilgili bende oluşan hissiyatı tarif etmeye çalıştım.
Röportaj bitti, vedalaştık ve sonrasında İstiklal Caddesi, Doğu Karadeniz yaylalarında çıplak ayak yürüdüğüm topuk otlarıyla dolu gibi geldi bana.
Şöyle şeyler oldu:
Beşinci uzun metrajınız Erken Kış’ı neşrettiniz. Filmde de gördüğümüz üzere; insanın hayatını, dönüp dolaşıp doğduğu yerde, çocukluk fotoğraflarında, yıkılmaya aday bir çatıdan damlayan su damlalarında aramasının sizce nedeni nedir? Çocukluk sonrası hayatın sadece “yaşamak” kısmı mı kalır; keyif ve huzur onu terk mi eder?
Sinema da dahil olmak üzere sanatla uğraşmak da aslında biraz kendine dönmektir ya böyle olunca nasıl bir çocukluk geçirdiğiniz önemli olabiliyor. Çocukluk, hafızanızda ciddi bir yer tutuyor. O yüzden o hafızayı nasıl doldurduğunuz, neleri hatırladığınız son derece kıymetli bir hâl alıyor. Timuçin Esen’in oynadığı Ferhat’ın açısından bakınca; anne-babasından kalan fotoğraflara, kendi çocukluk, gençlik fotoğraflarına bakmak hem geçmişi hem de şimdiyi sorgulamasına sebep oluyor. Bir yandan da dökülmekte olan evi sonsuza kadar ayakta tutamayacağının farkında. İnsan hayatı dediğimiz de sınırlı bir süreç sonuçta. Orada da zaten güzel anılardan ziyade hüzünlü hatıralar ve keskin bir melankoli söz konusu.
Bir de hani bir klişe vardır ya, “İnsan doğar, büyür, ürer ve ölür” şeklinde giden. Hepimiz aslında doğum ve ölüm arasındakileri unutmaya çalışıyoruz. Böyle baktığımızda karşımıza büyük bir varoluşsal sorgulama çıkıyor elbette. Bunu unutabiliyoruz ki unutmalıyız zaten zira sürekli bir sorgulamayla hayat geçmez. Ama ne zaman kendinizle alakalı daha derine inme ihtiyacı hissetiniz, ne zaman kendinizle alakalı daha çok düşünmeye başladınız işte o zaman bu sorgulama daha bilinçli hâle geliyor.
Filmde de buna vurgu var aslında. Çatısı akan, belli ki bir şey yapılmazsa kısa bir süre sonra çökmeye namzet ve en nihayet içi de çürüyecek bir ev var. Ama diğer yandan bahçedeki mezarlar. Hepsi iç içe. Doğu Karadeniz kültüründe yağmur, sis derken ister istemez bir melankoli var zaten. Bir de buna yaşamla ölümün tuhaf bir iç içe geçmişliği vardır. Özellikle yağmuruyla, sisiyle son derece canlı olan bir bölgede yaşamın, bu coşkusal döngüsünün yanında ölmekte olan tarafını da çok net görebilirsiniz. Doğu Karadeniz, hatta Kafkasya bağlamında bakınca bunun hep var olduğu gerçeği karşımıza çıkar.
Bu iç içeliğin gündelik hayata yansımaları da çok fazladır. Gittikçe muhafazakarlaşan ülkemizde şu an biraz garip karşılanabilir ama şu anımı anlatmalıyım: Dedem öldüğünde tabutunu bahçeye koyduk ve herkes onunla vedalaşmaya geldi. Ama diğer masada içkiler içildi ve dedemle ilgili güzel anılardan bahsedildi. Bu anlamda o coğrafya; Türkiye’nin diğer bölgelerine göre ölümle müziğin ve kahkahaların iç içe geçtiği bir yerdi. Bu da hem bana hem de filmlerine yansıyor muhtemelen.

Yine filmden gidelim. İki odayı birbirinden ayıran ahşap duvarda küçük bir aralık. Parmaklar dahi sığmıyor. Parmaklar sığmıyor ama sevda sığıyor. Sevda böyle bir şey midir, yani yeri geldiğinde dünyaya sığmayan o duygu küçük bir aralığa nasıl sığar?
Bu da aynı şekilde yaşamın içinden, çocukluktan, gençlikten süzülen bir şey. O bölgedeki evler kestane ağaçlarından olur. Yaz-kış yaşanan esnemeden dolayı zamanla aralıklar oluşur. Özellikle iç tarafta böyle bir sorun yaşanırdı ama bir şey yapılamazdı çünkü onlar mimari olarak çivi çakılmayan evlerdi.
Filmde Lia ve Ferhat, hayatta nerede duracaklarını bilmeyen karakterler. Duygu yoğunluğu, suçluluk, bastırılmış arzular derken çok ciddi bir psikolojik katman var elbette. Geçirecekleri son geceyi öyle vermek bana daha sinemasal, daha şiirsel geldi.
Ve Lia’nın durumu. En yakınlarından, en sevdiklerinden ayrılan ya da en yakınlarını, en sevdiklerini kaybeden insanların bir şekilde devam etmesinin nedeni sizce nedir? Bunu “Ölenle ölünmüyor” şeklinde açıklamak yeterli mi, devam etmeyi sağlayan hissiyat(lar) sizce neler?
Büyük bir yıkım, hüzün ve yas geliyor. İnsanlar için yas tutmak, tutabilmek çok önemli. Kızından ayrılmak zorunda olan genç bir kadın, savaş bölgesindeki evine dönmek zorunda ve üstelik annesinin arabasına biner binmez babasının öldüğünü öğreniyor. Büyük bir yıkım elbette. Öte yandan hayat da böyle bir şey. Orada biz anneyi de görüyoruz, o ağlamıyor mesela. Daha doğrusu ağlamamaya çalışıyor, arabayı sürmeye devam ediyor. İç içelik burada da var. O sahne için öyle düşündüm. Lia artık büyük bir duygusal patlama yaşıyor ağlama krizine giriyor ama anne vakur ve gözyaşı dökmemeye çalışıyor. Bu da işte yeniden devam etme, düştüğün yerden kalkarak tekrar yola koyulmayı gösteriyor. Bu, hepimiz için geçerli.
Filmle ilgili olarak biraz klişe olacak ama şunu da sormadan geçmeyeyim. Bu film hangi derdin, hangi temel meselenin bir sonucu olarak ortaya çıktı?
Bütün filmlerin için bu soruyu almışımdır: Hikâye nasıl çıktı, filmin derdi nedir? Ben bir sinema filmi için tek bir başlangıç cümlesi ya da tek bir dert olabileceğini düşünmüyorum. Herhangi bir sanat eseri için de hakeza. Çok fazla karşılamıyor. Erken Kış mesela, bir yol filmi olarak başlıyor ama yavaş yavaş, bir lahana sarması gibi adeta, dışa açılmaya başlıyor; fiziksel yolculuk bir süre sonra katmanlaşan içsel yolculuklara evriliyor. Lia için; geç kalınmışlığın, verilmiş yanlış kararların bedellerinin, pişmanlıkların ve diğer taraftan da verilmiş cesur kararların altında kalmak gibi bir durum söz konusu. Ferhat tarafında ise şunu görüyoruz: Geç kalınmışlık ve geçmişte verilmiş yanlış kararlar hem kendisinin hem de Handan başta olmak üzere etrafındakilerin hayatını etkiliyor. Bunun sorgulamasını yapıyor, hatta bunun için vicdan azabı çeken bir adam.

Filmlerinizde Doğu Karadeniz bölgesine bir temas oluyor sıklıkla. Siz de bir şekilde çocukluğunuza kamera tutuyorsunuz yani. Doğu Karadeniz bağlamında bir coğrafyanın bir filme katkısını ne boyutta görüyorsunuz? O uçsuz bucaksız yeşil, sıklıkla karşılan o sis, o melankoli olmasa hem Özcan Alper’de hem de Özcan Alper filmlerinde ne eksik olurdu?
Bunu, bir şekilde içini saran bir ruh gibi düşünün. O sis, o yağmur, o doğa olmasa benim çoğu şeyim eksik kalırdı. O doğa, çocukluğumdan beri hem ilham verecek kadar büyülü geldi bana hem de ara sıra kendisinden korkutacak kadar azametli. Öte yandan işin bir de masallar, mitolojik anlatılar gibi tarafları da var. Kafkasya mitolojisi oldukça zengin ve büyülüdür. Ama tabii buralara çok giremiyoruz. Ben çocukken babaannemin, anneannemin anlattığı hikâye ve masalların hepsinde bu coğrafya, bu doğa var. O sis, o yağmur; benim ruhumu besleyen, edebiyatla bu kadar ilgili olmamı sağlayan, sinemaya yönelmeme vesile olan şeylerdi belki de. Onlar olmasa Özcan Alper yine olurdu ama şimdiki Özcan Alper olmazdı. Aynı şekilde Özcan Alper sineması da çok eksik kalırdı.
“Şehirlerin belleği” konusuna hemen hemen her röportajınızda değiniyorsunuz. Doğu Karadeniz hem il veya ilçe merkezleri olsun hem de köyler olsun; hep bir betonarmeye gidiş var. Bu aşamadan sonra şehrin ya da bir yörenin belleğinden söz edilebilir mi? Şehrin belleği olmadan o şehrin kültür-sanatından bahsedilebilir mi?
İstanbul başlığında baktığımızda pek çok belleğin silinmesi işlemiyle karşılaştık; örneğin Emek Sineması. “Şehrin belleğini oluşturan mekânlar” dediğimiz kültür-sanat yerlerinin pek çoğu bu yıkımla karşılaştı. Doğu Karadeniz tarafından baktığımızda da aynı şeyleri görüyoruz. Pontus, Ermeni, Gürcü, Çerkez ve Türk kültürleriyle harmanlanmış bir kültürden bahsediyoruz. Hatta buna Rus kültürünü dahi ekleyebiliriz zira Çarlık döneminin etkisi var. Kültürlerin sentezi konumundaki mimari, zamanla hem yok oldu hem de yok edildi. Kendi başına bir yok olmadan söz edemeyiz. Mimari de yaşayan bir kavramdır aslında. Bir yerin mimarisine bakıp oradaki yaşam şeklini anlayabilirsin. Mimariyle birlikte şehirler yok olurken bir yandan kültürümüz de yok oldu. Asıl sorun bu aslında.
Peki burada ne olabilir? Bazen sinema bazen edebiyatla en azından var olanların korunması için çalışmak gerekir. Bunu provakatif bir yerden araçsal olarak söylemiyorum, zaten böyle bir şey yaparsanız sanat anlar bunu, çiğ bir tavır olduğu belli olur. Tam tersi, içsel olarak söylüyorum; sanatın ereği gereği olarak bu koruma güdüsünü hissetmesi ve hissettirmesi sonucunda o filmleri izleyen insanların da aynı pencereden bakması gerçekleşecek bir tavır bu. Mimari yok oldu ve sadece onunla kalmadı. Diller ve kültürler de yok olmak üzere. UNESCO, yok olmakta olan diller arasında; Lazcayı, Hemşinceyi, Abazacayı, Çerkezceyi de sayıyor. İnsanlar bunu “Dört tane dilin yok olması neyi etkiler ki, yok olabilirler.” gibi bir taraftan görebiliyor ama mesele öyle değil işte. Bir şehirde arkeolojik olarak bütün antik kentleri yok ettiğinizi düşünün. Ne kadar üzücü bir durum olur değil mi? İşte bu da onunla eşdeğer bir şey. Yaşayan kültürlerin yok olmasıyla antik kentlerin yok olması arasında bir fark yok.
İşte ben de o yüzden filmlerimde mümkün olduğunca, hikâyem el verdikçe bu yaşayan kültürlere yer vermeye çalışıyorum. Filmlerinde kendi karakterleri, kendi dilleri, kendi yüzleriyle yer almalarını önemsiyorum. Bana bu doğru geliyor. Dediğim gibi bunu da araçsal bir taraftan değil içsel bir taraftan yapıyorum. Çiğ durmamasına gayret ediyorum. Hikâyeden kopuk kalmamasına özen gösteriyorum. Sonbahar’da Yusuf’un Hemşince konuşması gibi, bu filmde Ferhat’ın Lazca, Lia’nın Gürcüce konuşması gibi… Bunlar elbette işin doğasında olan şeyler. Ben meseleye böyle bakıyorum.

Oyuncu seçimlerinize de değinmek isterim. Her filminizde farklı farklı oyuncular görüyoruz. Oyuncu seçiminizde ilk sıralara yerleştirdiğiniz kriterler neler oluyor? Hikâye bazlı mı yok sadece hissiyat mı?
Üniversiteden arkadaşım Songül Karaaslan ile birlikte önce tamamen hikâye bazlı bakıyoruz. Ama elbette bazen senaryonun yazım aşamasında o role yakın bir oyuncu varsa aklınıza gelebiliyor. Sonuçta oyuncu izleme konusunda oldukça aktif hareket ediyorum. Tiyatrolara gidiyorum, sonraları işkenceye dönüşen dizilerin ilk bölümlerini izlemeye çalışıyorum… Bunlar işimizin gereği olarak yapmamız gerekenler. “Ben tiyatro izlemem”, “Dizi izlemem” gibi bir kafa yapım yok. Bunlar oyuncuları görebileceğimiz yerler. Başka türlü onları nasıl görebiliriz ki… Bununla birlikte mümkün olduğunca hikâyeye bağlı kalarak ve ciddi audition’lar çekerek ilerliyoruz. Elbette duygu da çok etkili oluyor. En son aşamaya yani “Bu mu, o mu?” aşamasına geldiğinizde orada hissiyat devreye girebiliyor. Bazen tabii o rolün hakkını verecek üç-dört oyuncu da olabiliyor. Orada bir seçim yapmak, yani son kararı vermek bana çok acı verici geliyor doğrusu. Bazen yönetmen olmanın faşizan tarafları da oluyor işte böyle. Birini seçmek zorunda olmakla yüzleşiyorsunuz ki bu çok zor bir durum.
Şu an Atlas Sineması’ndayız. Galayı da burada yaptınız. “Zincir” kelimesinin ticari hayatın tam da merkezine yerleştiği ve giderek büyüdüğü zamanlarda bağımsız sinemalara destek vermenin sizin nezdinizde ve sinema sektörü nezdinde önemi nedir?
Atlas Sineması gibi sinemaların korunması elzem. Ben Sonbahar’dan beri hep aynı şeyi söyledim. Türkiye’yi çok dolaştım ve gördüm ki farklı şehirlerde böyle 700 kişilikten 1500 kişiliğe kadar uzanan inanılmaz sinemalar var; Samsun’da, Gaziantep’te, İzmir’de ve pek çok şehirde. Maalesef çoğu ya kapandı ya da bölünerek üç-dört küçük salona dönüştürüldü. Ama gerçekten şunu artık bilmek gerekiyor: Şimdi dijital platformlar vs çıkınca “Sinema bitecek mi?” gibi sorular sık sorulmaya başladı. Hayır! Büyük bir sinemada hep beraber film izlemenin keyfi hiçbir yerde yok. Klişedir ama doğrudur: Sinema, sinemada izlenir. Ben kendi filmleri büyük salonlarda belki onlarca defa izlemişimdir. Gerçekten her defasında başka türlü izliyorsunuz. O yüzden bu sinemaların korunması gerekiyor ama bu kendiliğinden olacak bir şey değil. Bunun bir kültür politikasına dönüştürülmesi gerekiyor.

Edebiyata da ilginiz ve meyliniz olduğunu biliyoruz. Edebiyat yerine sinemayı tercih etme nedeniniz neydi?
Sinema, diğer sanatlara göre çok büyüleyici bir alan, cezbedici bir alan. Ama bazen kendime dönüp sorular sorduğumda, benim için şöyle bir şey olmuş olabilir diye düşünüyorum: Tırnak içinde anadilim Türkçe olmadığı için belki hiçbir zaman o dile tam anlamıyla vakıf olamadım. Bu bağlamda sinemanın dilinin, diller üstü bir dil olması beni bu alana yöneltti belki de. Sinema bütün dillerin ötesinde bir dil ve bu beni edebiyat yerine sinemaya yönlendirmiş olabilir diye düşünüyorum. Bu arada ben resim izlemeyi, resim görmeyi de çok severim. Hatta bence sanatlar içerisinde en büyüleyici olanı. Ressam olmak çok başka gelir bana; Tanrısal bir yetenek gibi düşünürüm.
Tuncel Kurtiz belgeseli çektiniz, Kazım Koyuncu için de bir kurgu projeniz olduğunu biliyoruz. Bu isimlerim, siyasi anlamda sizinle aynı görüşe sahip olmalarının yanında, hangi insani özellikleri ve hangi dertleri sizi cezbetti ve onlar için proje yapma fikri doğdu?
Tuncel Kurtiz, Kazım Koyuncu gibi isimler için belgesel ya da film yapmak için ilk olarak kendimi ikna etmem gerekiyordu. Başlangıçta bunu yaptım. Onların hayatlarının bir kuşağa ilham vermesi durumu sonra gelen bir şey. Kazım Koyuncu için mesela. Doğayla bu kadar iç içe büyüyüp onu devamlı kollayan, müzik ve sanatı kullanarak kültürel bağlamda devamlı farklı pencereler açmaya çalışan, bunu kendi tınılarıyla gerçekleştiren ve yaptığı her işte sanatı önceliklendirmiş bir kişi. Hayatı boyunca kendi tutkusunun peşinden koşmuş. Bu, o kadar değerli ki. Dediğim gibi, bu insanların hayatının gençlere ilham olmasından çok kişisel olarak “Ben bunu neden yapıyorum?” sorusuna cevaplar verebilmem gerekiyor.
Düşünülen projeleri soralım. Neler var ilerisi için?
Yönetmenlik bağlamında kendimi daha tecrübeli ve yetkin olarak hissediyorum artık. Keşke daha fazla olanak olsa da anlatmak istediğim şeylerin hepsini anlatabilsem. Demin konuştuğumuz gibi Kazım Koyuncu hakkında biyografik film projesi var. Tür olarak da başka bir şekilde anlatmak meselesi beni heyecanlandırıyor. Daha önce yapmadığım tamamen animasyon bir şey yapma fikri de yıllardır peşimi bırakmıyor. Şimdilik bu ikisi var. Önümüzdeki üç-dört yılımı bu projeler alır. Elbette aldığım çok not, yapmak istediğim çok şey var.
Bir sahafta bir kitap alırken yanınızda bir türlü ne alacağını bilemeyen bir kişiye önereceğiniz kitap ne olur? Yine aynı şekilde film satın alınan bir ortamda önereceğiniz film ne olur?
Gençlik yıllarımda sahafta çalıştım bu arada. Şu an bir kitap önerecek olursam bu Dino Buzzati’nin “Tatar Çölü” kitabı olur. Film olarak da Michelangelo Antonioni’nin “Yolcu” filmi olabilir ya da Wim Wenders’in “Paris, Teksas”ı olabilir.