Özel Dosya

Rockstar olmanın bedeli: Kendini yok etme romantizminin anatomisi

Rockstar kimliği; bir yaşam biçimi olmaktan çok, hepimizin üzerine projeksiyon tuttuğu bir hayal kırıklığıdır. Onları izlerken aslında kendi içsel yıkımımıza tanıklık ediyoruz. Bu yüzden, her seferinde tekrar tekrar onların ölümlerine âşık oluyoruz. Ve belki de en korkuncu, biz bu yıkımı seviyoruz. Çünkü onlar yok oldukça, biz kendimizi daha gerçek hissediyoruz...
Ayşe Demir - 7 Mayıs 2025
post image

Ben rock müziği hep bir tür “bedenle düşünme” hali olarak gördüm. Düşüncelerin ve acıların sadece kelimelerle değil, çığlıkla, terle, alkışla ve sessizlikle de anlatılabildiği bir yer. Rock, aklı susturup bedeni konuşturan bir direniş biçimi oldu benim için. Bazen düşünüyorum: Neden bu kadar etkileniyoruz sahnede bağıran, gitarını parçalayan, depresyonla bulanmış o figürlerden? Belki de kendi yapamadığımız yıkımı onların gözümüzün önünde gerçekleştirmesine izin verdiğimiz için. Bugün dönüp baktığımda, sadece onların sesine değil, onların sustuklarına da bu kadar bağlanmış olduğumu fark ediyorum.

Bir rockstar nasıl üretilir?

Rockstar kimliği, sadece müzikle var olan bir şey değil. O, bir duruş, bir görsel, bir çöküş biçimi. 60’lardan itibaren sistematik olarak inşa edilen bu figür, sadece müzikle değil; yaşam tarzıyla, görünüşle ve hatta ölüm biçimiyle bile “tamamlanması” gereken bir temsil haline geldi. Biz alkışladık. Belki ağladık. Ama izlemeye devam ettik.

Peki bu insanlar gerçekten kimdi, kim olmak istediler, kim olmaları istendi? Rockstar kimliği tam da bu soruların arasında inşa edildi. Bireyin kaybolduğu ama efsanenin yaşadığı bir boşlukta. Ama her mit gibi bu da kurmacaydı. Özgürlük olarak pazarlanan şeyin içinde yıkımın ta kendisi vardı. Rockstar kimliği, en başından beri hem özgürlük vaadi hem de intiharı hazırlayan bir mekanizmaydı.

Burada dikkat çekici bir nokta da bu kimliğin büyük oranda erkek figürler üzerinden inşa edilmesidir. Kadın sanatçılar bu çöküş anlatısına dahil edilse bile, çoğu zaman ya cinsellik ya da “duygusal dengesizlik”le etiketlenerek marjinalleştirildi. Bu da yıkımın cinsiyetli bir estetik olarak nasıl işlediğini gözler önüne seriyor.

Yıkımın estetize edilişi

Rockstar figürü, tarih boyunca sadece müzikle değil, yıkımın estetik bir temsiliyle var oldu. Bu figürün dağınık saçları, göz altı morlukları, sahnede parçalanan gitarı, kendinden geçmiş bakışları… Bunlar sadece bir “dağılma” hali değil, izlenebilir ve hayranlık uyandıran bir görselliğe dönüştürüldü. Ne kadar kırılgan ne kadar kontrolden çıkmış, ne kadar “gerçek” görünürse, o kadar ikonik oldu. Yıkım bir kriz değil, bir estetik strateji halini aldı.

Bu imgelerin çoğu aslında planlı ya da en azından ticari açıdan işlevsel hale getirilmişti. Kurt Cobain’in eskimiş kazağı ya da Amy Winehouse’un kalın eyeliner’ı gibi detaylar, zamanla sadece kişisel bir stil değil, bir çöküşün “markası” haline geldi. Medya bu imajları “acı çeken sanatçı” romantizmi içinde yeniden üreterek travmayı sanata, çöküşü görselliğe dönüştürdü. Sahnedeki ağlayış, sarhoşluk ya da öfke patlaması, izleyici için bir gerçeklik gösterisi halini aldı.

Rockstar’ın sahnede kendini kaybetmesi, artık sadece bir ruh hali değil, kamusal bir gösteriye dönüştü. Sanatçının acısı, ekranlarda, posterlerde ve kliplerde yeniden sahnelendi. Her yeni kriz bir PR fırsatına dönüştü. “İmaj” dediğimiz şey artık kişinin gerçeğinden daha kalıcı ve daha karlı hale geldi.

Bu estetikleşmiş yıkım öylesine güçlü bir etki yarattı ki, birçok genç sanatçı için “gerçek olmak”, ancak bu yıkımı deneyimlemekle mümkün hale geldi ve hala da öyle hissettiriyor. Acı çekmek, bağımlı olmak, parçalanmak bir tür geçiş ritüeli gibi görülüyor. Bu durum, yıkımın sadece romantize edilmesini değil, normalize edilmesini de beraberinde getiren bir düzen ortaya çıkardı.

Ölümün mite dönüşümü: 27ler Kulübü

Popüler kültürde “27’ler Kulübü”, 27 yaşında hayatını kaybeden ünlü müzisyenleri tanımlamak için kullanılan bir kavramdır. Özellikle 1960’lardan itibaren bu yaşta ölen sanatçıların rastlantısal yoğunluğu, zamanla ölüm fikrini romantik ve kültleşmiş bir çerçeveye taşıdı. Kulübün “üyeleri” arasında Janis Joplin, Jimi Hendrix, Jim Morrison, Kurt Cobain ve Amy Winehouse gibi isimler yer alır. Farklı dönemlerde yaşamış olsalar da hepsinin ortak noktası; genç yaşta, genellikle madde kullanımı veya ruhsal çöküşle ilişkili trajik ölümleridir. Bu kayıplar, onları yalnızca müzisyen değil, aynı zamanda “acı çeken dâhi” figürüne dönüştürdü.

Zamanla bu figürler sadece müzik üretmekle kalmadı, kendi yıkımlarını da sahneledi. Medya ise bu çöküş anlarını dakikalar içinde paketleyip estetik bir anlatıya dönüştürdü. Acı, albüm satışlarını artırdı; ölüm ise bir tür başarı formülüne dönüştü.

Böylece rockstar mitolojisinin en işlevsel yapı taşı haline gelen “erken ölüm”, sanatçının ne kadar genç, kırılgan ve dramatik bir sonla aramızdan ayrıldığına göre efsaneleşme oranını belirledi. 27’ler Kulübü ise bu sistemin en çarpıcı sembolü olarak popüler kültürün ölümle kurduğu estetik ilişkiyi temsil etti. Bu romantize ediş yalnızca hayranlar tarafından değil, medya, müzik endüstrisi ve plak şirketleri tarafından da sürekli yeniden üretildi. Bir müzisyenin cenazesi kaldırılmadan albümleri yeniden basılır, belgeselleri çekilir, tişörtleri satışa sunulurdu. Yıkım yalnızca yaşanmadı, piyasaya sürülür ve tüketilir hale geldi.

Kan, gitar ve gözyaşı

Amy Winehouse hakkında yazılmış ve beni en derinden etkileyen cümlelerden biri şuydu: Herkes onun çöküşünü izledi ama kimse elini uzatmadı.” Bu cümle, müzik endüstrisinin karanlık yüzünü gerçekten özetler nitelikte. Amy’nin düşüşü bir performans haline gelmişti. Sahneye sarhoş çıkması, şarkılarını söyleyememesi, ağlaması, belki de bir yardım çığlığıydı. Ama ona yardım edecek kimse yoktu çünkü bu yıkım izleniyordu, satıyordu, konuşuluyordu. Basının her defasında onun düşüşüne odaklanması, alkol krizlerini manşetleştirmesi ya da sahne performanslarındaki kırılganlığı “dramatik bir olay” gibi sunması, yalnızca magazinel bir refleks değildi; bu, sistemin işleyişiydi.

Benzer bir sömürü 2000’lerde Britney Spears ile de karşımıza çıktı. Her ne kadar rock müzik dışında bir figür olsa da onun “kontrol kaybı” da kamuoyu önünde dramatize edildi ve ticarileştirildi. Bu da gösteriyor ki sistem için türler değil, tüketilebilir düşüşler önemlidir.

Endüstri, rockstar’ı yaratır ve gerektiğinde öldürür. Sözde “özgürlük” sunar ama aslında her hareketin arkasında bir PR planı vardır. Nirvana’nın “Nevermind” albümü çıkarken Cobain’in ne kadar anti-mainstream olduğu konuşuldu. Ama aynı anda plak şirketi yüz binlerce dolar yatırarak o albümü radyolara soktu. Yani o “asi çocuk” imajı bile gerçeklikten kurguya dönüşen bir strateji haline geldi. MTV’de defalarca dönen klipler, dev turneler ve reklam anlaşmalarıyla grunge, sistem karşıtlığını yitirdi; sistemin yeni ürünü oldu. Bu da gösteriyor ki, endüstri yalnızca parlayan yıldızları değil, sisteme direnenleri de ambalajlayıp satabilir.

Tüketilen trajedi

Bu yazıyı yazarken fark ettim ki, rockstar’lar hakkında düşünmek, aslında insanlık hakkında düşünmek gibi bir şey. En çok sevdiklerimiz genelde en hızlı kaybettiklerimiz oluyor. Onları sahnede gördüğümüzde sadece müziği değil, kendimizde bulamadığımız o aşırılığı, o özgürlüğü de izliyoruz. Ama özgürlük gibi görünen şey, çoğu zaman bir tuzaktan ibaret. Rockstar kimliği, her ne kadar bireyin kendini ifade biçimi gibi görünse de sistem bunu kendi lehine dönüştürmenin bir yolunu mutlaka buluyor. Kendini yok eden sanatçı figürü çoktan bir estetik objeye dönüştü. Yıkım ise artık dekorun önemsiz bir detayı.

Rockstar kimliği; bir yaşam biçimi olmaktan çok, hepimizin üzerine projeksiyon tuttuğu bir hayal kırıklığıdır. Onları izlerken aslında kendi içsel yıkımımıza tanıklık ediyoruz. Bu yüzden, her seferinde tekrar tekrar onların ölümlerine âşık oluyoruz. Ve belki de en korkuncu, biz bu yıkımı seviyoruz. Çünkü onlar yok oldukça, biz kendimizi daha gerçek hissediyoruz.

İlgili Yazılar
Development by Bom Ajans