
Sanırım 2018’di, okuduğum bir yazıdan aldığım ilhamla her şeyin hızla normalleştiği, sonra da yok olup hop diye çöpe atıldığı bir dönemde müziğin sanat formu olarak erimekte olduğunu, Tokyo’da fikrine kıymet verdiğim bir arkadaşıma anlatmaya çalışmıştım. Karşımda ciddi bir direnç oluşmuştu. Bu direnci çok sevdiği bir sanat formunun yok olmakta olduğunu kabullenmek istemeyen yaratıcı bir kişinin itirazı olarak algıladım. Fakat altı sene sonra gelmiş olduğumuz yer endişelerimi haklı çıkardı.
(Bu yazı sadece, Beyoğlu Caz Festivali’ne özel olarak hazırlanan fanzin ve dergy.com için yazılmıştır)
Uzun bir zamandır hakkıyla dinleyecek müzik bulmakta zorlanıyorum. Müzik derken; formu olan, imgesel, armonik ve ritmik fikirlerin sanatsal değerler ve estetik gözetilerek düzenlendiği büyük ölçekli müziklerden bahsediyorum. Bunun sebebinin neler olduğunu biliyorum ama hayatımın merkezinde duran, beni bunca senedir hayata karşı coşku içinde tutan bir eylemin önemini yitirmekte olduğunun da farkındayım. Bunun karşılığı olarak hayatta hiçbir şeyden eskisi kadar keyif almadığımı (yeniden büyük oranlı coşkulardan bahsediyorum) üzülerek hatta biraz endişeyle fark ediyorum. Bunun en önemli sebebinin gerçek anlamda sevdiğim müzikle karşılaşamamak olduğunun altını çizmem gerek.
Öncelikli sebebi ne dinleyeceğimi ve nereden bulacağımı bilememek. Müzisyenler yeni bir enstrüman çalmaya başladığında çalışmaya nereden başlayacağını bilemez. Onun gibi bir kafa karışıklığı. Bir müzisyen, hem de besteci nasıl olur da ne dinleyeceğini bilemez diyebilirsiniz. Spotify, Apple Music, YouTube benzeri platformlardan dinlemek istediklerimin ne olduğunu görüp anlayamıyorum. Bir şey dinliyor sonra dağılıyor ve başka bir müzik dinlemeye başlıyorum. Bilinçli bir müzik dinleyicisinden çok onların benden arzu ettiğini dinlemesi gereken bir tüketiciymiş gibi hissediyorum. Spotify’ın bir müzik platformu olmaktan uzaklaşıp neye dönüştüğünden bahsetmek bile istemiyorum. Bir müzisyen olarak yayınlanan eserlerimizin teliflerinin üzerine yatıldığından mı yoksa CEO’sunun yapay zekâ destekli askeri silah üretimine yatırım yaptığından mi bahsedeyim? Bu yazıyı okuyan kişinin bu konuda bilgi sahibi olduğunu umuyor ve müzik konusuna geri donuyorum. Yazının sonlarında söylemem gerekeni araya sıkıştırayım; pop, rock gibi tüketilebilir başka stil müzikler bile tarih boyunca bu kadar şanssız olmamıştı.

Görsel medyaya bakalım. Şarkılar artık görüntülerin kölesi. Tek başımıza görüntüdeki konuyu düşünemiyoruz artık bir şarkı eşlik etmeden. Konu “ayrılık” mı? Ayrılık sözleri olan şarkı arkada çalmaya başlıyor. Film ve dizilerde her sahnenin arkasına sözü konuyla ilgili müzikler döşeniyor. Gizli marka yerleştirmek gibi. Ya da hepsinde belli formüller. Heyecan mı var? Ver çelik üflemeli enstrümanlara kuvveti. Romantik sahne mi var? Döşe yaylıları. Eskiden orkestra konserlerine gittiğimizde oturduğumuz yerde kendimiz kurardık hayalleri; atlılar koşuyor, cadılar dans ediyor, şimdi denizde dalga… Eser dinlerkenki hayal gücümüzü de elimizden aldılar.
Kendi aramızda müzik konuşmaz olduk. Hâlbuki bir araya gelince birlikte oturup müzik dinlerdik. Şimdi kişiler listeler paylaşıyor ve varsayıyor ki hakkında konuştuk! Hâlbuki sadece albümün üstünde ismi yazan kişiler değil yapımcılardan, mix mastering yapan kişiye, stüdyoya konuşulurdu albümler. Çeşit çeşit müzik insanına hayran olmak, işlerini takip etmek gibi şeylerden, bir albüm kapağının uzun uzun incelenmesinden bahsediyorum. Bu bilgiler zaten sizinle paylaşılmıyor bile. Çok meraklı birisiyseniz Discogs, Bandcamp dolaşmanız gerekiyor, o isimsiz kahramanlar için.
Eskiye özlem duyan kişiler gibi konuşuyorum zannedilmesin. Ben teknolojiyi yakından takip etmeyi seviyorum. Her dönemin kendi estetiğini birlikte getirdiğini bilen, uygulamaya koyan birisi olmaya çalışıyorum. Hatta bu konuda bazı sanatçı arkadaşlarımla ters düştüğümüz, tartıştığımız noktalar var. Konu eskiye özlem değil, konu neyin ne olduğunu bilerek şimdi ne yapabiliriz sorusuna cevap aramak.
İşte esas soru bu. Aslında bu işler hep kulaktan kulağa yayılıyor. Birisi bir besteciden bahsediyor ya da bir yazıda okuyorsun. Oradan buradan Shazam’lama şansın olmadığı için yine eski sistem, bir bilene soruyorsun. Ya da bulabileceğin ortamlarda geziyorsun. Kendi müziğini yapan, sanat formu müziklerden uzaklaşmadan üretmeye devam eden kişileri bulup dinlemeye başlamak, çaldıkları yerlerde canlı canlı dinlemeye gitmek harika bir çözüm. Güzel müziklerle tanışmanın daha heyecan verici bir hâlini düşünemiyorum. Orada da “Sanatçının Spotify dinlemesi düşük” gibi gerçek dışı bir argüman ile karşılaşan sanatçı kendine sahne bulamıyor. Artık herkesin popüler müziğe hizmet etmesi gerekiyormuş gibi bir baskı var. Bir caz müzisyeninin dinleme sayısı ne olabilir ki? Efsane müzisyenlerin bile dört bin’i geçmez. Bir tavşana bakıp yumurtlamaz bu demek gibi bir şey! Dinleyicisine ulaşamayan müzikler, müzisyenler… Kapıları tutan festival programcıları, kulüp yöneticileri bize, müzisyenlere, dinleyicilere müziğin nasıl bir şey olduğunu öğretmeye çalışıyor. Kolayca tüketilebilecek müzik yazmayan, yani içerik üreticisi olmayan bir müzisyenseniz tek besleme kanalınız olan dinleyiciyle canlı müzik üzerinden buluşma hayalinizi de çalmaya çalışıyorlar.

Festivallerden sanatçının beklentisi büyük uğraşlar vererek, cebinden paralar harcayarak -bunun da adına özgürlük dendi- ve günlerce verilmiş emeğin bir sonucu olarak çıkardığı albümünü değerlendirmesi. Festivaller ise -özellikle caz festivalleri- son dönemlerde sanatçının bu emeğini yeterli görmediği gibi hâlihazırda ürettiği müzikleri, gişe endişeli projelere dönüştürmeye çalışıyor. Bu kaygının müzisyene yüklenmesi, o alanda üretim yapmaktan vazgeçmesine sebep olabilir ki örneklerini görüyoruz. Festivalcilik benim gözümde “iyi müzik budur” ya da “gişesi var satıyor, dolayısıyla iyidir” baskısına teslim olmuş bir ticari sektördür artık. Hâlihazırda çıkıp çaldığımız kulüplerde festival başlığı altında yine çalıyor ve bu sefer bir de ticari başarı baskısı hissettiriliyor olmamız nasıl normalleşti anlamak mümkün değil. Bir de buna booking ajansları arasındaki şeffaf olmayan anlaşmalar ve festivaller arasındaki al-ver gülümcülük eklenince bazı sanatçılar hiç sahne bulamaz oluyor. Ez cümle bütün bunlar iyi müzikle karşılaşmamızın önündeki engellerin onda birini bile anlatmıyor ama dinleyicisine ulaşamayan müzikler ve aradığı müziğe ulaşamayan dinleyiciyi az da olsa tanımlayabiliyor.
Zamanında İlhan Mimaroğlu’nun bir yazısında ütopya kurgusu olarak belki müzikler sadece bir kere dinlenmeli yazdığını okumuştum. Popüler olamadan tarihe karışmalı. Bu kadar radikal olmasa da yapılmayanlar aslında belli ve yapmak hiç de zor değil. Tokyo’da caz müziği çok büyük bir sektör ve en az 150 adet caz kulübü var. Nasıl mümkün oluyor? Çünkü çalışan insan işten çıktıktan sonra mahalle caz barına, konser salonuna, kulüplerine gidiyor. Şehir insanı şehir hayatı sorumluluklarından birisinin sanat formlarına sahip çıkmak olduğunu anlamalı. Mesela İstanbul gibi bir metropolün Beyoğlu Caz Festivali benzeri lokal festivallerinin sayısının artması önemli bir adım olurdu. Her nedense geç ama hızlı bir değişkenlikle gelen yüzyıl kırılmasına karşı yaşamakta olduğumuz alıngan şaşkınlığı silkeleyip harekete geçmeliyiz. Bir de yapay zekâ konusu var ki şimdilik başka bir gri alan. Yaratıcı müzik ve müzisyenlik ancak biz sahip çıkarsak yaşamaya devam edebilecek gibi gözüküyor. Bu konunun bir de müzisyen açısından bakılması gereken tarafları var. Onun için en az üç ciltlik bir ansiklopedi yazmak gerekir. Ansiklopedi neymiş merak eden genç arkadaşlar arkada çirkin neşeli bir müziğin çalmadığı bir video bulup baksın. Ya da en kötü Wikipedia’ya baksın diyeceğim ama bakar mısınız bilmem?